27 Ocak 2010 Çarşamba

Muhalif Siyasette Solan Renkler


Türkiye’de Temmuz 2007 seçim sonuçlarının alınmasından sonra muhalefette yaşanan burukluk, yerini giderek umutsuzluğa terk ediyor. Bunda kuşkusuz, laik muhalefetin bir kez daha ve bu sefer kesin bir yenilgi (!) algılaması kadar, dinci muhafazakâr kesimin gerçekçi ama bir o kadar sıradanlaşmış siyasetinin ağırlığı etkili oldu.
Bir başka yanlış algılama da, seçim öncesi siyaseti arena haline dönüştüren görsel medyada yaşandı. Tüm malzemesini siyasi polemiklerden sağlayan medya, birden bire siyasetin gözden düşmesi ile paniğe kapıldı. Elinde malzeme kalmamıştı.
Muhalefet sahneden çekilmişti. Ama hayat devam ediyordu. Şimdi medya için hedef belliydi. Seçim öncesi taktiğini bir yana bıraktı. Neredeyse bir gecede tam bir hükümet yanlısı tutum takındı. Duyarlı kesimler seçim yenilgisi ile korkulanın başa geldiğini görüp şoka girmişlerdi. Medya bunu hiç umursamadı. Dinci/muhafazakârlar kıyısına köşesine tutundukları post-modern toplumun gelip tam ortasına çökelmişlerdi. Laik mitinglerde geniş yığınların sergilediği yurtseverlik, demokratlık, özgürlük havasına coşku ile katılmışlardı medya temsilcileri. Şimdi her nedense, aynı coşkuyu, AKP’li liderleri aralarında paylaşma yarışında sergiliyorlardı.
Sanki bu kez muhalefet seçim sonuçlarını ezeli yenilgi gibi algılamıştı. Sosyal demokratlar sonuçların alınmasından sonraki ilk saatlerden başlayarak ortalıkta görünmez oldular. Üst yöneticilere ulaşılamıyor; nerede olduğu hakkında en yakınlarından bile bilgi alınamıyordu.
Tam bu bozgun havası içinde birden muhaliflerin muhalifleri harekete geçti. Artık neredeyse dünya vatandaşı olduğu için bu kez siyasetten tümüyle çekildiği düşünülen H. Çetin bir kez daha öne çıkartıldı. Medya muhalefete ulaşamayınca, muhalefetin muhalefetini sahneye çıkardı. Ama bunların dalgalandırıcı söylemlere uygun olanların sayısı çok sınırlıydı. Üstelik imajları kendileri için malzeme oluşturacak kadar medyatik değildi. Yakışıksız bir sıcak temas sonrasında bu canlılık da kayboldu. Seçim sonuçlarının getirdiği buruk ve durağan hava yeniden hüküm sürmeye başladı
Oysa sosyal demokratlar aslanlar gibi muhalefet yapmıştı. Üstelik komünist siyasete iyice el çektirildikten sonra kendilerine basbayağı “sol” kimlik bile atfedilmişlerdi. Siyasi söylemlerin tutarlı ve bunların sergilenişinin de militan, yaratıcı ve kitleleri kendine çeken canlılığı ile yaşanan renkli ortam gerilerde kalmıştı. Militan kırıntılar içeren laik söylemlerin kitleleri belli ölçüde peşinden sürükleyebildiği ortaya çıktığında umutlar iyice artmıştı. İlk bakışta görkemli gibi görünen bu eylemlilik, temelinde yeni taleplerden çok kendi durumlarının sarsılmasını tepki statükocu nitelikleri ile zaten uzun soluklu olamazdı.
Bütün “sol” siyasetin canlı, renkli ve albenili arenasını temsil görevini açıkçası seçim öncesi bayağı benimseyen ve seslendiren sosyal demokratların seçim yenilgisi oların bu parlak konumu ve siyasette boşluktan kaynaklanan terfi durumları ile tam bir tezat oluşturmuştu. Tarihi bir fırsat kaçmış, gelişmeler onlar için hemen her zaman olduğu gibi bir kez daha hayal kırıklığı yaratmıştı.
