23 Aralık 2012 Pazar

15-16 Haziran Kalkışması

“...Burada yalnız siyasi iktidarın değil, rejimin, parlamentonun zarar görmesi ile karşı karşıyız. Bu konuda müttehit olduğumuzu rejim düşmanlarına gösterirsek böylece onlar güçlerini kaybeder ve demokratik rejim devam eder...” S. Demirel 17 Haziran, 1970.
15-16 Haziran kalkışması, başlangıçta sendika özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı başlatılmıştı. Ama giderek polis, hükümet ve askeri karşısına alarak siyasi harekete dönüştü: Olaylar sırasında işçiler çeşitli kesimlerden yürüyüş kolları oluşturarak merkezi konumdaki yerlerde bir araya gelmeye çalıştılar. Polis ve askeri birlikler, onların bu hareketini engellemek için barikatlar oluşturdular. İşçilerin düzenli yürüyüş kolları, bu barikatların üzerine yürür ve onları aşar. Bu ilerleyişi polisler ve askeri birlikler karşı koymalarına rağmen artık engel olmak mümkün değildir. Kolluk kuvvetleri, işçi liderlerini yürüyüş kolundan ayırabilmek ister; ancak düzenli ve disiplinli işçi yürüyüş kolu, bu taktiklerin bilincindedir. Öncü işçilerin yürüyüş kolundan ayrılmasına izin verilmez. Kent merkezine doğru ilerleyen işçiler, kurulan iki barikatı da aştıktan sonra, en üst hükümet yetkililerin kesin talimatlarına aldırmaksızın kent merkezine girilir. Bu sırada işçi öncülerinden birinin işçinin polis tarafından gözaltına alındığı haberi gelir. İşçilerden bir kısmı polis merkezine doğru yürür. Bunun üzerine gözaltına alınan işçi hemen serbest bırakılır. İşçiler daha sonra kentin merkezinde ilerleyerek Atatürk anıtı çevresinde toplanırlar. Burada yapılan konuşmalardan sonra Kolordu Komutanlığının önüne giderler Ordu lehine gösteri yapılır. Daha sonra yeniden bir araya gelen işçiler, ertesi gün yapılacak eylemler için kent merkezindeki Maden-İş Sendikası önünde buluşmak üzere ayrılırlar.
İşçi sınıfı, 15-16 Haziran’da kendi gücünü test eder. Bu güç, egemen kesimlerin polisi, askeri ve her türlü caydırıcı taktik ve manevralarına rağmen bu testten geçmiştir.
İşçi sınıfının yığınları kucaklayan düzenli ve disiplinli sınıf hareketi ile egemen sınıfların yüreklerine böylesine korku salması, S. Demirel’i rejim kaygılarına düşürecek kadar kapsamlıydı. Bir kere bu hareket, işçi sınıfının ekonomik mücadele ile ilgili olmasına karşın, nitelik olarak o zamana kadar yapılanlardan tümüyle farklıydı. Bu hareket yasal sınırlar içinde başlatılmış ve sonlandırılmıştı. Böyle olmasına karşın, egemen kesimleri rejim kaygısına düşürecek düzeyde tehlikeli hal almıştı. Meşruiyet içindeymiş gibi görünmesine rağmen, rejimi koruyan bütün kollu
k kuvvetleri, polisi ve askeri dahil önüne çıkan ne varsa umursamamıştı.
Hiç kimse sınıf hareketinin böylesine yığınsal ve güçlü bir boyutta olacağını düşünmemişti. Hareket, en alt kademedeki işyeri temsilcilerinden başlayarak merkezi ve örgütlü bir düzen içinde başladı, ama belli bir noktadan sonra, hareketin öncülüğünü işçi sınıfının kendiliğinden inisiyatifi ele almış oldu. Bu inisiyatif, tümüyle kitlesel sınıf hareketine özgü, anlık gelişmelere yöneltilmiş gibi görünse de tümüyle sınıfa özgü bilinç ve irade ile şekillendirilmiş olarak gelişti ve yükseldi.
Yürüyüş protesto niteliğinde, bir gösteri biçiminde planlanmış ve başlatılmıştı. Ama hareketin yığınsal nitelik kazanması ve boyutlarının bölge içinde bulunan fabrikalarda çalışan neredeyse bütün işçileri kucaklaması nedeniyle, öyle sıradan protesto gösterisi niteliğinin ötesine geçti. Kitlesel güç dalga dalga yayılıyor, önüne çıkan her türlü engelleme girişimlerini, barikatları, askeri, polisi, vs. silip süpürüyordu.
Kuşkusuz bu ilk başta kontrolsüz ve çığ gibi büyüyen bir dalga gibiydi. Ama bu dalganın sanki kendiliğinde oluşan bir kontrol sistemi vardı. Kitlesel hale gelen güç, oldukça düzenli biçimde hareket halindeydi. Düzen ve bilinçlilik at başı gidiyordu.
Gerçekten de kalkışmasın yapıldığı iki gün boyunca, sendika haklarının korunması ana ekseni çevresinde dile getirilen talepler, tümüyle siyasi niteliktedir artık. Bu yönüyle, 15-16 Haziran olayları, bilinçli olarak yapılan bir ekonomik mücadelenin, kendiliğinden siyasi niteliğe dönüşmesi olarak değerlendirilmelidir. Hareketin başından beri düzenli ve disiplinli, kısaca örgütlü biçimde yürütülmesi ve bunun sağladığı güç birliği egemen sınıflar için tehlikenin asıl kaynağını oluşturuyordu. Kendisine yönelen bu tehdidi gören egemen sınıflar, buna karşı mümkün olan her türlü önlemi almaktan geri durmayacaktı.
Hükümet, olayların önüne geçilmesi için harekete geçer. DİSK ve hükümet yetkilileri bir araya gelirler. Olayların ikinci günü K. Sülker ve K. Türkler, işçilere seslenir. Tahripkâr olayların uygun kabul edilmeyeceği, bunun anayasaya aykırı olduğu söylenir. Aynı gün akşama doğru DİSK’e bağlı sendikaların merkez ve bölge temsilciliklerinde polisçe aramalar başlar ve birçok sendikacı ve işçi gözaltına alınır. Bu arada da Bakanlar Kurulu, İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim kararı alır. Gece 21.00’dan başlayarak gece sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Bakanlar kurulunun bu kararı, ertesi gün Mecliste görüşülerek onaylanır. Karar, olayların ertesi günü, hiç bekletilmeden Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer.
Egemen kesimlerin endişesi had safhaya varmıştır. DİSK yöneticileri el ele vererek adeta akan kanı durdurmak isterler. DİSK yöneticileri işçilere seslenir:
“...İşçi kardeşlerim... Anayasal haklarınız için direniyorsunuz. Anayasamız, her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler, Anayasaya sımsıkı bağlı olduğumuz için hiçbir hareketimiz aykırı olamaz. Ne var ki, bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta kötüsü, göz bebeğimiz şerefli Türk Ordusunun mensubuna kötü maksatlarla taş atabilir, tahrikte bulunabilirler... Genel Başkan olarak sizleri uyarıyorum...” Kemal Türkler, 16 Haziran 1970 Öğleden Sonra.
Sendika yönetiminin en yetkili ağzından dile getirilen bu endişeler ibret vericidir. İşçi kalkışması halen daha sürmektedir. Ama şimdi Anayasa gerekçe gösterilerek bu hareket engellenmek istenmektedir. Oysa işçi sınıfı, uzun yıllar yasal engellemeler ile sendikal haklarından mahrum edilmemiş midir? Öte yandan Türk Ordusu ile çatışma, bu doğrultuda tahrik, kışkırtma olasılığı, vs. ile işçi sınıfı hareketinin ne bağlantısı olabilir? Yurt savunması görevini üstlenen ordu, anayasal olduğu ileri sürülen bir hareketin neden karşısına konmaktadır?
Bu noktada, DİSK’in en üst yöneticisinin ayaklanmanın ikinci günü işçilere yaptığı çağrı ve bunun ardından egemen kesimlerin sıkıyönetim ilanının düzeni korumak için olduğu söylenebilir. O zaman akla şu soru gelmektedir: düzen tehlikede midir? İşçi sınıfı hareketi bir fiili müdahale amacını mı gütmektedir? İşçi sınıfının en meşru haklarını gasp etmeye çalışanlar düzeni mi temsil etmektedir? Toplum neden kendi işçisinden neden bu denli kuşku ve panik içine düşecektir?
Egemen kesimler kendilerini toplumun yerine koymak eğilimindedir. Bu bakış açısı ile işçi sınıfı hareketini öcü olarak görenler bu uyanış ve kalkışmayı bastırmak, kötülemek, göz ardı etmek ve aşağılamak için her türlü yollara başvurmaktadır. Vakit geçirmeksizin sıkıyönetim ilanını bunun en belirgin kanıtıdır.
Ama DİSK üst yönetimi de en az egemen kesimler kadar sınıfın böylesi kararlı kalkışmasının kesinlikle toplum için değil, ama toplumun egemen ayrıcalıklı kesimi için bir tehdit olduğunun farkındadır. Böylesine kararlı ve düzenli ve siyasi içerik taşıyan bir hareketin, bu elit kesim için kabul edilemeyecek kadar tehlikeli ve ağır olduğu açıktır. DİSK yöneticileri, birkaç gün önce başlattıkları bir hareketin kendiliğinden kazandığı siyasi içeriğe bakarak duydukları endişe ile bunun Anayasaya aykırı olduğunu söylemekte ve geri adım atmaktadırlar. Oysa işçi sınıfının bu haklarını uzunca yıllar gasp edenlerdir asıl Anayasa hükümlerini çiğneyenler. Toplumda yer alan bütün sınıf ve tabakaların en azından seslerinin duyurulması gerektiğine inanan ve bu bağlamda işçi sınıfına grevli ve toplu sözleşme hakkı sağlayan anlayış hiç vakit kaybetmeden yerini yasakçı zihniyeti terk etmiştir. Asıl anayasal suçlu olanlar egemen çevrelerdir.
Egemen güçler ise, bağlı oldukları DİSK örgütü ve onun önderinin sesine kulak vererek harekete son vermiş olmalarına karşın işçi sınıfının kendilerine karşı oluşturduğu tehdidi görerek buna uygun önlemler almışlar ve tüm güçleri ile karşı saldırıya geçerek 12 Mart ve sonrası baskı rejimlerini oluşturmuşlardır.
Şimdi de sıkıyönetim ilanının ardından işçi önderlerinin peşine düşmekte hiç vakit geçirilmemiştir. DİSK merkez ve şubelerinde yapılan arama ve tutuklama girişimlerinden sonra, sıra bütün ilerici ve devrimci kuruluşlara gelir. Bütün bu kuruluşların yerleri aranmaya başlandı. Bütün devrimci ve ilerici kuruluşlar, öğrenci dernekleri, TÖS ve İşçi Birlikleri binaları aranır. Devrimci olarak tanınan kişilerin evleri baskınlar düzenlenerek aranır. Geniş bir tutuklama hareketine girişilir. Kalkışmaya katılan bütün işyerlerinin çevresi askeri kordon altına alınır. Sıra tutuklama faaliyetleri ile birlikte, 15-16 Haziran hareketine katılan işçilerin işten atılmalarına gelir. Bunun sonucunda, işçi sınıfının öncülerinden oluşan 5.000’in üzerinde işçi işinden edilir. Bu arada gericiler, her türlü araçlarla sendikalar ve ilerici kuruluşlara saldırılara geçtiler. Sendika binalarına saldırırlar, tahrip ederler.
Direniş Sürüyor
Olaylar, tam olarak iki gün sonunda bitmedi. Direniş hareketine katılan işyerlerinde asker kordonu altında direnişler devam etti. Olaylar, yurt içinde ve yurt dışında çok geniş bir yankı buldu. Almanya’da işçiler, direniş hareketini desteklemek üzere yürüyüşler yaptılar. Fabrikalarda yapılan direnişlerin yanı sıra, hiçbir Konfederasyona bağlı olmayan bağımsız sendikalar, bir direniş komitesi oluşturuldu. Komite, direniş biçimini saptamak için bir forum düzenledi.
15-16 Haziran olaylarında 150 bin işçi katıldı. Yürüyüşlerde yalnız DİSK üyesi işçiler değil, onlarla omuz omuza Türk-İş üyesi işçiler de yer aldı. Yürüyüş sırasında oluşturulan çeşitli barikatlarda işçiler, polis ve askerlerle sıcak çatışmaya girdiler. Bu çatışma sırasında işçilerden iki kişi, bir polis ve bir vatandaş yaşamını yitirdi. Yüze yakın kişi yaralandı.
Sendika yöneticileri, olayların ikinci günü tutuklandılar. Bunun dışında tutuklanan işçi ve öğrenciler için ayrı ayrı davalar açıldı. Sıkıyönetim sırasında sürdürülen davalar, sıkıyönetimin kalkması ile sivil mahkemelere aktarıldı. Burada verilen yapılan duruşmalarda bütün tutuklular serbest bırakılır. Bu arada 1803 sayılı af yasası yürürlüğe girdi ve bütün davalar düşürüldü.
15-16 Haziran olaylarını başlatan ve bu kalkışmanın görünür en önemli nedeni, sendika haklarının düzenlendiği 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılmak istenen değişikliklerdi. Görüşmeler sonucunda mecliste kabul edilip yasalaşan değişikliklerin önemli bir kısmı, Anayasa mahkemesinde TİP ve CHP tarafından açılan davalar önemli ölçüde iptal edildi.
15-16 Haziran olayları ardından Türkiye’de sınıf hareketi ve onun ekseninde olaylar hızlı bir seyir izler. Bunda kuşkusuz işçi sınıfının bu hiç beklenmedik kalkışmasının rolü belirleyicidir. O zamana kadar Türkiye’deki Marksist hareketin içindeki dağınık yapı, artık bu ayırt edici gelişme sonucunda iki ana kesim etrafında kümeleşir. İşçi sınıfının yanında olanlar ve olmayanlar. Sınıf hareketinin gücünün böylesine net bir biçimde ortaya çıkması, işçi sınıfına karşı olanların yüzündeki maskeleri düşürmüştür. Marksist hareketin önü bundan sonra açılmıştır.
Aynı durum, egemen kesimler için de geçerliydi. Son on yıl içinde dünya çapında gelişmelere koşut çok kapsamlı dönüşüm yaşanmıştı. Bu gelişmeler, savaş sonrası ekonomik büyüme ve buna karşılık gelen uluslararası iş bölümünün yaygınlaşması ile bağlantılıdır. Ama savaş ekonomisine dayalı bu genişleme süreci artık sona ermeye yüz tutmaktadır. Sözü edilen büyümenin en doruk noktasında tüm dünya çapında etkili olan ve kapitalizmin refah dönemine özgü bir süreç yaşanmıştır ve bu sürecin şimdi de neredeyse aynı şiddette inişi yaşanmaktadır. Bu koşullar, sermayenin yeni daralma dönemine uyum gösterme sorununu beraberinde getirmektedir.
Egemen çevrelerde yaşanan kuşku budur. 1968 öğrenci olayları olarak bilinen ve yaşanan canlılık ve coşkunun içinin boşaltıldığı süreç acaba yeterli olmayacak mıdır? Avrupa ülkelerinde bu yüzeysel coşkuya işçiler soğuk bakmışlardır. Yoksa bu patlama bir periferi ülke olan Türkiye’de mi yaşanmaktadır?
Gerçekten 15-16 Haziran olayları böylesi bir yükseliş ve olayların yön değişimi olarak gözlenmektedir. Oysa Avrupa’da "siyasi gerilimin köpüğünün alınması" anlamına gelen 68 olayları başarılı bir biçimde yönetilmiştir. 15-16 Haziran olayları, gelişmelerden kuşku duyulacak ölçüde kapsamlı ve bilinçli bir seyir izlemiştir.
Sınıf Hareketinin Yükselmesi
1961 Anayasasının 46’ncı maddesi uyarınca yapılan düzenleme ile 1963’te 274 ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu kabul edilir. Şimdi ise siyasi grev ve genel grev yasaklanmakta, ayrıca devlet, il özel idaresi ve belediye kararlarına etki amacıyla grev ve lokavt yapılamayacağı benimsenmektedir.
Ama asıl kısıtlama sendika eylemine yöneliktir. 1960’lı yılların başından başlayarak Türk sendika eylemi tipi sendikacılık eksenine oturtulması istenmektedir. Bunun için Türk-İş’e Amerikan kuruluşları tarafından geniş çapta teknik ve özellikle parasal yardımlar yapılmaktadır. Bu dönemdeki on yıl süre boyunca, Türk sendikacılığının böyle bir eksene getirilmesi için 600’ün üzerinde sendikacı, Amerika’ya beyin yıkamaya gönderilmiştir.
Grevli ve toplu sözleşmeli sendikalı yaşama geçiş, işçi sınıfının nicelik olarak büyümesi ile birlikte onun sesini çok daha güçlü duyurabilmesine yol açmıştır. Bu arada esas olarak tutarlı sendikal haklar peşinde olanların girişimi başarı ile sonuçlanmış ve Türkiye İşçi Partisi TİP’in kuruluşu gerçekleştirilmiştir. Gelişen sınıf hareketi, bir taraftan egemen kesimleri, diğer taraftan da “partiler üstü politika” safsatasını savunan Türk-İş’in sahte sendikacılığını zorlamaya başlamıştır.
TİP’i destekleyen sendikalar, Türk-İş’ten ayrılmak zorunda bırakılır. Paşabahçe’de Kristal-İş tarafından yürütülen grevi destekleyen sendikaların 1966 yılı sonlarında Türk-İş’ten geçici olarak ihraç edilir. Bu gelişme DİSK’in oluşumunu hızlandırır. Ertesi yıl 12 Şubat’ta DİSK kurulur.
DİSK, kuruluştan başlayarak Türkiye İşçi Partisi ile doğal bir dayanışma içindedir. DİSK yöneticilerinin çoğu, partinin kuruluşuna katılmıştır. Partinin yönetiminde görev almışlar, milletvekili olarak parlamentoya girmişlerdir. Parlamenter R Kuas, hem DİSK genel başkan vekili, hem de parti genel sekreteridir. Organik ilişki bu kadar yakındır.
“...Bizler, Büyük Atatürk’ün daha 1921’de ilan ettiği gibi, “bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve buzu yutmak isteyen kapitalizme karşı” savaşmaya ant içmiş sendikacılarız ...” DİSK kuruluş Bildirgesi.
DİSK’i oluşturan sendikaların Türk-İş içinden tasfiye edilmeleri kuşkusuz bilinçli bir strateji doğrultusunda yürürlüğe sokulmuştu. Ama tasfiye edilen sendikacıların bu tasfiyeye her ne pahasın olursa olsun direnmiş oldukları söylenemez. DİSK’in daha sonraki dönemde izlediği yol bunu açıklıkla ortaya koymaktadır. TİP’in kuruluşu başta çok tepki çekmişse de, zamanla söylem ve eylemlerinde legaliteyi sağlamıştı. Öte yandan parlamenter yapı içinde ses getirdiği çalışmalar adında ‘devrimci' tanımlamasının yer aldığı DİSK için yararlı olabilirdi.
Sınıf sendikacılığı ilkeleri ile yola çıkan DİSK’in böyle bir siyasi söylemi kısa bir süre sonra ekonomizm düzeyine indirgemeyi başaracaktı. Hemen ardından gelen darbe ve TİP’in kapatılması da zaten yolunu epeydir çizmiş olan DİSK yöneticilerinin işini bir hayli kolaylaştırmıştı.
Sendika Hakların Gasp Edilmesi Girişimleri
Toplu Sözleşme ve Grev Yasasının değiştirilmesi için adım, 1969 yılından önce atılmış, Türk-İş tarafından hazırlanan bir tasarı meclise gelmişti. Ancak bu tasarı yasalaşamadı.
1969-70 yasama döneminde CHP ve AP tarafından meclise iki yasa tasarısı verildi. Komisyon, bu yasa tasarıları büyük bir gizlilik içinde yürütülmekteydi. Tasarıların gerekçesi olarak daha önce yürürlüğe giren yasada zamanla bazı eksiklik ve boşlukların ortaya çıktığı iddiasıydı. Yasanın bu biçimde uygulamasının, Türkiye’de sendikaların çok fazla artmasına, bunun iş hayatı için engelleyici ve emekçilere zarar verici olduğu belirtilmekteydi. Ülkede güçlü sendikaların kurulması için bu değişikliklerin yapılması gerektiği söyleniyordu.
Değişiklik tasarısı, Adalet ve Güven Partisinin oyları ile kabul edildi. Tasarıya karşı çıkan tek CHP’li milletvekili Ş. Bakşık oldu. Diğer CHP’liler, oylamaya katılmadılar.
Komisyondan geçerek mecliste görüşülen tasarı 11 Haziran 1970 tarihli oturumda kabul edildi. Tasarı daha sonra görüşülmek üzere Senatoya gönderildi. Bu arada DİSK yöneticileri, bu değişikliklere karşı işçi sınıfının harekete geçmesi kararını alıyorlardı. Senatoda yapılan tartışmalar sonucu, meclisten gelen yasa tasarısı üzerinde birkaç değişiklik yapılarak kabul edildi.
274 ve 275 sayılı yasa değişiklik tasarıları, 27 Mayıs rejimi tarafından Anayasanın 46’ıncı maddesinde yer alan sendika haklarına göre yapılan zorunlu bir düzenleme niteliğindeydi ve Anayasal haklar gereği bu yönden herhangi bir kısıtlamaya gidilmemişti. Bu durum, Temsilciler Meclisinde yapılan görüşmeler sırasında dile getirilmişti.
“...Hiç şüphe yok ki, sendikalar esas itibarıyla kendi meslek erbabının iktisadi ve sosyal menfaatleri için de mücadele edeceklerdir. Ancak tahdidi mahiyette konacak bir takım hükümler ileride sendika hürriyetinin tahribine yol açabilir...” 17 Nisan 1961 tarihli Anayasa komisyonu sözcüsünün konuşması
Anayasa komisyonu Anayasada sendikal faaliyetlerin kısıtlanamaz olduğunu teslim etmekteydi. Sendika çalışmalarının aynı zamanda üyelerin sosyal çıkarlarına da yönelik olabileceğini öngörüyordu. Kısıtlayıcı hükümler getirme sendika özgürlüğün tahrip edilmesine yol açabilirdi. Ancak 1963 yılında düzenlenen yasa ile devlet, il özel idaresi ve belediye kararlarına etkilemek amacıyla grev ve lokavt yapılamayacağı yönünde hüküm öngörülmüştü. Bu hükümle de belli bir anlamda siyasal grev yasaklanmıştı. Ayrıca aynı yasada genel grev hakkı da verilmemişti.
Şimdi yasada yeni kısıtlamalar getirilmesi amaçlanıyordu. Üyeliğin sendika onayına tabi kılınması ve istifanın noter kanalıyla bildirimi gibi değişiklikler Anayasa’nın ruhuna aykırıydı. Amaç, sendika seçimini zorlaştırmaktı. Gerçekte bu düzenlemeler faşist ülkelere özgüydü. Öte yanda sendika kurma hakkı bir takım ilave kısıtlamalara tabi olacaktı. Konfederasyon üyeliği yeni zorluklar içeriyordu. Yeni yasada “birlik” kavramına yer verilmeyişi, grev ve lokavtın eşit ve karşılıklı haklarmış gibi düzenlenmesi, sendikaların ticaret ve yatırım yapmalarına olanak tanınması, üyelerine ticari ilişki içine girebilmeleri, konfederasyonların, sendikalara daha fazla müdahaleci olabilmeleri, vs. gibi özünde Anayasanın amir hükmüne kesin aykırılıklar taşıyan değişiklikler getirilmek isteniyordu. Nitekim bütün bu değişiklikler, TİP’in başvurusu sonucu Anayasa mahkemesince büyük bir çoğunlukla iptal edilecekti.
Getirilen değişikliklerle lokavtın bir hak kabul edilmesi gibi işveren ve sahte sendikacılık lehine düzenlemeler ekleniyordu. Grev veya lokavt öncesi ihtiyari yerini zorunlu tahkim ve bağıtlanmış sözleşme uyuşmazlıklar için yargı yolu düzenlemeleri de bu amacı taşıyordu. Böylelikle kazanılan haklar sürüncemeye bırakılacaktı. Öte yandan genel grev ve sempati grevlerine olanak tanınmıyor, yetki saptanmasına ilişkin kurallar netleştirilmiyor ve işçileri temsil etmeyen sendikalara toplu sözleşme olanağı açılıyordu. Bu uygulamalar ile işverenlerin önündeki her türlü engel kaldırılmak isteniyordu.
“...Kimileri bu düzenlemenin sendika özgürlüğün katledilmek olduğunu söylüyor. Bu müsamahalı görüştür. Aslında Türk toplumunu işçisi ile memuru ile yani bütün çalışan kitleleri ile ve nihayet, müsaadenizle arz edeyim, ordusuyla gittikçe kapitalistleştirilmek istenilen bir düzenin gittikçe haksızlaşan, sömürü oranının ameliyesinin bir küçük parçası oluyor...” Prof. Bahir Savcı 24 6. 1970.
Getirilen değişiklikler ile sendika kurma hakkını önemli ölçüde kısıtlamakta, işçilerin istedikleri sendikaya üye olma özgürlüğünü ortadan kaldırmakta, siyasi iktidarın çıkar ve görüşlerine ters düşen sendikaların güdümlü sendikal örgütler aracılığı ile baskı altında tutulmalarına imkân hazırlamakta, grev ve toplu sözleşme hakları işlemez duruma getirilmek istenmekteydi.
İşçi sınıfının buna ses çıkarmayacağını hesaplamışlardı. Ama yanıldılar. Sınıf hareketinin buna yanıtı her türlü beklentiyi de aşmıştı. Böylesine kazanılmış hakların gasp edilmesi girişimi, gerçekten egemen sınıflar için onulmaz bir basiretsizlikti. Sınıf hareketi tüm ülke çapında büyük bir bunalıma yol açmıştı kuşkusuz; ama Türk işçi sınıfı aynı zamanda sorumluluk bilinci ile davranmıştı. Ama gücünü dosta düşmana sergilemişti artık.
Yürüyüş Kararı
DİSK Yürütme Kurulu, 28 Mayıs 1970 günü topladı. Bu toplantıda 3 Haziran günü, yapılmak istenen değişlikler üzerine daha ayrıntılı çalışma kararı alınır.
İkinci toplantı, 3 Haziran günü yapılır. Bu toplantıda konu hakkında bir inceleme kurulu ve ayrıca eylem kurulu oluşturulur. 5 Haziran toplantısında kurul görüşleri ile basın ve çeşitli yetkili kişiler ile temasa geçilmesi, DİSK sendikalar temsilcileri ile bir kapalı salon toplantısı düzenlenmesi gibi eylem kurulunun belirleyeceği eylem biçimlerinin uygulaması kabul edilir.
Ankara’ya gönderilen heyet temasları sonuç vermemiş olacak ki, Anayasal haklar kullanılarak direnme yapılması için gerekli hazırlıkların yapılmasına karar verilir. Bu arada heyeti B. Ecevit ve bazı senatörler ile görüşür, ancak Başbakan ile görüşme imkânı sağlamaz. Aynı gün, tasarının meclisten geçtiği haberi gelir.
“...Sendikalar kanununu değiştiren yeni tasarı, mecliste 3,5 saat gibi çok kısa bir süre içinde görüşülüp kabul edildi. AP, CHP ve GP oylarının birleştiği yeni tasarı işçilerin serbestçe sendika seçme özgürlüğünü yok etmektedir. Faşist sendikacılığı getirmenin temelleri atılmaktadır... Amaç DİSK’i bertaraf etmektir...” Kemal Türkler 12 Haziran 1970
Heyet, temaslarını tamamlayarak geri döner. 12 Haziran günü Kemal Türkler bir basın toplantısı yapar ve yeni tasarının, işçilerin özgür sendika seçme haklarını yok edeceğini açıklar. Açıklamada, asıl amacın, DİSK’in bertaraf edilmek istendiği belirtilir. 13 Haziran günü yapılan toplantıda, sendika yetkilileri ile görüşmeyi kabul eden Cumhurbaşkanı ile görüşecek heyet belirlenir.
14 Haziran Pazar günü DİSK’e bağlı sendika yöneticileri, işçi ve işyeri temsilcilerinin katılması ile bir toplantı düzenlenir. 15-16 Haziran kalkışmasının bir gün öncesinde, işçi sınıfının işçi ve işleri temsilcileri bir araya gelirler.