Bu yenilgi 70’li yılların “Karaoğlan” serüvenini çağrıştırdı. Buna yakın bir umut dalgası içinde her nasılsa iktidar kolluğuna geçmişlerdi; ama hiçbir zaman iktidar olamamışlardı. Burjuvazinin doğrudan saldırısı altında tam bir şaşkınlık içinde debelenmeden öteye gidemediler. Ne kendi kadroları için bir adım atabilmişler, ne de kitlelerin beklentilerini karşılayabildiler. Bu nedenle, sosyal demokrasi ile ilgili deneyim sahibi olanlar onlar için "böylesi belki de daha iyi oldu” yorumunu yaptılar. Muhalefet sıralarını doldurma kariyerleri müzmin bir hal almıştı; hepsi dirseklerini bu sıralarda çürütmüşlerdi ve artık onlardan değişime ön ayak olabilecek bir kadro oluşturmak çok zordu. Hem aralarında “işini bilenler” AKP’ye geçmişti. Geride kalanlar “kendine yararı olmayan bizim için ne yapabilir" endişesi uyandırırdı kitlelerde.
Siyasette bir tarafın ortalığı silip süpürecek, diğer tarafın da ortak kanı doğrultusunda bir kez daha başarısız olduğu durumlar olağan kabul edilmeliydi. Ama her nedense, seçim sonrası yaşanan bu hüzün pek alışılmış değildi. Sanki galip gelen taraf bile sonuçlardan pek de fazla bir coşku duymuyor, bir bildiği varmış gibi, olağandışı bir olgunluk ile, “yenilenleri üzmeyelim” diye ortalığı sakinleştirme gereğini duyuyordu. Muhalefet de gerçekte oy tabanını korumuş ve taraftarlarına “bir dahaki sefere” diyebilecek umudu verecek sonuç almıştı; ama her nedense yenilgiyi hezimet olarak kabullenmiş, ortalıkta gözükmemişti.
İlk birkaç günkü hüzün ve burukluk ile karışık şaşkınlık geçtikten sonra yavaş yavaş durum anlaşılmaya başladı. Onca dinci, muhafazakâr, Türkiye’nin üniter bütünlüğü üzerinde kötü emelleri olan AB ve ABD yanlısı, anti-laik, ayrımcı etnik milliyetçilere karşı müsamahakâr, iktidarda bulunduğu dönem boyunca devlet kurumlarında yoğun bir kadrolaşma gerçekleştirmiş, devlet, anayasal kurumlar, asker, vs. gibi, devletin atanmış yetkilileri ile kemikleşmiş bir uzlaşmazlık içinde olan tavırlarına karşın, iktidar şimdi kendini laik olarak görenler dışında neredeyse herkes tarafından desteklenmekteydi!
Açık açık iktidar yanlısı tutum takınan kesimler biliniyor. Bilinen bir şey daha var ki, o da AKP’nin epeydir geleneksel dinci/muhafazakâr tabanının dışında kalan kesimlerden de oy aldığıydı: esas olarak AKP tabanı olan ve varoşlarda yaşayan köylülük ve kırsal bağları güçlü lümpenler kesimler; yanı sıra giderek modern iş adamı kimliğini kazansa da geleneksel değerlerini koruyan Anadolu eşrafı. Kısacası, kapitalizmin en büyük darbesini yemiş kesimler. Tam bir ironi!
Bu seçimlerde daha öncesinde verilen emanet oylar merak konusuydu. Ama sanki onlar da yerini bulmuş gibiydiler. Bu oylar toplumun en aç gözlü ve fırsatçı – her zaman güçlüden yana kesiminden gelmekteydi ve artık adresleri belli olmuştu.
Seçim sonuçları alındığında şaşkınlık bununla da sınırlı kalmadı. Hadi fındık üreticilerinin yaşattığı hayal kırıklığı anlaşılabilirdi; çünkü pek fark edilmiyordu ama Karadeniz'in doğu kesininde uzun bir zamandır ciddi yoksullaşma yaşanmaktaydı. “Marjinal” tarım ile geçimini sağlayan halk artık artan nüfus ve çağdaş yaşama özgü gereksinimlerini karşılamaktan uzaktı ve bu durum, bölgede geleneksel anlayışın yeşermesi için çok zengin bir ortam yaratıyordu. Ama asıl hayal kırıklığını büyük sanayici yaşatıyordu. Önceki dönemde yaşadıkları sıkıntıya karşın, büyük sanayicilerin sosyal demokratlara hayal kırıklığı yaratması ve hatta bir seçim ortamında adeta onları oyuna getirilmiş olması şaşkınlığı iyice artıyordu.
Çok geçmedi, seçim sürprizinin gerçekte olup bitenlerin tam olarak yorumlanamayışı ile ilgili olduğu anlaşıldı. Güvendikleri kale içten fethedilmişti. Sosyal demokratlar, karşılarında ”şeytana bile külahını ters giydirecek” bir ekibin olduğunu anlamakta gecikmediler. “eyvah ki eyvah, bunlardan kurtulmamız pek de zor" diye düşünmeye başladılar. Kale içten ele geçirilmiş ve sosyal demokratların elleri böğürlerinde kalmıştı.
Sosyal demokratlar için en iyi bildikleri “muhalefet" oyununa geri dönmekten başka yapacak işleri kalmamıştı ki, son umut olarak gördükleri cumhurun başkanı seçimini kilitlemede bir kez daha hayal kırıklığı yaşadılar. MHP’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde iktidara verdiği desteğin sırrı gün gibi açıktı. Bir kez daha cümle alem siyaseti hareketlendirmeyi becerse de sonuç alamayan sosyal demokrasinin müzmin başarısızlığını gözleri ile görmüş oldu.
MHP için sol hareketin bitmesi ile artık hiçbir geleceğinin kalmadığı düşünülmüştü; ama artık burjuvazi akıllanmıştı. Radikal muhalefetin gerilemesi yanıltıcı olabilirdi ve her zaman hazırlıklı olmanın kimseye bir zararı olmazdı. Tek bir farkla ki, MHP için yakın siyasi vizyon gerekti ve bu şimdi ancak “dar alanda kısa paslaşmalar” ile yapılabilirdi. Bu vizyon hayal kırıklığı ve onun sosyal demokrasiye yöneliminin önüne geçmek olacaktı. İktidarın büyük bir hayal kırıklığı yaratacağı kesindi. Hatta buna finans sermayesi karşısında mevzi yitiren ve seçimler öncesi sosyal demokrasiye doğru yalpalayan reel ekonomi temsilcileri de dahildi.
MHP’nin yeni vizyonu çerçevesinde kendisine verilen misyonu başarı ile yerine getirdikleri görülüyor. Yeter ki dağları bekleyen korku nedeniyle sosyal demokratlar statükocu olmaktan yakasını bir türlü sıyıramasın.
MHP’nin var oluşu da gerçekte aynı kapıya çıkıyor. Ama onunki “dinamik” bir statükonun sürdürülmesi. Keskin bir muhalefet sosu ile nabza göre şerbet sağlayan bir statükoculuk. MHP'nin seçimlerde mevzi kazanması mümkün görünmüştü, ama işte o kadar. Fakat seçimlerde ve sonrasında dar alandaki oyunlarında çok başarılı oldular. Gittiler meclis başkanı seçiminde rakiplerine koz bile vermekten çekinmediler. Ama kazançları bundan çok daha büyüktü. Bu onları iktidarı siyaseten vesayet altına alma fırsatı verdi. Her siyasi bunalımda iktidar onların kapılarını aşındıracaktı. Bu durum, MHP için siyasetten sağlanacak her türlü ranta ulaşmalarını sağlayacaktı.
İktidarın bir numarasının seçim gecesinde yaptığı açıklamalar ve daha sonraki uzlaşmacı tavırları bir kez daha sosyal demokrasiye karşı bir komplodan başka bir şey olmadığının ortaya çıkması ile bir kez daha hayal kırıklığı yaşadılar. MHP şifreyi vermiş, şifre yerine ulaşmıştı. Necip Fazıl, onlar için her şey demekti. Onun ideolojisinin bir gün devletin en yüksek katında temsil edilmesi? Göz kamaştırıcı bir durum! Bunun için varsın neredeyse bütün seçim stratejisini iktidarın ayrımcı Kürtlere taviz verme ve vatan hainlerini cezalandırma üzerine temellendirmiş ve bundan sonra da halkın gözünün içine baka baka AKP hakkında söylediklerini bir kalemde çizip ona rüyasında bile göremeyeceği desteği vermiş, yada "MHP’nin ne için ip attığı belli oldu” suçlaması yapılsın ne gam!