Bütün bu gelişmeler, ekonomik mücadele için de olsa, tümüyle önceden tartılıp biçilmiş örgütlü bir mücadelenin hazırlama aşamasını yansıtır. Kozlu grevleri gibi işçi sınıfının sömürü ve baskı uygulamaları karşısında gösterdiği tepkinin giderek kendiliğinden oluşan sınıf eylemine dönüştüğü duruma kıyasla sınıf hareketinin bir üst düzeyine gelinmiştir. Örgütlü eylem, sınıf hareketinin anlık bir tepkiye dayalı değil, ama sürekli var olan sınıf bilinçliliğine dayanmaktadır. Bu açıdan kalkışma çok anlamlıdır.
İşçi temsilcileri toplantısında yapılan konuşmalar da ayrıca sınıf bilincinin olaştığı yeri sergilemesi açısından dikkate değerdir.
“... Arkadaşlar, patronları ezmek için yaptığımız en küçük bir harekette fabrika kapısına devletin askeri, jandarması ve polisini yığıyorlar. Oysa bunlar bizin askerimiz, jandarmamız ve polisimizdir. Bizlerin alın teri ile kazanmış olduğumuz hakkımızı yiyen işveren ve sarı şebekelere karşı koyacağız. Arkadaşlar, ben yarın sabahtan itibaren şalterleri basıyorum...” Haymak işçi temsilcisi başkanı. 14 Haziran 1970.
“...Türkiye’de ilk defa işçi sınıfının gücünü ortaya koymak üzere toplanmış bulunuyoruz. Bugün en mutlu günümüzdür...” Arçelik işçi temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Türk işçi sınıfı olarak Büyük Millet Meclisinde 32 namussuzun çıkartmış olduğu kanunu, eğer kendileri geri almazsa, onlara yalata yalata, böyle sürüngen tabiiyetine girecek şekilde yalatacağız. Kanımın son damlasına kadar 118 Rabak işçisi adına ant içiyorum ...” Rabak baş temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Yalnız sendikalar kanunu değil, bizim aleyhimize Meclisten birçok kanun çıkabilecektir. Ama biz işçi olarak el ele vereceğiz ve işyerlerinde çalışan bizim kardeşlerimizle beraber meseleleri ele alacağız. Gerekirse buradan Ankara’ya kadar yürüyeceğiz...” 6. Bölge işyeri baş temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...2500 kişi olarak bizler yarın sabahtan itibaren savaşa hazırız. Bugün alınan bu Türk İşçisinin Kurtuluş Savaşı kararını sabırsızlıkla bekleyen Arçelik işçisine ilk müjdeyi vermeye ahız ve yarından itibaren ölümse ölüm, direnme ise direnme, yürüyüş ise yürüyüş, hükümet basma ise hükümeti basma, Türk-İş’i ortadan kaldırmaksa... Hazırız arkadaşlar ...” Arçelik temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Bu 32 mebus Anayasada olmayan bir şeyi yürürlüğe sokmuşlar. Madem onlar, Anayasaya aykırı olarak hareket edebiliyorlar, bizin de umumi ir grev yapmamız bu Anayasada olmasa bile yapabiliyorlar, o halde biz de yapabiliriz. Genel grev yapalım ve kanunu geri alıncaya kadar direnelim. Bütün gücümüzü ortaya koyalım....” AEG-Eti temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Sayın proletarya sınıfı... İki yaşındaki çocuğumuz yarın sabah evden çıkarken baba bana ne getireceksin dediği vakit, oğlum ben akşama eve gelmeyeceğim, savaşa gidiyorum demesi lazım. Çünkü bu savaş babasının değil, oğlunun gelecekte oğlunun savaşıdır...” Türk Demir Döküm temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Bizim için çıkartılan kanunları tek tek izlediniz. Madem öyle ise, kanunlar bu kadar basit ise, biz de kendimize göre kanunlar yapmaya çalışacağız. Arkadaşlar, kanun dediğiniz zaman bunu nasıl yapacağız? Biz Millet Meclisinde olmadığımıza göre, kendi kanunlarımızı yapacağız. Oy birliği ile karar alacağız. DİSK’in bünyesinde olan tüm işyerlerinde Pazartesi günü, Salı günü, işe şalterleri indireceğiz, işte size bir kanun ...” Kimya İş Kolu Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Türk işçisinin namus ve şerefine bir leke atılıyor. Mücadelemizi vereceğiz, ama bu mücadelede her türlü meşakkate göğüs gereceğiz, aç kalacağız, yoksul kalacağız, icap ederse öleceğiz. Çünkü bizden evvel şehit olan arkadaşlarımızın da amaçları aynıydı. Türk işçisinin bugünkü hakları için şehit olmuşlardı. Biz onların kemiklerini sızlatmayacağız ...” Sungurlar Kazan Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“... Hakkımızı alıncaya kadar savunacağız, kanımızın son damlasına kadar savaşacağız, hakkımızı alacağız diye söz verdir. Onlar da bize söz verdiler, hakkınızı alacağız diye. O halde şimdi ne yapacağız? Şimdi, yarın sabah erkenden saat 07.00’de işbaşı yaptığımız taktirde, çalışmıyoruz diyeceğiz, icap ederse, öldüreceğiz, öleceğiz. Savaşacağız, uğraşacağız. Türk işçisinin tarihini kanımızla duvara yazacağız...” Beşiktaş Un Fabrikası Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Türk işçisini davar sürüsü mü sanıyorlar? Artık eski devir geçti. Davar sürüsü öldü. Artık karşınızda bir aslan sürüsü vardır. Artık hepimiz ne yapacağımızı biliyoruz. Sendikacılarımızın vermiş olduğu emirden çıkmayacağız. Ölüm kalım. Ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz... Bu gibi kanunlar bundan sonra yürümeyecek. Çünkü devrimci sendikamız bizleri artık bilinçli bir işçi durumuna getirmiştir. Sendikamızın vereceği emirleri bekliyoruz. Grev, yürüyüş, her harekete hep beraber katılacağız ...” Kimya-İş Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“... Çoluk çocuğumuzla yürüyüş yapalım. Topluma mal edelim bunu. Çünkü Türkiye’de bilinçli, gerçek yolda olanlar hep eziliyorlar. Mevcut düzenin kapitalistlerin elinde olduğunu biz halka, bilmeyenlere bildirmeliyiz. Hareketimizi buna göre düzenlemeliyiz. İş yerinde grev yapmışız. Zaten şimdi sendikacılık nedir? 50 lira zam alıyorsunuz, hayat yüzde 200 pahalanıyor. Böyle sendikacılık bir yana dursun, 50 lira zam sendikacılığı yapmayacağız. Arkadaşlar, toplum kalkınıncaya kadar mücadelemizi devam ettireceğiz. Biz bu halkın gerçek iktidarını buluncaya kadar her ne yolda olursu olsun mücadelemize devam edeceğiz ...” Basın İş Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
Bütün bu konuşmalar, işçilerin şimdiye kadar yapılmakta olan sendika mücadelesinin sınırlarına gelindiği düşüncesinde oldukları, bundan sonra atılacak adımın, yasaların çizdiği sınırlar dışına taşıyor olsa bile çünkü bu yasalar, işçi sınıfının düşmanı olan kesimlerin temsilcileri tarafından, kendi deyişleri ile işçi sınıfının düşmanları tarafından çıkartılmıştır ve artık işçi sınıfı u yasaları tanımamaktadır – sendika mücadelesinin bir üst seviyesi olan siyasi mücadele olması gerektiği, bunu için her işçinin, canı ile kanı ile her ne pahasına olursa olsun harekete geçmeye hazır olduğunu gösteriyor. İşçi sınıfının öncülerinin yaptığı konuşmalarda, ertesi günkü hareketlerinin ne anlama geldiğinin bilincinde olduğu görülüyor. Bu hareket, derhal burjuva sınıfını polisi ve askeri ile jandarması ile karşısına dikeceğini biliyor. İçlerinden tutuklanacak olanların olacağının farkındalar. Bu bilinçten hareketle, yapılması gerekenler de söyleniyor. Kesinlikle tutuklamalar üzerine gidilecek, karakol olsun, valilik olsun basılacak ve bu tutuklu arkadaşlar kurtarılacaktır.
Kuşkusuz, sınıf bilincinin bu düzeyi, tam olarak olgunlaşmış sayılamaz. Gerçekte bu mücadele egemen sınıfların yasalarına yönelik olması dolaysıyla siyasi niteliktedir. Ancak bunu ekonomik örgütleri aracılığı ve öncülüğü ile yapmaktadırlar. Kuşkusuz, DİSK yöneticilerinin büyük çoğunluğu, Türkiye İşçi Partisi kurucuları ve yöneticileridir. Ancak bu kişiler, işçi sınıfının karşısına bir Partili kimlik ile değil, ama sendikacı kimliği ile çıkarlar. Bu, toplantıda yapılan konuşmalarda da açıklıkla belli olmaktadır.
“...Çok değerli arkadaşlar, biz işçiyiz. Dünyada her şeyi yapan işçiler amma işçiler durduğu zaman ve geçen sefer bir arkadaşım söyledi. Dünyada her şeyi yapan işçiler durdukça dünya durur arkadaşlar. Uçak durur, gemi durur, fabrikalar durur, bütün vasıtalar durur. Çünkü biz işçiler buna hakim olduğumuz müddetçe her şeyde o zaman kendiliğinden halledilmiş olur. Benim söyleyeceklerim bundan ibarettir...”
Öyle anlaşılıyor ki, K Türkler’e göre işçi sınıfı işte esas olarak budur. İşçiler, her şeyi yaparlar. O nedenle herkes işçilere muhtaçtır ve işçilerin elindeki en büyük güç budur. K. Türkler, buradan hareketle bir genel grevin etkili olacağını düşünüyor. İşçi sınıfının yapacağı bir genel grevin, siyasi anlam taşımış olduğunu, bu hareketin artık burjuva sınıfının egemen konumunu sarstığını, artık yönetici olma meşruluğunu yitirdiği anlamına geldiğini düşünmüyor. Veya düşündürmek istemiyor. Belki böylesine bir anlayışın işçi sınıfının bilinç düzeyi için henüz çok fazla olduğunu düşünüyor. Gerçekte de, temsil ettiği sınıfın bilincini kestiremiyor. Toplantı gününe kadar yapılacak etkinliğin çerçevesi çizilmiş değil. En azından bir teklif getirmiyor. Direniş hareketinin biçimi, tümüyle bu toplantıda belirleniyor.
K. Türkler’in düşündürmek istemediği bellidir. Düşündürmek bir yana, işçi sınıfının bilincinin ekonomik mücadelenin ötesine gitmemesini ister gibidir. Belki bunu bilinçli bir sendika lideri olarak bilinçli yapar. Ona göre, işçiler üretim sürecinde çalışma veya çalışmama konusunda karar sahibi olurlarsa, o zaman her şey kendiliğinden halledilmiş olur. Bunun ötesinde herhangi bir şeye gerek yoktur. Bu kadarını söylüyor. İşçi sınıfını böylelikle dizginlemiş oluyor. Bundan başka da bir şey söylemiyor ve sözlerini bitiriyor. Kesinlikle bir hedef göstermiyor. Hedef, sadece üretimdir. İşçilerin üretime katılmaları veya katılmamalarıdır bütün gerekli olan.
“...Direnme hareketlerine başlandığı takdirde, çünkü yazılı tekliflerde var, onları hepsini toparlayarak söylüyorum, fabrikalarda oturarak vakit geçirmekte gereksiz. Fabrikalarda nöbetçi bıraktıktan sonra, kendi muhitlerindeki yollarda, sokaklarda, halk arasında pankartlarla yürüyüş yapmak. Buna gene işçilerin kendisi karar verecek. Bir yandan bir fabrika işçileri yürüyüşe katıldıktan sonra önünden geçen fabrikadakiler onlara katılacak. Yürüyüş ve mitingleri biz düzenleyeceğiz. Tahminen çarşamba sabahtan itibaren İstanbul’un muhtelif yerlerinde yürüyüşler yapmak şartı ile Taksim veya bir başka meydanda saat 17.00’den sonra miting yapacağız... Bu işler için hemen yarın mı diyelim, daha yakım mı diyelim genel grev mi? Ben bunları teklif ediyorum. Bu kararlar sizindir...”
15-16 Haziran Kalkışması
15 Haziran Pazartesi günü, işyeri temsilcileri, işyeri yetkililerine işi bırakacaklarını söylerler. İşyeri yetkilileri, işçi temsilcilerine bu hareketin kanunsuz olduğunu hatırlatır. Ancak temsilciler, haklarını almak için iki gün direnişe geçeceklerini, bu nedenle bütün işçilerin işi bırakacaklarını söylerler. İşyeri yetkililerinin yaptıkları teklifleri kabul etmezler ve iki gün işe gelmeyecek olanların işlerine son verileceği konusundaki uyarıyı dikkate almazlar. Direnişe katılmayacak olanları döve döve götüreceklerini söylerler. İşyeri baş temsilcisinin çaldığı düdük ile işçiler fabrika önlerinde toplanır, yürüyüşe geçerler. Eli sopalı işyeri temsilcileri, çağrıya katılmayanları fabrikadan dışarı çıkartır.
“...Yapılmak istenen değişiklikleri protesto etmek amacı ile bütün gücümüzü ortaya koyup yürüyüş yapacağız. Karşımızda Arçelik işçisi var. Diğer fabrika işçileri de bizlerle birlikte yürüyecektir. İcap ederse, Ankara’ya kadar yürüyüp Meclise girip kendi kanunlarımızı kendimiz yapacağız. Bizin işverenle hiçbir ihtilafımız yoktur. Fabrikamıza en ufak bir zarar gelmeyecektir. Burası bizim ekmek yediğimiz yerdir..” Otosan Fabrikası. 15 Haziran 1970.
“...Anayasal haklar işçilerin elinden alınmaktadır. Bu nedenle direnişe gececeğiz ve bütün değerleri yaratan işçilerin haklarını Amerikan emperyalistleri ve onların yerli işbirlikçileri tarafından alınmasına müsaade etmeyeceğiz...” Kavel Kablo. 15 Haziran 1970.
Baş temsilciler, işçilerin toplandığı fabrika önünde yüksek bir yere çıkarak işçilere yapacakları eylemin amacını anlatırlar. Bütün fabrikada çalışanlarla bir olup yürüyeceklerini söylerler. İşçiler, daha sonra fabrikanın güvenliği ve giriş çıkışlarının kontrolü için birkaç nöbetçi bıraktıktan sonra yürüyüşe geçerler.
İlk günkü olaylara çeşitli işlerlerinden 70 bin işçinin katıldığı sanılmaktadır. Pazartesi sabahı işyerlerine gelen işçiler, önce işyerlerinde sessizce direnişe geçerler, daha sonra fabrikadan çıkarak yürüyüşe başlarlar. İstanbul’da yürüyüş, birkaç koldan olur. Kadıköy bölgesinde, Ankara yolu üzerindeki fabrikalardan çıkan işçiler Kartal yöresine doğru yürüyüşe geçerler. Eyüp yöresindeki fabrikalarda çalışan işçiler, Topkapı’ya doğru yürürler. Bakırköy’deki fabrikalarda çalışanlar ise Londra asfaltından yürüyüşe geçer ve şehir içinde özellikle Taksim, Gümüşsuyu ve Şişli yönüne doğru yürürler. Tuzla ve Çayırova yörelerindeki fabrikaların işçileri ise Gebze’ye doğru yürürler.
Yürüyüşlerin başlaması ile işçilerin yürüdüğü yollardaki trafik kesilir. Yürüyüşün başlangıcında, yürüyüşe katılmayanlar çıkar. Bunlar, işyeri temsilcileri tarafından zorla fabrikadan çıkartılır. Yürüyüşe başlandıktan sonra, çeşitli noktalarda polis barikatları ile karşılaşılır. Polisin yürüyüşe katılanları gözaltına alması üzerine, işçiler, karakollara doğru yürür, gözaltına alınan arkadaşlarının serbest bırakılmalarını ister. Polisler, bu işçileri serbest bırakmak zorunda kalır.
Yürüyüş sırasında işçiler, Ulus Basımevi ve Ulus gazetesine girerler. Burayı iki saat süre ile işgal altında tutaklar. Yürüyüş boyunca, bazı fabrika önüne gelen işçiler, buradaki işçilerin da yürüyüşe katılmaları için çağrıda ve tezahüratta bulunur. Ancak bu fabrikalardaki Türk-İş yöneticileri, işçilerin yürüyüşe katılmalarını engeller. Bir başka fabrikada, işçiler, yabancı sermayeli şirketin yabancı müdürü tarafından yürüyüşe katılmaları yönünde teşvik edilir. Ama aynı şirketin Türk müdürü, bunların yürüyüşe katılmalarını engellemek için elinden geleni yapar, ama başaramaz.
15 Haziran günü yapılan yürüyüşler, DİSK bünyesinde oluşturulan bir komite tarafından yönetilmiştir. Yürüyüşe 100’ün üzerinde işyeri katılmıştır. Bunların çoğunluğu DİSK’e bağlı sendikalara üye işçilerdir. Ancak Türk-İş’e bağlı sendika üyesi olan işçilerin de direnişe katıldığı görülür.
16 Haziran Günü
İlk günkü direnişte önemli bir olayla karşılaşılmamış olmasına karşın, 16 Haziran günü direniş olaylı geçer. İşçiler, ikinci gün de çeşitle kollardan sabahın erken saatlerinden başlayarak yürüyüşe geçerler. Topkapı’dan yürüyüşe başlayan işçiler, buradan çeşitli kollara ayrılarak devam ederler. Cağaloğlu'na gelen bir grup, buradan vilayetin önüne gelmek ister. Zırhlı birlikler, yolda barikat kurmuştur. Bu barikatı aşan bir kısım işçiler, yan sokaklardan vilayetin önüne gelir, buradan Eminönü’ne iner. Bu sırada, İstanbul ve Beyoğlu yakasındaki işçilerin birleşmesini önlemek amacı ile köprüler açılır. Köprüden geçemeyen işçiler, sandal ve motorlarla karşı yakaya geçer, Beyoğlu’na çıkar. Bu yürüyüş kolunun diğer kısmı, geriye, Topkapı yönüne döner. Sur dışından Fındıkzade’de ikiye ayrılan yürüyüş kolu, Fatih üzerinden Saraçhane’ye, orandan da Unkapanı köprüsüne gelir. Ancak köprü açılmıştır. İşçiler, geri dönmek zorunda kalır.
Levent ve Mecidiyeköy yöresinden gelen işçiler, Levent’te bir polis barikatı ile karşılaşır. Barikattaki işçiler, yürüyüş kolunun önündeki kadın işçileri coplar. Bunun üzerine çatışma başlar. Çatışma sonucu işçiler barikatı aşar ve yürüyüşe devam eder.
Yoğurtçu Parkı Çatışması
Kadıköy bölgesindeki en büyük çatışma, Yoğurtça Park civarında olur. Bu çatışma sırasında bir polis ölür. Çeşitli yerlerden gelen işçiler, buradaki barikatı da aşarak Kadıköy iskelesinde toplanır. İskele civarındaki olaylarda polis silah kullanır. Çatışmalar çok şiddetli olur. Kaymakamlık binasında yangın çıkar. Bazı polis arabaları ve sivillere ait birçok araba ile Adalet Partisi binaları tahrip edilir.
Kadıköy yakası ve özelikle Ankara asfaltı üzerindeki işlerlerinde çalışan içiler, Üsküdar ve Kartal yönünde iki koldan yürür. Kartal köprüsüne gelen yürüyüş kolu, burada kurulan barikatla karşılaşır. Bu sırada Çayırova’da çalışan işçiler, Kartal’a doğru yürür. Yol boyunca yer alan fabrikada çalışanların katılması ile bu yürüyüş kolu, çok büyür. Bu yürüyüş kolu, Bağdat caddesi üzerine gelir. Burada karşılaşılan barikatlar, kolaylıkla aşılır.
İzmit Yürüyüşü
İzmit’te, 16 Haziran günü işçiler, Maden-İş Sendikası Bölge temsilciliği önünde toplanır ve yürüyüşe geçerler. İlk gün sendika temsilcilerinin engellemesi ile yürüyüşe katılamayan fabrikalardaki işçiler, iş yerlerini terk ederek yürüyüşe katılırlar. Kent merkezine doğru yürüyüşe geçen işçiler, yolda art arda kurulan iki komando barikatı ile karşılaşır. İşçiler bu barikatı aşarlar ve yeni işçilerin aralarına katılmalarını sağlarlar.
Buradan kent merkezine doğru yönelen işçiler, yolda yine iki barikatla karşılaşır. Bu sırada İçişleri Bakanı kenttedir ve yürüyüş kolunun kente girmesine engel olunması için kesin emir vermiştir. İşçiler, kurulan iki barikatı aştıktan sonra, kente 12 km kala kurulmuş üçüncü bir barikatla karşılaşırlar. Burada bazı görevliler, işçi liderlerini yürüyüş kolundan ayırabilmek için sizi kolordu komutanı görmek istiyor der. Ama işçi önderleri bunu kabul etmezler. Bu arada bir işçi temsilcisinin polis tarafından gözaltına alındığı haberi gelir. İşçilerin polis merkezine doğru yürümek istemeleri sonucunda bu işçi temsilcisi hemen serbest bırakılır.
İşçiler, kurulan son barikatı da aşar, kent merkezindeki cadde boyunca yürür ve Atatürk anıtına gelir. Burada yapılan konuşmalardan sonra Kolordu Komutanlığının önüne gelinir. Ordu lehine tezahüratta bulunurlar. Buradan çocuk parkına gelinir. Erkesi gün yapılacak eylemler için kent merkezindeki Maden-İş sendikası önünde buluşmak üzere ayrılırlar.
TİP’in Görüşleri
Türkiye İşçi Partisi, olaylarla ilgili gelişmelerin içindedir. Sınıf hareketinin niteliği, TİP basın bülteninde şu şekilde dile getirilir.
“...Sıkıyönetim ilanı, iktidarın sermayeden yana ve işçilerin karşısında olduğunun yeni bir kanıtıdır. İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilanı, Anayasaya aykırıdır. Anayasada, sıkıyönetimin ancak bir savaş hali, ayaklanma ve vatan ve cumhuriyete karşı bir eylemli kalkışma olduğunda ve bununla ilgili kesin delillerin ortaya çıkması ile ilan edilebileceğini gösterir. Oysa işçilerin dünkü yürüyüş ve direnişleri, hükümet ve yerel yöneticilerin basiretsizliği yüzünden kana bulanmıştır. Bu durum, yukarıda belirtilen hallerin hiç birine girmez. Hükümetin sendika özgürlüğünü kısıtlayan tasarıyı geri çekeceğini açıklayarak olayların önünü alabilirdi. Bunu yapmayıp sıkıyönetim ilan etmesi, onun sermayeden yana olduğunu bir kere daha gözler önüne sermiştir. Türkiye İşçi Partisi, daima demokratik haklar ve işçi ve emekçi sınıfların yanındadır.”
Aynı gün yayınlanan ikinci bir bildiride, şu ifadelere yer verilir:
“...Sıkıyönetim ilanı, iktidarın sermayeden yana ve işçilerin karşısında olduğunun yeni bir kanıtıdır. İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilanı, Anayasaya aykırıdır. Anayasada, sıkıyönetimin ancak bir savaş hali, ayaklanma ve vatan ve cumhuriyete karşı bir eylemli kalkışma olduğunda ve bununla ilgili kesin delillerin ortaya çıkması ile ilan edilebileceğini gösterir. Oysa işçilerin dünkü yürüyüş ve direnişleri, hükümet ve yerel yöneticilerin basiretsizliği yüzünden kana bulanmıştır. Bu durum, yukarıda belirtilen hallerin hiç birine girmez. Hükümetin sendika özgürlüğünü kısıtlayan tasarıyı geri çekeceğini açıklayarak olayların önünü alabilirdi. Bunu yapmayıp sıkıyönetim ilan etmesi, onun sermayeden yana olduğunu bir kere daha gözler önüne sermiştir. Türkiye İşçi Partisi, daima demokratik haklar ve işçi ve emekçi sınıfların yanındadır...”
Türkiye İşçi Partisi, 19 Haziran 1970 tarihinde bir bildiri yayınlar. Bildiride, işçi sınıfının sendika yasasında istenen değişikliklerin ne amaçla yapılmak istendiğinin farkında olduğu, buna karşı harekete geçen işçileri parti olarak tamamen desteklediğini duyurur.
Türkiye İşçi Partisi Genel Yönetim Kurulu, 11 Ekim 1970 tarihinde yaptığı toplantıda 15-16 Haziran olaylarını görüşür ve bir rapor hazırlar. Bu Rapor, ayrıca 2931 Ekim 1970 tarihlerinde yapılan Büyük Kongreye sunulur.
Parti, 15-16 Haziran olaylarını son zamanlarda işçi sınıfının yükselen genel sınıf eylemi perspektifinden değerlendirir. İşçi sınıfının eylemi, özellikle 1965 yılından sonra nitelik değiştirmektedir. Bu eylemler, her ne kadar temel olarak ekonomik çıkarlar doğrultusunda olsa da, 1968 yılındaki Derby lastik fabrikası işgali ile yeni bir düzeye ulaşır ve böylelikle ilk defa yasal sınırların zorlanır. Bunun ardından 1969 Alpagut linyit işletmesi işgali ile ilk defa bir işlerinde işçi yönetimi uygulamasına tanık olunur. Son olarak da 15-16 Haziran olayları ile işçiler, ilk kez belirli bir işyerini ve belirli bir işvereni aşarak doğrudan genel grev niteliğinde bir direniş şeklinde gelişen politik eylem yapar.
Eylemlerin yeni boyut kazanmasının başlıca nedenleri, egemen sınıfların sınıfsal nitelikleri gereği kapitalist kalkınma yolunda ısrarlı olmaları, buna karşılık emekçe ve özellikle işçi sınıfının örgütlü olmayan bölümünün yaşam koşullarının kötüleşmesi ve sanayi işçilerinin ekonomik mücadele deneyimlerinin artması sonucu grev ve işgal gibi yığın eylemlerine yönelmesidir.
Sendikalar kanununun iptali için Anayasaya başvuran Türkiye İşçi Partisi, aşağıdaki açıklamayı yapar:
“...Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Şaban. Yıldız, yürürlüğe giren 274 sayılı sendikalar kanununun I. Maddesinin iptalinin ham usul, hem de esas yönünden bozulması istemi ile Anayasa mahkemesine başvurmuştur...”
“...Esas hakkında iddiada, özellikle sendika birliklerinin men edilmesinin, işverenlere lokavt hakkının tanınmasının, sendika üyeliklerinin yetkili organ onayına bağlanmasının, üyelikten çıkışların noter huzurunda olmasının, bir sendika veya federasyonun faaliyette bulunabilmesi için o iş kolundaki sigortalı işçilerin 1/3’ünü temsil etmesi koşununun, bu tip sendika ve federasyonlardan en az 1/3’ünün ve sendikalı işçilerin en az 1/5’inin üye sıfatı ile bir araya gelmesine bağlanmasının, Anayasa ve Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ile Uluslararası çalışma sözleşmelerine aykırı olduğu açıklanmaktadır...”
Dilekçede, ayrıca, yasa uygulamasının telafisi imkânsız sonuçları açısından bir an önce yeniden ele alınması gerektiği belirtilmektedir.
Türkiye İşçi Partisi Kongre Kararlarında işçi sınıfının ekonomik mücadelesi şu şekilde dile getirilir:
Sendikalar, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin örgütlü biçimidir. Ekonomik mücadeleler, zamanla genel grev, sempati grevleri, direniş, gösteri ve yürüyüş biçimini alarak politik nitelik kazanır, bugün bu politik oluşum, Türkiye sendikacılığının ayırt edici özelliğidir. Toplu sözleşmelerin, işçilerin bütün sorunlarını çözeceğini ileri süren anlayış, egemen sınıflara hizmet eder. Oysa işçi sınıfı sorunlarının son ve kesin çözümü politik iktidardan geçer. Mevcut kapitalist sistem çerçevesinde işçi sınıfı için taviz koparma düşüncesi sosyal demokrat bir anlayıştır ve bu anlayış, işçi sınıfının, müttefiki emekçi sınıflarla iktidara gelmesi görüşüne karşıdır. 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılmak istenen değişiklikler, sendika özgürlüğünü sınırlamak ve bu doğrultuda işçi sınıfının devrimci sendikalarının gelişmesini önlemek amacını taşır. Türkiye İşçi Partisi, işçi sınıfının kendi haklarını savunması mücadelesinde yer alır. Sendika örgüt ve hareketi, kendi sınıf partisinden bağımsız, ama onun paralelinde ve onun destekleyicisidir. Bu amaçla, işçi sınıfının ve emekçi kesiminin iktidarı kaçınılmazdır.
 

Sınıf Tavrına Karşı Küçük Burjuva Dönekliği

Marksizm ve sınıf birbirinden ayrılmaz nitelik taşıyor alsa da, sınıf kavramını ilk ortaya atan Marks değil. Hatta Marks, sınıf çıkarlarının birbirinden faklı ve uzlaşmaz olduğunu ortaya koyma şerefinin kendisine ait olmadığını söyler. Marksizm'in getirdiği yenilik, sınıflar arası mücadele tarihinin bizatihi insanlık tarihinin kendisi olduğunu söylemesidir.

Farklı sınıflar arasında karşıtlık ve aralarında mücadele, insanlık tarihini biçimlendiren temel olgu olmaktadır. Kapitalist topluma gelindiğinde tarih sahnesine çıkan iki sınıf; işçi sınıfı ve sermaye sınıfı çıkarları taban tabana zıttır. Diyalektik materyalizm, bu karşıtlığın tez ve antitezi oluşturduğu ve artık bunların sentezi ile bundan sonra sınıfsız topluma geçileceğini ortaya koyar.

Marksist sınıf tanımının, öncekilere kıyasla temelli farklılıklar gösterdiğini belirtmek gerekiyor. Sınıf olgusu, üretim sürecine katılım biçimi, üretim araçları sahipliliği ve bu ilişkiler bağlamında oluşan kolektif sınıf bilinci ile ortaya çıkar ve biçimlenir.

Sınıfı belirleyen bu unsurlar, soyut bir üretim modeli, örneğin Marks’ın yeniden üretim modeli içinde daha açıklıkla anlaşılabilir. Böyle bir modelde, en yalın biçimiyle üretim ilişkileri, emek + sermaye -> meta biçiminde tarif edilir. Bu modelde ilişkiye giren taraflar olarak sadece iki sınıf yer alır: işçi sınıfı ve sermaye sınıfı.

Burjuva toplumunda işçi sınıfı “özgür emekçi” niteliğindedir. Üretim modeli soyutlaması ile işçiler kim için, nerede ve ne zaman çalışacakları hakkında hiçbir zorlamaya tabi değildir. Artı, örneğin toprak sahibi köylüden farklı olarak, satacağı işgücü dışında hiçbir mülkiyete (geçimlerini sağlamak için) sahip değillerdir. Bu nitelikler, model içinde işçi sınıfının yer alış biçimini tanımlar.

Burjuva ise, üretim sürecine, üretim araçları sahipliliği ile (sermaye koyarak) katılır.

Marks'ın yeniden üretim modeli, gerekli olan tüm kavramları yalın, ama eksiksiz olarak verir. Kapitalist toplumda işçi ve burjuva sınıfları yanı sıra başka sınıfların da var olduğu görülür. O halde, bu sınıfların konumunun model içinde belirlenmesi gerekir. Bunu yapmak için, Marks’ın modelinde izlediği yöntemin aynısı uygulanabilir. Marks, yeniden üretim modelinde en basit durum olan basit yeniden üretimden başlar. Bu en yalın biçimi elde etmek için kullanılan varsayımlar kaldırıldığında, model giderek karmaşıklaşır. Basit halinde artı değer yoktur. Bu durumda sadece kendini yenileyebilir. Artı değerin elde edildiği durumda model, genişletilmiş yeniden üretimi modeline dönüşür.

Benzer şekilde, modelin içinde yer alan sınıf varsayımı değiştirilir ve işçi ve burjuva yanında, örneğin, köylülük dahil edilirse ne olur?

Üretime katılış biçimi ile ele alındığında, köylülük emekçidir; o halde, emek + sermaye için verilen modelde, emek tarafında yer almalıdır. Ama, öte yandan aynı zamanda bir üretim aracı niteliğindeki toprak sahibi olan köylü, modelin diğer tarafına da uygun düşmektedir. Demek ki, Marks'ın yeniden üretim modeli, köylülük için uygun düşmüyor.

Köylülük ile karşılaşılan sorun, esas olarak onun bir önceki feodal döneme özgü sınıf oluşu ile bağlantılıdır. Demek ki köylülük, kapitalizmin ilk aşamasında önceki üretim tarzına özgü olsa da var olmayı hala daha sürdürmektedir. Bu tespit doğrudur; nitekim ancak kapitalizmin yaygınlaşıp tüm kesimleri içine aldığı ve eski üretim tarzlarını tümüyle tasfiye ettiği zaman köylülük ortadan kalkmaktadır. Nitekim bugün gelişmiş kapitalist ülkelerde olan da budur. Köylülük yanı sıra, geleneksel tarım ekonomisi bile zamanla tasfiye edilmekte ve tarım üretimi modern kapitalist çiftliklerde, kapitalist sermaye aracılığı ile yürütülür hale gelmektedir.

Aynı durum, küçük burjuva olarak tanımlanan esnaf, zanaatkâr, vs. gibi sınıflar için de geçerlidir. Onların modeldeki konumu da köylülük ile benzeşir. Üzerinde ayrıntı ile durmaya değmez. Bu kesimlerin günümüzde her adımda silindiği ve ortadan kalktığı görülmektedir zaten.

O halde, Marks'ın üretim modeline uymayan sınıf ve tabakalar, kapitalizm sonrası değil, önceki döneme has olmaları nedeniyle, bu sınıf ve tabakalarla ilgili karşılaşılan sorunlar da esas olarak kapitalimi ilgilendirmektedir ve onun bağrında "asalak" niteliğini taşıdığı için onun tarafından çözümlenmesi gerekir. Nitekim de kapitalizm köylülüğün çözülmesi ve bağını bahçesini bozup kentlere geniş işsizler ordusu oluşturması için elinden geleni yapmaktadır. Bunun sonunda da günümüz gelişmiş kapitalist toplumlarında köylülük neredeyse tümüyle tasfiye edilmektedir. Aynı durum, küçük burjuva kesimi için de geçerlidir.

Kapitalist sermaye dışında küçük mülk (üretim aracı) sahipliliğini oluşturan küçük burjuva kesimleri de hızla proleterleşmekte ve yok olmaktadır.

Gerçekten de, köylülük ve üretim aracı sahipliliği ile bağlantılı küçük burjuva sınıfların sorunları kapitalist topluma kıyasla devrimci değil, ama reformist yöntemlerle çözümlenmelidir. Bu bağlamda, bu sorunun muhatapları da burjuvazi olmaktadır. Burjuvazi de bunu en etkili biçimde yapmakta ve bu kesimleri hızla yoksullaştırıp tasfiye ederek proletaryaya katılmaya zorlamaktadır.

Son olarak, acaba üretim aracı sahipliği söz konusu olmayan ama yine de modelde temel iki sınıf dışında kalan "emekçi kesimler" vardır. Hatta "beyaz yakalılar" olarak da tanımlanan bu kesimler günümüz kapitalist toplumlarında sayıları hatırı sayılır düzeye gelmiştir. Bu kesimlerin modele katılması durumunda sonuç ne olacaktır, merak konusudur.

Şimdiye kadar Marks'ın üretim modelinde yapılan değerlendirmeler, onun yalın hali korunmuş olsa bile kapitalist sistemi oldukça iyi temsil etmekte olduğunu ortaya koymaktadır. O halde, esas itibarı ile üretim sürecine emeği ile katılmakta olan emekçe kesimlerin de model içinde yer alabilir olması gerekir.

Üretim aracı sahibi olmayıp da geçimini "nitelikli emek" ile sağlayan, ama yine de işçi sınıfı dışında kalan doktor, mühendis, vs. gibi kesimlerin durumunun ele alınması için, modelde emek tanımına emeğin üretim sürecine katılış biçimine biraz daha yakından bakmak gerekiyor.

Modelde emeğin konumu ve üretim araçları sahipliliğini üzerinde duruldu ama, üretim sürecine bu biçimde katılan işçi sınıfının tanımı ile bağlantılı bir husus üzerinde pek durulmadı. Bu da nitelikli emeğin yeri için bir ipucu sağlayacak gibi görünmektedir. Ama bundan önce, emeğin üretime katılış biçimi üzerinde biraz daha durmak gerekiyor.

Üretime katılan emek ile ilgili çok çeşitli ayrım yapmak mümkündür. Ama tümü de iki genel sınıflama içinde yer alıyor gibidir. Bu da kol emeği ve kafa emeği ayrımıdır.

Aldığı ücret karşılığı emeği geçinenler ve "ücretli" olarak tanımlananlar, emeğin niteliği bakımdan iki farklı kesimi oluşturur. Kol emekçileri esas olarak işçi sınıfına karşılık gelirken, kafa emekçisi ise ücretli olarak çalışıyor olmalarına karşın kol emekçisinden farklı ele alınmalıdır.

Şimdi kol ve kafa emeği arasındaki ayrım bağlamında Marksist sınıf tanımı içinde sözü edilen bir kavram üzerinde durmak gerekiyor.

Bu kavram, bir sınıf olgusu ile ayrılmaz ve onun bir parçası niteliğindeki sınıfa özgü "kolektif bilinçtir". Sınıflar, üretim sürecine katılış ve üretim araçları ile ilişkileri bağlamında bir bilinç düzeyine ulaşır. İşçi sınıfı ve burjuva sınıfı, vs. gibi. Kolektif sınıf bilinci oluşumuna katkıda bulunan çok çeşitli unsur vardır; gelir düzeyi, yaşam koşulları, kültür, ideoloji, akla ne gelirse bu kapsamda düşünülebilir.

Kol ve kafa emekçileri bağlamında bütün bu kolektif bilinç unsurlarında belli ölçüde farklılıklar olduğu görülür. Çünkü kapitalizmde kol ve kafa emeği arasında içerik ve nitelik açısından farklılıklar vardır ve bu durum, onları sınıf bilinçliliğinde belirli farklı yönlendirmelere itmektedir.

Kapitalist toplumda, işçi sınıfı ile köylülük arasında, kent ile köy arasında olduğu gibi, benzer nitelikte kol ve kafa emeği arasında da ayrımlar olabilmektedir. Her ne kadar bu karşıtlık uzlaşmaz olmasa da, ayrım yine de vardır. Köken itibarı ile, emeğin niteliği ve yoğunluğu itibarı ile ve sonuç olacak gelecekle ilgili beklentiler itibarı ile bu iki kesim farklı sınıf özellikleri sergilemektedir.

Bu ayrımın belirgin bir sınırının olmadığını da belirtmek gerekir. Dahası, zaman içinde gelişmeye paralel olarak kol ve kafa emeğinin üretim sürecine katılışında farklılıklar ortaya çıkar. Kimi yerde kol emeğinin yerini giderek kafa emeği alırken, kimi zaman üretimde uzmanlaşma kol emeğinin niteliğinin artmasına yol açar ve onu kafa emeğine yakınlaştırır. İşbölümünün artışı da gerek kol ve gerekse kafa emeğini basitleştirmekte ve sıradanlaştırmaktadır. Gerçekte günümüz kapitalizminde kol ve kafa emeği arasındaki ayrımın kimi yerde kalktığı, kimi zaman da birbirinden uzaklaştığını söylemek mümkündür.

Emek sürecindeki farklılıklar ve birbirine geçişme sürerken, aynı zamanda her iki kesim arasında örneğin, gelir düzeyi, işveren yönetim hiyerarşisi içinde yer alış ve işveren menfaatlerine yakın duruş gibi özgün sınıfsal bilinçliliğine ilişkin diğer etmenlerin ayrımı belirleyen olgular olarak öne çıktığı görülür. Üretim ilişkisi içinde işverene yakın olan üst kademe yöneticiler ve çevresi ile, kol emeğine yakın alt kademede yer alanlar ayrımı yapılabilir. Bu ayrıma göre, alt kademede yer alanların işçi sınıfına sadece konumlama değil, ama sınıf bilinçliliği açısından da yakın ve işçi sınıfı ile kader birliği yapığı söylenebilir.

Yeniden Marks'ın üretim modeline dönüldüğünde, bir kez daha onca yalınlığına karşın, Marksist sınıf tanımı içinde yer alan nitelendirmeler ile birlikte, farklı sınıfları oldukça başarılı bir biçimde temsil ettiği görülür. Bu durum, ücretli kesim için yapılan sınama için de bir kez daha anlaşılır. Ücretlilerin model içinde konumu ve üretim aracı sahipliliği testleri yanı sıra, son olarak sınıf bilinci için yapılan sınama ile modele yerleştirilmesi mümkündür. Bu onları emekten ve sermayeden yana tavır koymalarını açıklar.

Son olarak, modelin ideal kapitalist toplumlar için geçerli olduğu belirtilmelidir. Bundan şu sonucu çıkarmak mümkündür. Yani bu nitelikteki toplumlarda, sınıfların yer alışı nettir: Ya işçi sınıfı yanında olacaklar, ya da ona karşı sermayeden yana konumlanacaklardır.

Daha önce, bu "ara" sınıfların üretim araçlarına sahip olan kesiminin sermayenin yoğun saldırısı altında kaldığı ve hızla tasfiye edilmekte olduğundan söz edilmişti. Bu durum onları savunmaya geçmeye ve sermayenin bu saldırısına karşı koymaya itmektedir.

İşçi sınıfının kurtuluşu için bir ideoloji olması nedeniyle, Marksizm’in kendilerine çıkış yolu arayan bu kesimler tarafından da benimsenmesine hiç kimsenin bir diyeceği olamaz. Nitekim Marksist olsun olmasın, kendine “sol” veya “sosyalist” tanımını yakıştıran çok çeşitli siyasi görüşlerin olması çok doğaldır. Burjuvazi karşısında yenilen ve üretim araçları elinden alınan aristokrasi, kendini savunmak için işçi sınıfı sömürüsünü öne sürer. Benzer biçimde, modern kapitalizm ile eski ayrıcalıklı konumlarını yitiren küçük burjuvazi, içine düştüğü bitkisel yaşamdan çıkmak ve proletarya sınıfları içine itilmekten kurtulmak için can havli ile devrimci nutuklar atar.

Bir başka deyişle, sermayenin sistemini yerleştirmek ve egemenliğini pekiştirmek için uyguladığı reformlar bu kesimleri can havliyle işçi sınıfı ideolojisine sarılmak ve sermayeye karşı koymak için işçi sınıfının gücünden yararlanmak, ona tutunmaya iter.

Ama bunu yaparken de, Marksizm’in işçi sınıfının ideolojisi olduğunu unutup, işçi sınıfından kendisini arasına katmasını ister. Hatta bununla da kalmaz, işçi sınıfını kendi amaçları için kullanmaya kalkar. Bunu sağlamak için onun kendi sınıfsal tavrını korumasını istemez. Onun sınıf kararlılığı ve duruşunu kabul etmez. Bunu sözüm ona sınıf indirgemeci olmakla suçlar.

İşte bu durum, kesinlikle kabul edilemez.

Nitekim Mark ve Engels de, "emekçi sınıfların kurtuluşu" sorunu bağlamında bu ayrımı açıklıkla ve önemle koymaktadır. Marksizm, komünistlerin işçi sınıfı dışında kendilerini işçi sınıfına yakın hisseden diğer emekçi sınıf ve tabakaları kendilerine dert etmesine gerek olmadığını söyler. Nasıl olsa, işçi sınıfının kurtuluşu, aynı zamanda emekçi sınıfların tümünün kurtuluşu anlamına gelecektir.

Marks ve Engels, ömürleri boyunca kopmadıkları kendi siyasi eylemlerinde bunu hassasiyetle gözlemişler ve komünist partilerin içine küçük burjuva zihniyetinin nüfuz etmemesi, sınıf tavrının her ne pahasına korunması ve kollanması için gayret etmişlerdir. Üstelik sınıfsal tavrın bir an bile gözden kaçırılmasının onarılamaz felakete yol açacağını da göstermişlerdir.

Nitekim, Marks ve Engels, Alman Sosyal Demokratlarını içine sızan küçük burjuva unsurlardan arındırmak için ellerinden gelen çabayı gösterdiler. İlk önce küçük burjuva Lasallcılar ile komünist Ayzenahçıların birleşme sürecini enine boyuna incelediler. Daha sonra Alman işçi sınıfı için felaket anlamını taşıyacak bu birleşmeyi engellemek için var gücü ile çaba gösterdiler. Ancak çok uzun süren uğraşlar sonucunda, parti içindeki küçük burjuva unsurların partiden atılmasını sağladılar.

Ama heyhat! Küçük burjuva kaypaklığı parti içine sinmişti ve bu tasfiyeye rağmen partinin içine girmiş bu mikrobun arınması mümkün olmamıştı. Sınıf tavrını kararlı bir biçimde sürdürmek ve bu tavrını koymak adına dönüm noktasına gelindiğinde, birleşme sonrasında Enternasyonal’in en büyük partisi haline gelen Alman Sosyal Demokratları, işçi sınıfı davasına döneklik ettiler ve 1914’de burjuvaziye destek verdiler.

Dönekliğin sınırı yoktu ve gerisi geldi. Burjuvazi ile işbirliği yaparak 1918 Alman Devrimi'ni sabote ettiler. Spartaküs Birliği öncülerini hükümet ve yerel idarelerden tasfiye için burjuvazi ile işbirliği yapıp var güçleri ile çaba gösterdiler. Daha sonra dönekliklerini Alman işçi sınıfının yılmaz savaşçıları R. Lüksemburg ve K. Liebneckt dahil sayısız Alman komünistlerini haince öldürmeye kadar vardırdılar.

Küçük burjuva döneklerinin bu hainliği, komünistlerin sınıf tavırlarını koruma kararlılığı için ilelebet ibret vesilesi olacaktır.

Marksistler arasında sınıf tavrının korunmasının hayati önem taşıdığı hala daha tam olarak anlaşılamıyor. Sovyet devrimi ile gündeme getirilen işçi-köylü ittifakı, yada Çin devrimi ve benzeri devrimlerde köylülüğün devrimci ruhu, vs. gibi değerlendirmeler ile küçük burjuva radikalizmi her aşamada canlandırılmak ve sınıf hareketi önüne çıkartılmak isteniyor.

Oysa Marksizm, bütün bu arayışları başından beri kesip atan değerlendirmeleri yapmış durumda. Proletarya devrimi, ancak kapitalist ülkelerde, işçi sınıfının toplumun çoğunluğunu oluşturduğu koşullar altında mümkün. Dolaysı ile Sovyetler veya bir başka “devrim” niteliğinde hareketlerin Marksist anlamda proletarya devrimi ile ne kadar yakın ilişkili olduğunu sorusunun yanıtını tarih verecektir ve vermektedir de.

Ama küçük burjuva mantığı, aceleci, maceracı ve son aşamada dönek olduğu kadar, aynı zamanda da saldırgan ve küstahtır. Şimdi de, sınıf tavrını koruyanlara karşı getirdikleri sınıf indirgemeciliği suçlaması ile bir taraftan da işçi sınıfına inançsızlığı pompalamak istemektedir. Buna kanıt olarak sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş gibi günümüz kapitalizminde özgü olduğu söylenen kimi süreçlere atıf yapılıyor ve işçi sınıfının sayıca azaldığı yalanına başvuruluyor. Güya artık “beyaz yakalılar” öne çıkmıştır ve devrimci sürece katılması kaçınılmazdır.

Gerçekte küçük burjuva mantığı, var gücü ile kol ve kafa emeği arasındaki ayrımı işlemeye ve bu iki kesim arasında sözüm ona uzlaşmaz zıtlıkların olduğu propagandasını yaymaya çalışmaktadır. Bunun için de, Marksist sınıf vurgusuna saldırmakta ve bunu her fırsatta aşağılamaya tevessül etmektedirler. Sınıf indirgemeciliği yanı sıra, bu bağlamda getirilen suçlamalar, örneğin, işçicilik, ekonomizm, sendikalizm, vs. tümü, gerçekte bu sınıf tavrını aşındırmaya yöneliktir. Bütün bu saldırılar da işe yaramadığı ve işçi sınıfı eyleme geçtiğinde de bu sefer onların öncülerini kışkırtıcı olarak suçlamakta ve kitleler ile bağları kopartılmak istenmektedir.

Oysa sınıf tavrından bir an bile sapmanın her zaman burjuvaziye yarayacağına ilişkin işçi sınıfı tarihinde sayısız örnekler vardır.

Elbette sınıf hareketi önüne her türlü engel çıkartılacak ve onu yolundan saptırmaya kalkacaktır. Ama bütün bu engelleri aşması için işçi sınıfı ve onun öncülerinin elinde kalacak son silah sınıf tavrı olacaktır.

Sınıf tavrının korunması hayatidir. Her adımda canlandırılan ve sınıf hareketi önüne çıkartılan radikalizm ve döneklik ancak böyle savuşturulur.

Komintern ve Enternasyonalizm - II

Sosyal Faşizm
Komintern’in, şimdiye kadar en çok eleştirilen ve sosyal demokrasiyi sosyal faşist olarak tanımlayan görüş, ilk defa Stalin tarafından ortaya atılır. Faşizm ile ilgili yaptığı tanımlamada Stalin, onun burjuvazinin bir savaş örgütü olduğunu söyler. Sosyal demokrasi ise, nesnel olarak faşizmin ılımlı kanadıdır. Burjuvazi, sosyal demokrasinin aktif desteği olmaksızın, mücadelesinde başarılı olamaz, ülke yönetiminde başarı elde edemez. Faşizm ve sosyal demokrasi, birbirine dayanır ve birbirinden güç alır. Faşizm, emperyalizm döneminde, proletarya devrimine karşı mücadele için düzenlenen iki temel örgütlenmenin siyasal bloğudur. Burjuvazi, böyle bir blok olmaksızın iktidarını sürdüremez.

Komintern, Stalin’in sosyal demokrasi için geliştirdiği sosyal faşizm tezini 1932 yılında düzenlenen icra komitesi oturumu sonuç bildirisinde resmi görüşü olarak yayınlandı. Bu bildiride, Avrupa’da burjuvazinin faşist savaş birlikleri oluşturduğu, bu doğrultuda Almanya’da imparatorluk ordusu, çelik miğfer ve nasyonal sosyalist birliklerin ortaya çıktığına değinilir. Genel olarak Avrupa’da faşizme bu ortamı sosyal demokrasi ve merkez partileri hazırlamıştır.

Komintern, gerek faşizmin ve gerekse sosyal faşizmin (sosyal-demokratlığın) kapitalizmin burjuva diktatörlüğünün ayakta tutulması ve sağlamlaştırılması için ortaya atmıştır. Çünkü, esas olarak burjuvazi, içinde düştüğü bunalım ile ne yapacağını şaşırmıştır. Sosyal demokrasi, burjuvaziye yol gösterir, burjuva diktatörlüğünün “demokratik tarzlarla” maskelenmesini önerir, onun parlamenter biçimini savunur.[6]

Sovyetler Birliğinin Savunulması
Stalin, 1927’de yaptığı bir konuşmada, sadece kim Sovyet Rusya’nın koşulsuz olarak desteklenmesini onaylıyorsa, onun enternasyonalist ve devrimci olduğunu söyler. Stalin’e göre, artık enternasyonal düzeyde karşı karşıya kalınan en büyük sorun Sovyetlerin kayıtsız şartsız savunulmasıdır. O halde devrimcilerin görevi, bu konuda hiç bir koşul öne sürmeden Sovyetleri desteklemek olmalıdır. Bu aynı zamanda enternasyonalist bir devrimci tutumdur, çünkü Sovyetler, bütün dünyadaki devrimci hareketin temelidir.
Stalin’in böyle söyleyerek, Komintern’in konumunu açıklıkla ortaya konmasına imkan sağlıyor. Stalin’in bu konuşması, Sovyetler’de parti içi muhalefetle çekişmenin en yoğunlaştığı döneme denk gelmektedir ve bu durumu Sovyetlerin varlığı veya yokluğu ile eşdeğer görür veya bu şekilde sunar. Bu nedenle de, Sovyetlerin savunulması, Stalin’e göre artık tüm dünya devrimcilerini ilgilendiren enternasyonal devrimci görev niteliğini kazanmaktadır.

Komintern içinde Sovyetler’in yürüttüğü enternasyonal devrimci mücadele, bundan sonra Stalin’in bu yaklaşımı çerçevesinde belirlendi. Gerçekte, Komintern’in kurulduğu ilk günden bu yana, her bakımdan Sovyetler’in hakimiyeti ve Sovyet liderlerinin yönlendirmesi altında bulunuyordu. Ama, artık bu yönlendirmenin tam anlamıyla Sovyetler Birliği ekseninde olacağı resmen açıklanmış oluyordu.

Sovyetler Birliğinin savunulması, elbette, bütün devrimcilerin enternasyonal görevleri arasında yer alıyordu. Ama böyle olmasına karşın, sorunun Stalin’in ortaya koyduğu biçimde ele alınışında her şeye karşın bir tuhaflık olduğu söylenebilirdi. Yine Stalin’in sözleri ile, Sovyetlerin korunması ne kadar önemli idiyse de, Sovyetler birliği dışında bir başka ülkede komünist işçi hareketinin korunması ve yükseltilmesi de aynı derecede önemliydi; özellikle de bir Avrupa devrimine yol açabilecek nitelikte işçi hareketinin yoğun olduğu ülkeler için bu böyleydi. O halde, enternasyonal mücadele bakımından ele alındığında, Sovyetler Birliğinin korunması, zincirin halkalarından birini oluşturmalıydı.

Tek Ülkede Sosyalizm
Köylülük öteden beri Sovyetler Birliğinde başlı başına bir sorun olmayı sürdürdü. Kapitalizmin azgelişmiş niteliğini yansıtan tarım ekonomisindeki geleneksel yapının korunması, en başta ülkenin büyük bir çoğunluğunu oluşturan köylülük sorununun sürekli gündemde kalmasına yol açmıştı. Devrim sonrasında da Sovyetler Birliğinde tarım ve köylülük sorunu güncelliğini korumayı sürdürdü. Devrimin hemen sonrasında köylüler (orta ve zengin köylüler) proletarya iktidarına direniş gösterdiler, kent-kır çelişkisinin derinleştiği belirli dönemlerde köylülüğün gösterdiği direniş ve ürünlerin pazara sürülmemesi, kent merkezlerinde yiyecek kıtlığı ve açlık tehlikesine yol açtı. Sovyetler Birliği’nin ilk günlerinde köylülerin bu direnişi, bir kez daha dikkatlerin köylü sorununa çevrilmesine yol açtı.Troçki, Rusya’da proletarya ile köylülük arasında bütün bu bitmez tükenmez çelişkinin uzlaşmaz nitelikte olduğunu söylüyor; bunun üstesinden gelinebilmesi– proletaryanın köylü ittifakına mahkum olmaktan kurtarılması- ve devrimin ayakta kalabilmesinin ancak dünya proletaryasının devrimine bağlı olduğunu ileri sürüyordu.

Stalin ise böyle düşünmüyordu. Lenin’in proletarya diktatörlüğü tanımı içinde proletarya ile tarımda emekçi kesimlerin ittifakını yer aldığını ileri sürüyor, bu ittifakın proletarya devrimi ve onun sürdürülmesi için kaçınılmaz olduğunu söylüyordu. Hem, dünya devrimi gecikebilirdi. O zaman proletarya devriminin kendine bir çıkış yolu bulması gerekecekti.

Stalin’e göre gerçekte “sürekli devrim” tezini ortaya atmakla Troçki, köylü hareketinin devrimci potansiyelini göz ardı etmişti. Köylü hareketinin devrimci potansiyelini göz ardı etmek, gerçekte Leninist proletarya diktatörlüğünü inkar etmekti. “Sürekli devrim” kuramı, bir tür Menşevik; yani devrimin somut koşullarını görmezlikten gelmekti. Çünkü Ekim devrimi, Avrupa’da ve dünyada, kapitalizmin emperyalist aşamasına özgü eşit olmayan gelişme yasanın ön plana çıktığı dönemde gerçekleşmişti.[7]

Lenin, emperyalizmin bu gelişimi içinde proletarya devrimini mümkün kılacak sonuçlar çıkarmıştı. Emperyalist ülkeler arası eşitsiz gelişme ve rekabetin artması, bu ülkelerde devrimci hareketlerin yükselmesine elverişli ortam yaratmaktaydı. Bu nedenle, tek tek emperyalist ülkelerin proletarya devletine karşı kuracağı cephenin kırılması mümkün olabilirdi. Bu cephenin kırılabileceği en olası durum da, emperyalist halkanın en zayıf olduğu; yani emperyalist güçlerin en alt düzeyde olgunlaştığı ve devrimin en çabuk yaygınlaşabileceği ülkeler olabilirdi. Bu bakış açısından ele alındığında, diğer emperyalist ülkelerde kapitalizm hüküm sürmesine karşılık sosyalizmin tek ülkede varlığını sürdürebilirdi.[8]

Stalin’e göre, kapitalizmin tümüyle kaldırılması ve sosyalizmin kurulması ve güçlendirilmesi mücadelesinde proletarya diktatörlüğünün gücü, proletarya ile köylü emekçilerinin ittifakı olacaktı. Lenin de bunu çok açıklıkla belirtmişti. Ayrıca Lenin’e göre, Rusya’nın proletarya devrimini mümkün kılacak özgün bir konumu vardı. Sovyet devrimi, emperyalist savaşın son derece yıprattığı işçi ve köylü kitleleri bir araya getirilebilirdi.

Stalin’e göre, sosyalizmin emperyalizmin en zayıf halkasını oluşturan Rusya’da gerçekleştirilebilmesi mümkündür. Sosyalizmin kurulması ile birlikte muzaffer proletarya kapitalist dünyanın geri kalan ülkelerine karşı, proletarya ve sömürülen sınıfların yükselen silahlı hareketine güvenerek karşı durabilir. Bir bakıma, sosyalizmin dünya çapında yaygınlaşması, ancak sosyalizmin kurulduğu Rusya’da gösterilecek bu dirençle sağlanabilir.

Stalin klasik Marksist anlayışın enternasyonal dünya devriminin gelişmiş ülkeler proletaryası tarafından gerçekleştirileceği, sanayisi gelişmiş bir ülkede sosyalizmin kurulma olasılığının daha fazla olduğu ve hatta az gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalizmin mümkün olamayacağı görüşü üzerinde durur. Ancak ona göre bütün bunlar temelde oportünist görüşlerdir; Lenin tarafından geliştirilen emperyalist ülkelerde eşitsiz gelişme kuramı, bu görüşlerin oportünist niteliğini sergiler, sosyalizmin tek ülkede, bu ülke kapitalist açıdan az gelişmiş olsa bile, mümkün olduğunu ortaya koyar. Marx’ın proletaryanın enternasyonal devrimi ile ilgili görüşlerini dile getirdiği 1870’li yıllarda, Avrupa’da hiç bir ülkede proletarya çoğunlukta değildir. O halde, proletaryanın çoğunluğu sözü ile, bir ülkedeki işçi sınıfı ve köylülüğün büyük bir çoğunluğu kastediliyor olmalıdır. Bu iki kesimin birbirleri ile ittifaka girmeleri ile (burjuva) demokrasisi kararsız hale gelir ve sosyalist devrim mümkün olur[9].

Stalin, Lenin’in devimci kuramının yalnızca tek ülkede sosyalizm ile sınırlı olmadığını söyler. Lenin’e göre, tek ülkede sosyalizm yetmez; proletarya tek ülkede sosyalizm ile yetinmekle kalmaz, ama bunu proletaryanın bütün ülkelerdeki devrimi için bir başlangıç görür. Rusya’da tek ülkede emperyalizmin eşitsiz gelişmesi ve giderek gerilemesi sonucu ortaya çıkan sosyalizm, aynı zamanda bir dünya devrimi için önkoşul niteliğindedir.

Görüldüğü gibi, daha önce sosyalizmin “gelişmiş” ülkelerde olgunlaşacağı belirtiliyordu. Şimdi bu durum tamamen değiştirilmiştir. Bugün Almanya işgal edilmiş durumdadır. Emperyalist ülkeler, bu şekilde kazandıkları zaferlerini kendi ülkelerinde sömürülen sınıflara belli tavizler vermek için kullanmakta, burada belli bir şekilde sosyal barış ortamı yaratılarak devrim hareketi geciktirilmektedir. Yine esas olarak emperyalist savaş nedeniyle Çin, Hindistan gibi doğu ülkeleri tümüyle yerinden oynamış durumdadır ve genel olarak Avrupa çizgisi içine çekilmişlerdir. Avrupa’daki emperyalizm, doğrunun kaçınılmaz olarak komple dünya devrimine yol açacak bunalıma itilmesi ile sonuçlanmıştır.

Bütün bunlardan sonra Stalin, şu sonuçlara varır: Tek ülkede sosyalizm, elbette diğer ülkelerdeki proletaryanın katkıları olmaksızın düşünülemez; aynı şekilde tek ülkede sosyalizmin kurulması, diğer ülkelerdeki proletarya devrimi için de etkili bir destek sağlayacaktır. Gerçekte, tek ülkede emperyalizm denizi içinde sosyalizmin kurulması, aynı zamanda dünya devrimini sürecinde bir başlangıç oluşturacak nitelik taşır. Bu nedenle, tek ülkede sosyalizmi kurmaya yönelik Ekim devriminin enternasyonal niteliğini görmek gerekir.[10]

İspanya İç Savaşı
1930’lu yılların başlarında yükselen işçi sınıfı hareketi ve yaygınlaşan grev hareketleri sonucunda İspanya’da devrimci ve gerici güçler arasındaki gerginlik tırmanmaktaydı. 1936 yılı Şubatında sol partilerin desteklediği Halk Cephesi seçimleri kazandı. Ama gericilerin desteği ile harekete geçen faşist ordu, halk cephesi hükümetine karşı isyan başlattı.İspanya’da solcu hükümet ile gerici falanjist ordu ve onu destekleyenler arasında iç savaş başladı. İspanya iç savaşı, İspanya sınırlarını aşarak tüm dünyayı içine alan bir etki yarattı. Dünya çapında bir çok insan, İspanya İç Savışını özgürlük ve faşizm, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki enternasyonal mücadele olarak algıladı. Bir çok ülkeden almış binin üzerinde özgürlük savaşçısı Halk Cephesi Hükümetini desteklemek için İspanya’ya Cumhuriyetçilerin yanında savaşa katıldı. Ama Avrupa’da faşizm yükselmekteydi; geliştirdiği en son ölüm makinelerini İngiltere ve Fransa’nın gözleri önünde İspanya’nın meşru hükümet taraftarlarını boğmak için kullandı: İspanya iç savaşı, bir milyona yakın insanın katledilmesi ile sonuçlandı. Aslında bu savaş, kapitalist sistem ile sosyalist sistemin uluslararası düzeyde ciddi olarak ilk defa karşı karşıya geldiği ve karşılıklı güçlerin sınadığı bir meydan savaşı oldu. İspanya İç Savaşı, enternasyonal dayanışmanın ilk örneklerinden biri olarak tarihe geçti, ama uluslararası devrimci güçlerin henüz bir tarih yazacak güçleri olmadığı da kuşkusuz ortadaydı.

Öte yandan, Komintern açısından İspanya İç Savaşı, çok önemli bir dönüm noktasıdır. Komintern, tüm Avrupa çapında Sovyet tipi devrim modelini yerleştirmek için son düzeltmeleri yaptığı bir sırada, İspanya Halk Cephesi, Ekim 1917 Bolşevik devrim çizgisi dışında devrim modelini olarak ortaya çıkmaktadır. Sovyet deneyi, Marksist Leninist çizgiyi izleyenlerin etkisindedir. Oysa İspanya’da durum bundan farklıdır. İspanya’da aralarında komünistlerin de bulunduğu, ama onların hakim güç olmadığı, esas olarak başta anarşistler olmak üzere çok geniş bir siyasi cephe içinde yer alan bir birlik anlayışı izlenmektedir. Bu birliğin içinde Bolşevik siyasi örgütlenme ve mücadele anlayışına yakın olanlar kadar, bu tür katı ve merkezi disipline dayalı örgütlenmesi inkar eden, ve hatta Sovyetler’in herhangi bir şekilde katkı, yardım, vs. kabul etmeyen gruplar yer almaktadır.

Komintern, özellikle Halk Cephesi içinde Troçkistlerin varlığından çok rahatsızdı. Komintern’e göre Troçkistler, Franko çıkarlarına savunan, Halk Cephesini bölmeye çalışan, Sovyetler aleyhinde karşı-devrimci iftira kampanyası sürdüren, İspanya’da faşizmin yenilmesini önlemek için her aracı kullanan, mümkün olan bütün entrikaları ve demagojik hileleri ortaya süren, faşizmin ajanları idiler.[11],[12]

Komintern içinde İspanya ile ilgili ikinci sorun, bir bakıma Fransa’daki durum ile benzer özellik taşımaktaydı. Fransa’da olduğu gibi, İspanya’da da proletarya, uzun bir sendikal mücadele geçmişine sahipti. Proletarya için sınıf mücadelesi ile sendikal mücadele özdeşleşmiş gibiydi ve sendika yerine partinin konması, üstelik sendikaların partilerin organları haline getirilmesi düşünülemezdi. Bu durum, Sovyetlerin geliştirdiği ve Komintern aracılığı ile dünya devrimi için komünist partilerin Bolşevikleştirilmesi yolu ile yaygınlaştırılmaya çalışan Leninist parti ve devrim modeline ters bir durumdu.

Sovyetler – Çin Uyuşmazlığı
Sovyetler ve Çin arasında nispeten uyumlu bir biçimde sürdürülen ilişkiler, Kruçev’in ABD ile 1959 yılından itibaren “barış içinde bir arada yaşama” politikası çerçevesinde görüşmelere başlaması ile kesintiye uğradı. 1960 yılında Kruçev, Çin’de bulunan uzmanlarını geri çekti, Çin’in müttefiki Arnavutluk ile polemiğe girdi ve bu çerçevede oluşan uzlaşmazlık, dünya çapında bütün Komünist partilerinde bölünmeye kadar vardı.

İki komünist ülke arasındaki anlaşmazlık konularının başında, tek ülkede sosyalizm kavramı vardı. Buna göre Sovyetler, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesi davası için bütün dünyada komünist partilerin Sovyetler’i desteklemeleri gerektiği tezini savuna gelmekteydi. Ancak zamanla Çin, İtalya ve hatta İngiltere’de bile komünizmin mümkün olduğu düşünüldü. Komünist partileri, 1950’lerden sonra “Sosyalizm’e Doğru” adlı ulusal programlar çerçevesinde Avrupa Komünizmi görüşünü benimsediler. Bir başka anlaşmazlık konusu, SBKP 20. Kongresi ile bağlantılıydı. Çin’de Stalin’e karşı başlatılan kampanyadan rahatsızlık duymakta, bunun komünist ülkelerde istikrarsızlığa yol açacağını düşünülmekteydi.

Ama en önemli anlaşmazlık konusu, kuşkusuz her iki ülke arasındaki ekonomik yapısal farklılıklar ve bu nedenle komünizme farklı bakış açlarına sahip olmalarıydı. Çin, esas itibarı ile köylülüğe dayalı ve ekonomisi Sovyetler’e kıyasla çok daha geri düzeydeydi. Çin devriminin temel gücü köylülüktü. Sovyetler ise o yıllarda ağır sanayide belli bir düzeye ulaşmış, şimdi de barış sloganı altında Batı ile yumuşama siyasetine girerek ticari ilişki kurmayı düşünüyordu. Ekonomik güçler arasındaki farklılık, uluslararası siyasete de yansıyor, Çin, Sovyetlere kıyasla kendini daha fazla emperyalist tehdit altında görüyordu. Kore, Vietnam ve Formoza içindeki uzantıları onun için ciddi tehdit oluşturuyordu.

Bütün bu farklılıklar, Çin’in Sovyetler’den farklı bir yol izlemesine neden oldu. Çin’in karşı karşıya kaldığı sorunlara Stalinizm’in daha sola yakın yorumu niteliğindeki Maoizm ideolojisi geliştirdi. Buna göre, Sovyetler, artık bir kapitalist devlet sayılabilirdi. Maoizm Çin devriminin özünde ulusal demokratik devrim olduğunu duyurdu. Artık Sovyetlerin sosyal emperyalist devlet olduğu ileri sürülüyor ve Kruçev’in bir kapitalist revizyonist olduğu söyleniyordu.  Sovyetler Birliği karşıtı tutum giderek sertleşiyor ve onun işçi sınıfı için emperyalizmden daha tehlikeli olduğu bile söyleniyordu. Buna gerekçe olarak Sovyetler’de üretim ilişkilerindeki değişiklik yanı sıra, devletin niteliğinin de değiştiği gösterilmekteydi.

Çin ve Sovyet anlaşmazlığı, uluslararası düzeyde ulusal kurtuluş hareketlerinde Çin ve Sovyet yanlısı olarak ikiye bölünmesine yol açtı. Bu durum, ABD emperyalizminin işine yaradı. Bunların en ilginç yansımalarının başında, Sovyet yardımlarının Vietnam’a hiç bir zaman ulaşmamasıydı; çünkü bunun yolu Çin üzerinden geçiyordu.

Çin lideri Mao, devrimin tümüyle farklı bir çizgide gelişmesi üzerinde ısrarlıydı. Ona göre sosyalizm, komünal düzeyde kurulacak, bunun için kırsal kesimdeki komünlerde kendine yeterli nitelikte çelik üretim tesisleri ve hafif sanayi olacaktı. Bunu sağlamak için de kent işçileri ve profesyonellerin kırsal kesime giderek “sosyalizmi köylülerden öğrenmeleri” istendi. Bu amaçla benimsenen İleriye Atılım[13] politikaları, 1962 yılında 30 milyon insanın ölmesine yol açan açlık ile sonuçlandı.

Çin-Sovyet uzlaşmazlığı, nedenleri veya sorumluları ne olursa olsun, bütün komünist partiler içine benzer polemiğin ortaya çıkmasına ve bunun sonucunda komünist hareketin büyük bir yara almasına yol açtı. Oysa, Marksist Leninist partilerin komünist harekette başarılı olabilmelerinin şartlarından biri, kolektif dayanışma ve enternasyonalizme bağlılıktı. Bu hiç partilerin yerel ve uluslararası olaylara farklı bir anlayışla yaklaşımına engellemek oluşturmazdı. Partiler arasında işçi sınıfı hareketi ile ilgili farklı bir yaklaşım kesinlikle kardeş partiler arasında bir gerginlik ve suçlamaya yol açılmamalıydı.
____________

[6] Komintern’in Stalin’in sosyal faşizm kuramını benimsemesi kimi çevrelerce kıyasıya eleştirildi. Bunlara göre, Stalin’in bu “sol” tavrı, kapitalist sistemin parlamenter ve faşist yanı arasında ayrımı görmezlikten gelinmesine yol açtı ve Avrupa’da faşizmin yükselmesine imkan yaratılmış oldu. N. Poulanzas’a göre, Marx ve Engelsin Bonapartizmi, yani 19.yüzyıl faşizmini kapitalizmin devlet tipi olduğunu ve onun karakteristik özelliği olarak değerlendirmeleri hiç de masum bir davranış değildi. Engels’in Bonapartizmi burjuvazinin dini olarak betimlemesi de çok yanlıştı. Poulanzas, farklı burjuva devlet tipleri arasında fark olduğunu ileri sürer. Almanya’da hem Weimar Cumhuriyeti, hem de Nazi devleti kapitalist sınıf devletleriydi. Ama hiç kimse ilkindeki parlamenter meşruiyetin halka daha yakın olmadığını ileri süremezdi. Oysa, Alman Komintern-Marksizmi, bu ayrımı göremedi. Sosyal demokratları sosyal faşist olarak değerlendirerek onları geniş halk cephesi içine çekilememesi nedeniyle Alman sosyal demokrasisinin ihanete varan yanlışlığa düşmesine yol açtı ve Hitler faşizmi, ciddi bir engelle karşılaşmaksızın duruma hakim oldu.

Burada Poulanzas ve onun gibi düşünenlerin değerlendirmesinin yüzeysel olduğuna değinmek gerek. Bu değerlendirme, insanlığın yüz karası faşizmin yaptıklarını unutturmaya çalışır gibidir. Unutulan bir başka şey de, siyasi ve ideolojik mücadelenin birbirinden çok farklı özellilerde olması gerektiğidir. Stalin’in sol yaklaşım olarak değerlendirilen tezi, gerçekte Engels ve Marx’ın Bonapartizm için söylediklerinin o zamana uyarlanmış bir biçimidir. Savaş harcamalarına onay vererek Alman militarizmini destekleyen, ufukta görünen proletarya devrimini engellemek çabası içinde ilk önce R. Luxemburg ve K. Liebneckt, daha sonra da Alman Komünist Partisi’nin önde gelen iki lideri, L. Jogiches ve E. Levine’i öldürenler sosyal demokratlardı. Komintern Poulanzas ve onun gibi düşünenlerin tersine, ideolojik düzeyde sosyal demokratların ihanetlerini sergilerken siyasi düzeyde ise sürekli birleşik cephe oluşturmasını desteklemekteydi.

[7] Rusya devrimi, kapitalist sistemin çok ciddi bir bunalım içine girdiği, bunun sonucunda kapitalist ülkeler arasında çıkar çelişkisinin insanlığın mahvına yol açabilecek düzeyde dünya çapında bir yıkıma yol açacak seviyeye geldiği olağanüstü koşullarda ortaya çıktı. Bu koşullar altında devrimci dalga salt Rusya’yı değil, özellikle de tüm Avrupa’yı içine almıştı. Savaş sonrasında kapitalizmin çöküşün eşiğine gelmesi insanları yeni bir arayış içine itmişti. Macaristan, Bavyera ve Slovakya kendi geçici Sovyetlerini kurmuştu. İtalya’da işçiler fabrikaları ele geçirmişlerdi. Fransa’da ise donanma isyan bayrağını çekmişti. Almanya ve Avusturya proletarya devrimi arifesindeydi. Kapitalizm kendi derdine düşmüştü ve Sovyet devrimini boğma doğrultusunda ciddi bir tehdit oluşturamazdı. Bütün bu gelişmeler bakımından, Stalin’in Troçki’yi o dönemde tek ülkede sosyalizmin kuruluşuna olanak verecek koşulları tümüyle görmezlikten gelmekle suçlamasında haklılık payı var. Ama aynı şey, Troçki’nin sürekli devrim tezini de desteklemiyor değil. Kapitalizmin bunalımı ile içine düşülen boşlukta devrimin sınırlarını genişletme çabası belki Sovyetleri yalnızlıktan kurtarabilirdi.   

[8] J.V. Stalin, The October Revolution and the Tactics of the Russian Communists, First Published:December 1924 as a Preface to the book On the Road to October Source: Problems of Leninism, by J.V. Stalin, Foreign Languages.

[9] Stalin, a.g.e.

[10] Trokçi, Stalin’in “Tek Ülkede Sosyalizm” tezine karşı 1930 yılında Sürekli Devrim tezini ortaya atar. Troçki, 10. Tezinde, sosyalist devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlanmasının olanaksız olduğunu savunur. Bunun temel nedeni, kapitalist toplumda üretici güçlerin artık o ülkenin sınırları ile çizilmediği, bu güçlerin uzlaşmaz yönde emperyalist savaş, uzlaşma yönünde ise Birleşik Avrupa ütopyasını yaratmasıdır. Bu nedenle, sosyalist devrimin başlaması, gerçekleşmesi ve sürmesi de uluslararası düzeyde olmalıdır. Böyle ele alındığında, sosyalizm için olgun veya olgun olmayan ülke kavramı ortadan kalkar. Geçiş süreci farklı olabilir, ama bu o kadar önem taşımaz. Bu bağlamda, Rusya için şunları söyler: Köylüleri birleştirecek ve iktidarı alacak proletaryası olmayan ülkede sosyalizm mümkün olmaz. Eğer böyle bir sürece girilmişse bile, bunu geleceği, ulusal düzeyde değil, uluslararası sosyalist devrimin gelişmesine bağlıdır.” L. Troçki, Sürekli Devrim, Köz Yay., Kasım 1976, s. 192-93.

[11] III. Enternasyonal, Belgeler, Belge Yay. 6., Ekim 1979, s. 246.

[12] İspanya’da Cumhuriyetin faşizmin çizmesi altında ezilmesi, İtalya ve Almanya’nın geniş çapta isyancıları desteklerken, aynı düzeyde destek sağlamayan Sovyetler’in eleştirilmesine yol açtı. Kuşkusuz, faşizmin topyekun saldırısını karşılamaya hazırlanan olan Sovyetlerin o dönemdeki güç dengesinde bunu yapabilmesini beklemek zordur. Ama Troçkistler için yapılan bu eleştiri, anarşizmin de hatırı sayılır etkiye sahip olduğu İspanya’da Sovyetler’in böyle bir yardım mümkün olsa bile, bunu bir kez daha düşüneceklerini göstermektedir.

[13] Çin yetkililerine göre bu, ekonomik gelişme doğrultusunda militan bir yaklaşımı ifade eder. 1958 yılında ÇKP tarafından başlatılan bu kampanya, yeni bir sosyalist inşa programı niteliğindeydi. Ama bu esas olarak Sovyetler’in Çin’e yaptığı ekonomik, mali ve teknik yardımlarında bir belirsizlik dönemine girilmesi ile bağlantılıydı. Bu atılım içinde kırsal komünler oluşturma fikri temel alınmıştı. 50’li yılların sonlarına doğru binlerce ailenin yer aldığı komünler içinde çok sayıda tarımsal üretim kooperatifi oluşturulmuştu. Her bir komüne ait üretim araçları tek bir kontrol altında bulunuyordu. Her bir komün tarım, küçük ölçekli üretim (örneğin, ünlü pik demir fırınları), okul, pazar, yönetim ve yerel güvenlik bakımından özerkti. Komünde ortak mutfak, toplantı salonları ve kreşler bulunuyordu. Komünler, bir bakıma aile kavramına ciddi bir saldırı niteliğindeydi; hatta bazı komünlerde model niteliğinde geleneksel çekirdek aile yaşam tarzına alternatif olarak büyük yurtlar içinde yaşam tarzı denenmiş, ama bunlardan vazgeçilmişti. Bu sistemin oluşturulmasında sulama sistemleri ve baraj gibi tarımsal kalkınma yanı sıra eşzamanlı olarak sanayide hızlı bir gelişme için ilave işgücü sağlanması amaçlanmıştı. Ama kısa bir süre sonra halktan gelen tepkiler ve açlık tehlikesinin baş göstermesi sonucunda bu atılımın başarısız olduğu kabul edilecekti.