Sosyal demokratların şaşkınlığı hala daha sürüyor. Bugün gelinen duruma bakıp yakın zamanda olup bitenleri anlamaya çalıştıklarında, şaşkınlıklarının daha da artması muhtemeldir. Kendilerini destekleyen kesimin, Türkiye’nin en eğitimli, en aydın ve çağdaş demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerlere en bağlı olduğunu düşünüyorlar, bunun onlar için büyük bir güç oluşturacağı hesabını yapıyorlardı.
Bu kesimden neredeyse tam bir bağlılıkla yeniden oy aldılar. Ama hepsi bu kadar. Türkiye’nin aydın kesimi ile onun dışında kalan kesim için bir genel seçim tümüyle farklı algılanıyordu. Aydın kesim için genel seçimler, bir bütün olarak Türkiye’nin geleceğini belirlemek demekti. Ama aydın kesim dışında kalan ve Türkiye’nin ağırlıklı çoğunluğunu oluşturan köylüler, varoşlardaki yoksul kesim ile kendi hesabına çalışan esnaf, tüccar ve sanayici için genel seçimlerde Türkiye’nin âli menfaatleri için değil, kendi çıkarına göre oy kullanılırdı. Bu çoğunluk için kendi çıkarına en iyi olan tercih de aynı zamanda Türkiye için en iyi çözüm demekti.
Bir tarafta AKP, diğer tarafta sosyal demokratlar. Her iki kesim, seçimlere birbirine tam anlamıyla zıt içerikte bir seçim stratejisi izlediler. AKP öylesine hitap ettiği kesimlere yönelik somut hedefler gösterirken, sosyal demokratların ayakları yere basmıyordu.
İlk bakışta, dinci muhafazakârların ilerleyişinin durdurulması mümkün görünmüştü. Onların arkasında Türkiye üzerinde emelleri bulunan AB ve ABD gibi büyük güçlerin olduğu biliniyor, kitlelere oyun bozuldu deniyordu. Bu güçler, Türkiye’ye ılımlı islam misyonu biçmişler ve Türkiye’de hakim iki farklı din grubunun arasına nifak sokacak ve ülkeyi Irak’ta olduğu gibi tam ortadan ikiye bölecek adımı atmışlar, Türkiye’nin Doğu illerini içine alan “Büyük Kürdistan” haritası çıkarmışlar, niyetlerini alenen ortaya koymuşlardı. Ama işte Cumhuriyet mitingleri ile ağzının payları verilmişti. Güya bu duyarlılık öylesine ses getirmişti ki, demokrasinin beşiği olan ülkelerde bile böylesi coşku parmak ısırtmıştı.
Bütün beklentiler boşa çıktı. Seçimlerde tercihini kendisi için yapanlar bunları hiç aldırmadılar bile.
Köylüler isyanlardaydılar. Seçimlerden önceki iki ay içinde tüm istediklerini fazlasıyla elde ettiler. Oylar silme AKP’ye gitti. Varoşlar zaten dinci/muhafazakâr anlayışın beşiğiydi. Keza, büyük burjuvazin yaygınlaşması ile yok olmaya yüz tutan küçük serbest meslek sahipleri için de öyle.
Bu seçimlerde bütün bu figüranların sesi çıktı. Hep onlar konuşuldu ve onlar konuştular seçim meydanlarında, medyada, şurda burda. Ama asıl oyunculardan ses seda yoktu. Sanki onlar bu ülkede yaşamıyordular. Sanki onların dertleri yoktu. Çünkü öylesine dertliydi finans sermaye dışında kalan tüm kesimler; burjuvazi, orta sınıf, köylüler. Onlar da bir reel burjuvazinin dertlerine ortak oldular, bir köylülere acıdılar. Ama belki bir gün acınacak duruma geldiklerinde, kendilerine kendilerinden başka hiç kimsenin acımayacağını öğrenirler elbette.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder