25 Mayıs 2011 Çarşamba

Lenin ve Proletarya Diktatörlüğü - I

Komünist Manifesto ile birlikte, işçi sınıfının enternasyonal hareketi programının hazırlanmasında en önemli katkılarından birini oluşturan Gotha Programının Eleştirisi’nde Marx, şunları söyle yazar: “Bu durumda şu soruyla karşı karşıya geliyoruz: Komünist bir toplumda devlet hangi değişikliğe uğrayacaktır? Başka bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bugünkü görevlerine benzer hangi toplumsal görevler bulunacaktır? Bu soruyu ancak bilim yanıtlayabilir; Halk sözcüğünü Devlet sözcüğü ile bin bir biçimde çiftleştirerek bu sorun bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz.”

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yolu ile geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”[1]

Marx ve Engels tarafından ortaklaşa kaleme alınan bu görüşleri daha sonra Engels, aynı 1875 yılı içinde Bebel’e yazdığı mektupta biraz daha açar. Engels’e, göre, proletaryanın devlete gereksinimi yoktur, olsa bile bunu kendi özgürlüğü için değil, ama hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Özgürlükten söz edildiği anda devlet, devlet olmaktan çıkacaktır.

Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da “sosyalist toplum düzeninin kurulması ile, devletin kendiliğinden dağılacağı ve yok olacağını” söylemesinden sonra komünist toplum yapısı ile ilgili uzun süre suskun kalmasına şaşmamak gerek. Yine de Marx, yeni toplum yapısının, ancak bilimsel bir çalışma ürünü olabileceğini söylerken, ütopyacıların yaptıkları hataya düşmemeye özen göstermekteydi. Marksist doktrinin temeli olan proletarya diktatörlüğü kavramı ile ilgili açıklamaları Komünist Manifesto ile başlatmak gerekiyor.

Komünist Manifesto içinde Marx ve Engels’in yeni toplum yapısı hakkındaki aynı ihtiyatlı tavrını görmek mümkün. Proleter devlet konusunda, ana metin içinde, çok seyrek söz edilir. Bunlardan birinde, geçiş dönemi kast edilerek, proletaryanın politik üstünlüğü burjuvaziden almak için izlemesi gerektiği yol anlatılır. Bunun için proletaryanın, üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplaması gerekir.

Açıkça görüldüğü gibi, devleti bu ele alış biçimi, ilk olarak onun tümüyle geçiş dönemine has bir durumu ifade eder ki, Marx daha sonra da bunun üzerinde önemle duracaktır. İkinci olarak, devlet kavramı ile örgütlenmiş proletarya kastedilir. Yani, gerçekte anlatmak istenen yaygın bilinen anlamı ile devlet değil kesinlikle; ama bir şekilde proletaryanın örgütlenişi, bu örgütlenişin gerçekleştiği ülkedir anlatılmak istenen.[2] Çok sonraları F. Engels, bu konuya deyinerek bir açıklık getirir: “Proletarya, devrimden sonra da devlete özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için gereksinim duyacaktır. Bundan dolayı, devlet sözcüğünün yerine, Fransızca komün sözcüğünü çok iyi karşılayan ortaklaşacılık sözcüğünün konmasını önerebiliriz.”[3]

Bu ayrım çok önemlidir; proletaryanın örgütleniş biçimi, geleneksel anlayıştan çok farklıdır. Proletarya devleti, sadece ve sadece, proletarya egemenliğini burjuvaziye karşı savunmak üzere yeniden örgütlendirilir. Sosyalizm olarak adlandırılacak geçiş dönemine özgü bu durum, komünizme geçiş ile birlikte sona erecek, devletin yok oluşuna, sönmesine tanık olunacaktır.

Komünist Manifesto’da ikinci bölümde yeni toplumun olası alacağı yeni biçim olarak bir taslak yer alır. Burada, ana hatları ile üretim araçları ve toplumsal faaliyetlerinin kamusal nitelik almasından söz edilir. Bu kapsamda sayılanlar arasında, tüm bankaların devlet sermayesi ile oluşturulacak ulusal bankalar altında birleştirilmesi, devletin haberleşme ve ulaşımın çalışmalarını üstlenmesi, fabrikalar ve üretim araçlarının devletin elinde toplanacağından söz edilir. Bir bakıma Manifesto’nun bu bölümünde devletin kavramı geleneksel karşılığının dışında kullanılır; ve kuşkusuz bundan Marx’ın özgün olarak geleneksel devletten farklı biçimde tanımladığı proletarya devleti, ve Engels’in tanımladığı ortaklaşacılık anlaşılmalıdır.

Ancak şu kadarını söylemek gerekir ki, yeni toplum ile ilişkili böylesine açık bir tanımlama, Marx ve Engels’in çalışmalarında belki de ilk ve son defa yapılır. Gerçi Komünist Manifisto’da belirtildiği gibi, bunların bir öneri niteliğinde alınması gerekir. Yine de, Marx ve Engels, önlerinde proletarya devletinin niteliği ile ilgili mükemmel bir model sunan Paris Komünü’ne kadar bir daha böylesine kesin hatlarla açıklama yapmaktan kaçınırlar.[4]

Bu taslak listede, devletin geleneksel anlamı ile alınarak yeni toplumda da var olacağı kastedilmekteyse de, bunun yukarıda belirtildiği gibi, daha çok merkezi bir yapı, kamusal alan içinde yer alan bir başka birlik niteliği ile ele alındığı görülür. Nitekim, yeni toplumda yapılacak uygulamalarda sözü edilen devletten çok merkezi bir otoritedir. Bu anlayış, toprak mülkiyeti, eğitim, vs. gibi alanlarda otorite anlayışından da açıkça görülmektedir. Görüldüğü gibi burada bir kere daha, proletarya devletinde geçerli yönetim tarzı ile ilgili tam bir açıklık yoktur. Kuşkusuz, bu konuda yeterli açıklığın getirilmesi mümkün değildi; sınıf hareketinin ulaştığı düzey henüz o dönemde Marx ve Engels’e olayların bilimsel çözümlemesine imkan verecek düzeyde değildi.

Oysa Mark ve Engels, Avrupa’da komünizm hayaleti dolaştığının farkına varmışlardı. Bu hayaletin burjuvazinin yüreğine saldığı korkuyu bir Manifesto olarak duyurmayı düşündüler. Bu düşünce sistematiği, ister istemez kendi içinde bir bütünlük taşımalı, hedef göstermeliydi. Ama bu hedef henüz kesin hatları ile belirgin değildi. Böyle olmasına karşın, Komünist Manifesto’nun ikinci bölümünde taslak niteliğinde verilenler, bugün hala daha birçoklarının kafasını karıştırmaya devam etmektedir.

Marx ve Engels’in, Manifesto’da, yeni toplum ile ilgili olarak getirilen bu saptamalarının sadece bir yaklaşım olduğunu defalarca belirttiler. Paris Komünü sonrasında bu konuda kesin bir açıklığın elde edilmesine kadar tekrar geri dönüp, bunun üzerinde bir değişiklik yapma gereğini duymadılar. Komün ile getirilen açıklık, esas olarak yeni toplumda devletin niteliği ile ilgili idi. O zaman bile, geçen son yirmi beş yıl içinde bir çok değişikliklerin ortaya çıktığını ve bu doğrultuda bazı değişikliklerin yapılmasının düşünülebileceği belirtiliyor, ama ana hatları ile Manifesto’da verilenlerin doğru olduğundan hareket edilerek, Manifesto içinde ikinci bölüm sonunda yeni toplum için verilenlerin o kadar önem taşımayacağı, sonuç olarak burada öngörülen pratik önerilerin her ülkenin somut durumuna göre belirleneceği ifade ediliyordu. Her şeye rağmen, böyle bir değişikliğin kaçınılmaz olduğu, II. bölümün sonunda ileri sürülenlere özel bir ağırlık verilmemelidir. O kısım bugün bir çok bakımdan yeniden yazılması düşünülebilir biçimine açıklanır [5]. Burada anlatılanların, daha sonra Marksist düşüncenin gelişimi sürecine bakılarak, gerçekte acelece davranış olduğu ima edilir.

Her şeye karşın, Marx ve Engels, bu tarihi belgenin ilk biçimiyle kalmasında yine de doğru bulmazlar; sözü edilen bölüm içinde özellikle bir konuda değişikliğin kaçınılmaz olduğunu kabul ederler ve Komünist Manifesto’un 1872 yılındaki Almanca baskısına sadece ve sadece devlet konusunda, bu konunun çok önemli olması nedeniyle, bir düzeltme yapılmasını uygun görürler. Bu değişiklik ile, kısaca proletaryanın, kesinlikle burjuvaziden devralacağı hazır devlete güvenmemesi zorunluluğu belirtilir ve Manifesto’da II. Bölümün sonunda devlet için verilen önerilerin Paris Komünü deneyimi ışığında geçerliliğini yitirdiği söylenir.[6]

Görüldüğü gibi, devlet kavramı, Marx ve Engels’te son derece önemlidir. Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından sonra geçen zaman içinde, dünyada ve buna paralel olarak Marksizm’in teori ve pratiğinde çok köklü değişikliler olmuştur. Ama Komünist Manifesto, yayınlanmış şekli ile kitlelere mal olmuş tarihi bir belge niteliğindedir. Bu nedenle Marx ve Engels, zorunlu bile olsa, üzerinde değişiklikler yapılarak bu belgenin bütünlüğünün bozulmasını istemez. Buna karşın, tüm bunları bir yana bırakarak, Komünist Manifesto içinde sadece devlet konusunda kökten değişikliğe gitme gereği duyarlar.

Marx ve Engels’in burada, bilimsel tutarlılık açısından çok duyarlı davrandıkları bir konuda, yani gelecekte kurulacak yeni toplumun niteliği ile ilgili değişikliği her şeye karşın Komünist Manifesto içine dahil etmek istemeleri, bu değişikliğin önemini bir kere daha vurgular. Bunu kendilerinin de ifade ettikleri gibi, komünizmin Avrupa’da ortaya çıkışını belgeleyen bu tarihsel metnin bütünlüğünü her pahasına olursa olsun bozarak yaparlar. Belli ki bu husus, yani proletarya diktatörlüğünün biçimi, Menifesto’dan sonra çok sıklıkla gündeme getiriliyor. Paris Komünü deneyimi ışığında her seferinde olduğu gibi, burada da bir kez daha “burjuva devlet makinesinin parçalanması” gerektiğini belirtilir.

K. Marx, Fransa’da İç Savaş adlı eserinde, 18 Mart 1871 sabahı Komün Merkez Komitesinin artık proletaryanın kendi kaderini kendi eline almanın ve iktidarı fethetmenin kaçınılmaz olduğunu anladığını söyledikten sonra, “Ama işçi sınıfı, devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemez” diye yazar. Bu cümle, Paris Komünü'nün hemen ardından 1872 yılında Komünist Manisfesto’nun Almanca baskısına yukarıda deyinildiği gibi, her şeye rağmen ve aynen– ve olduğu gibi – düzeltme olarak aktarılır.

Komünist Manifesto içinde yapılan bu düzeltme olağanüstü önem taşır. Çünkü Marx ve Engels, Fransa’da Paris Komünü’ne kadar olan süreç içinde yaşanan tüm devrim hareketi içinde proletaryanın sınıf mücadelesi sonucu elde ettiği kazançların kalıcı olabilmesinin ancak böyle mümkün olabileceğini görmüşlerdi. Fransa’da, 1789 ihtilali sonrasında burjuvazi devrimci sınıf olarak sahneden çekilmiş ve bunun yerini proletarya almıştı. Engels’in dediği gibi, bu tarihten sonra Fransa’da bütün devrimler, kaçınılmaz olarak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecekti. Öyle ki, zaferi kanı pahasına elde eden proletarya, elde ettiği bu kazancı koruyamıyordu; çünkü proletaryanın bu kazancı, kurulu toplumsal düzen bakımından kesin bir tehlike anlamını taşımaktaydı. Bu nedenle, işçilerin kanı pahasına kazanılmış her devrimden sonra, yani bir savaş patlak veriyor, her seferide proletarya, burjuvazinin devlet makinesi tarafından katliama tabi tutuluyordu.

1848 yılında da böyle olmuştu. Liberal burjuvazi, kendi çıkarları doğrultusunda reform talebine bulunmuş ve bunun için ayaklanırken, onun arkasında proletarya yer almıştı. Liberal hükümetin istediğini elde ettikten sonra muhalefet ile arasında bunalım patlak verince, işçiler bu sefer liberal burjuvaziye karşı sokak savaşına girmek zorunda kalmıştı. Sokak savaşları, eski toplumu yerle bir etti ve, ikinci cumhuriyet kuruldu. Ama işçiler silahlıydı ve kazançlarını koruma konusunda kararlıydı. Cumhuriyetçi burjuvalar, işçilerin taleplerini geri çevirmeden önce onları silahsızlandırmayı başardı. Bunun ardından proletaryaya verilen şeref sözleri unutuldu; yine de proletarya beş gün kahramanca savaştı ama sonra yenildi ve burjuvazi, öç alma konusunda ne kadar acımasız olduğunu bir kez daha gösterdi. Proletaryaya karşı Roma Cumhuriyeti'nin yıkılmasını hazırlayan iç savaşlardan bu yana eşi benzeri görülmeyen bir insan kıyımına girişildi.

K. Marx’ın Onsekizinci Brumaire içinde formüle ettiği “proletaryanın burjuva devletine karşı takınacağı tavır” olağanüstü önem taşır. 1848-49 devrimlerinden edindiği deneyim ile K. Marx, ilk defa muzaffer proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmekle yetinmemesi gerektiğini söyler. Fransa’da, askeri-bürokratik devlet aygıtının gelişmesini gözlemleyen K. Marx, proletaryanın aynı zamanda, burjuvazinin işçi sınıfı sömürüsünde bir araç olarak kullandığı bu aygıtı parçalaması gerektiğini söyler.

K. Marx’ın vardığı bu sonucu değerlendiren Lenin, bunun Komünist Manisfesto ile kıyaslandığında büyük bir adım olduğunu söyler. Lenin’e göre Komünist Manisfesto içinde devlet sorunu oldukça soyut ve çok genel ifadelerle yer almaktadır. Oysa K. Marx’ın proletarya devrimi ile ilgili yukarıda aktarılan tanımı, bu sorunu oldukça somut bir biçimde çözmektedir. Marksist devlet kuramı böylelikle çok temel bir sonuca varmış olmaktadır.

K. Marx da, daha sonra 1852’de Weydemeyer’e yazdığı mektupta, Onsekizinci Brumaire ile vardığı bu sonucun sınıf kavramı ve sınıflar arası mücadele konusunda tarihi nitelik taşıdığını belirtecektir. K. Marx, sınıfların varlığı ve sınıf mücadelesinin uzun zamandan beri bizzat burjuva tarihçileri tarafından tanımlanmış kavramlar olduğunu belirterek onun bütün yaptığı, bu sınıf mücadelelerinin belirli tarihsel aşamalar ile bağlantılı olduğu, bu mücadelenin kaçınılmaz olarak proletaryanın diktatörlüğü ile sonuçlanacağını ve bu ise tüm sınıfların ortadan kalkarak sınıfsız topluma geçişin başlangıcı olacağını söylemektedir.

1871 yılı 18 Mart sabahında ise tarih, bir kere daha silahlı proletaryanın “Vive la Commune!”[7] çığlığı ile uyanacaktı. Proletarya artık kaderini kendi eline almanın gerektiğini anlamıştır. İşte bu noktada K. Marx’, proletaryanın bu tarihi ayaklanışını yorumlar ve burada proletaryanın iktidarı ele geçirerek kendi geleceğinin zaferini sağlamasını yetmeyeceğini, bunu sağlaması için devlet makinesini kullanamayacağını belirtir[8]. K. Marx, bundan sonra özetle şöyle devam eder:

“Burjuvazi için sürekli ordusu, polisi, bürokrasisi, yargıçları, vs. gibi aşamalı bir iş bölümü planına göre oluşturulmuş devlet, burjuvazinin feodalizme karşı savaşımında güçlü bir silah olmuştur. Ne var ki, devlet içinde feodalizmin ortaçağ kalıntıları, senyörlük hakları, soyluluk üstünlükleri, taşra anayasaları gibi muazzam çıkarları kümelenmiş bulunuyor. Buna karşı burjuvazi, 1789 Fransız devriminin dev süpürgesi ile bütün bu geçmiş egemenlik kalıntılarını siler süpürür. Zamanla, modern sanayinin ilerlemesi sonucunda, emek ve sermaye karşıtlığı genişler ve devlet iktidarı, giderek sermayenin emek üzerindeki iktidarı, kendi sınıf egemenliğinin aygıtı haline gelir. Zamanla devlet iktidarının salt baskıcı niteliği ön plana çıkar. İşçileri, 1830 ve 1848 yıllarında bunun tam olarak ayrımına varamayacak, Paris proletaryasının Şubat devrimini ilan ederken yükselttiği “toplumsal cumhuriyet” çığlığı, sınıf egemenliğinin yalnız kralcı biçimini değil, ama kendisini kaldıracak bir cumhuriyet için duyulan özlemi dile getirecektir. Komün, bu cumhuriyetin olumlu biçimi olmuştur. Nasıl burjuvazi için 1789 devrimi, feodalizmin kalıntılarından kurtulmak ve egemenliğini tam olarak yerleştirmek için zorunlu idiyse, aynı şekilde Paris proletaryası da bu yolu izlemelidir.”

Marx, Paris proletaryasının kurtuluşunun devlet makinesinden tümüyle kurtulmasında yattığına işaret eder. Nitekim, Paris proletaryası, hızla bunu gerçekleştirir. 28 Martta Komün ilan edilir, ardından utanç verici “ahlak zabıtası” kaldırılır, 30 Martta askere alma ve düzenli ordu kaldırılır, tüm sağlıklı yurttaşların katıldığı Ulusal Muhafızlar tek silahlı kuvvet olarak ilan edilir, bir sömürü aracı olan emniyet sandıkları kaldırılır, din ve devlet işleri ayrılır, kilise malları ulusal mülkiyete dönüştürülür, laiklik kabul edilir, memurların seçimle göreve gelmeleri ve bu şekilde her hangi bir zamanda görevden ayrılmaları sağlanır, memur maaşları işçi ücretleri ile eşitlenir. Bütün bunlar, Marx’ın devlet makinesinin parçalanması anlamına gelen uygulamalardır.

Komün, yeni proletarya cumhuriyetinin yapısını da tümüyle yeniden şekillendirir. Komün'ün geliştirmeye zamanı bulamadığı kısa bir ulusal örgütlenme taslağı ile, Komün'ün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçimi olması ve kırsal bölgelerde sürekli ordunun, hizmet süresi son derece kısa bir halk milisi ile değiştirilmesi gerektiği açıkça ortaya konur. Her ilin kırsal komünleri, ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki temsilciler meclisi aracılığı ile yönetecek ve bu il meclisleri de Paris’teki ulusal yetkililer kuruluna kendi temsilcilerini gönderecektir. Esas itibarı ile merkezi işlevlerin yerel düzeydeki yönetimlere aktarılması öngörülür. Merkezi hükümete kalan az sayıda, ama önemli görevler gerçeğe aykırılığı biline biline söylendiği gibi kaldırılmayacak, ancak komünal, yanı sıkı sıkıya sorumlu –görevliler tarafından yürütülecektir.

K. Marx, için çağdaş devlet iktidarını paramparça eden Komün’ü proletarya diktatörlüğünün ideal biçimi olarak değerlendirir. Onun ortaçağ komünlerini andırdığı, yada küçük devletler federasyonu oluşturma girişimi olduğu, devlet iktidarı karşıtlığı, haksız yere aşırı merkeziyetçilik karşıtı girişim olduğu eleştirilerini tümüyle reddeder. Tam tersine Komün'ün o güne kadar toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından emilen tüm güçleri toplumsal gövdeye geri verecektir. İşte K. Marx ve F. Engels Komünist Manifesto içinde, devletin parçalanması gerekliliği ile bunu anlatmak istemiştir.

F. Engels, Paris Komünü’nün 20. Yıldönümü vesilesi ile Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşları adlı eserinin Almanca üçüncü baskısında yer alan giriş yazısında Marx’ın tarafından geliştirilen teorik genellemenin önemine bir kez daha değinir. Açıktır ki K. Marx, bu çalışmasında Komün deneyiminden çıkan en özlü dersi çok zorunlu gördüğü için Komünist Manifesto içinde yansıtmış, burjuva devlet makinesinin parçalanması gerektiğini belirtmişti. F. Engels de bu önsözünde aynı çözümlemeyi sürdürerek, gerçek bir proletarya diktatörlüğü olan Paris Komünü'nün belki de ayakta kalamamasının tek nedeni olarak, asırlar boyu tüm insanlığa adeta batıl itikat gibi yerleşmiş, hatta modern çağda filozofların kafasındaki idealin gerçekleştirilmesi için Tanrının dünya üzerideki felsefi dile çevrilmiş saltanatı olan devletin nasıl bir kötülükler kaynağı olduğunu tam olarak anlaşılamamasının yattığını söyler. Gerçi komün, sınıf egemenliği savaşımında kalıt olarak aldığı bu makineyi hemen budamaya başlamıştı[9], ama hala daha Komün önderleri bu kalıtsal nitelikteki kötülüğün etkisinden kurtulamamışlar, o kutsal saygı nedeniyle, Fransız Bankasının kapıları önünde duraksamışlardı! Bu ayrıca çok ağır bir siyasal yanlışlıktı. Komün elindeki banka, on bin rehineden daha değerliydi.[10]

Nedense bu tür tanrısal korkular, halen daha tüm boyutları ile devam ediyor. Proletarya diktatörlüğünü Marksizm'in temel öğretisi olduğunu unutanlar, Fransız devrimi sonrası 1830, 1848 ve son olarak 1871 devrimlerinde devrimin öncülüğünü yapan proletaryanın burjuvazinin ihaneti sonucu tarih boyunca görülmemiş bir katliam ile kitle halinde imha edildiğini unutarak proletarya diktatörlüğünün proletaryanın en meşru savunma hakkı olduğunu unutuyorlar. Nasıl sosyal demokrat hamkafa proletarya diktatörlüğünden söz edildiğini duyunca hidayete erdirici bir korkuya kapılıyorsa,[11] aynı şekilde proletarya diktatörlüğünün gücü, Paris Komünü'nde olduğu gibi, tüm iktidarın sıkı sıkıya elde tutulmasından, ve bunun için burjuva devleti ters yüz edip kullanmaktan değil, ama böyle düşündüğü halde, iktidarı ele geçirdiğinde bunun tam tersini yapan Blankistlerin yaptığı gibi, Paris Komünü'nün yerel komünlerin gücüne temellendirilmesinden, ya da Rusya’da devrim sonrasındaki ancak ilk bir kaç ay süre ile gözlenebildiği gibi, tüm proletarya iktidarının fabrika komiteleri temsilcilerin oluşturduğu yerel Sovyetlere dayandırılmasında olduğu gibi, proletaryanın kendi gücünden kaynaklandığını unutuluyor.

____________

[1] K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, ikinci Baskı, Sol Yay., Mayıs 1976, s.41.


[2] Sosyalizm eşittir devletçilik basitleştirmesini kullananlar, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da proletarya devlet için yaptıkları tanımlamayı çoğu zaman yanlış kullanırlar: “Proletarya, politik üstünlüğünden, sermayeyi burjuvaziden dilim dilim koparıp almak için, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve olabildiğinde hızla, üretici güçlerin miktarını çoğaltmak için yararlanacaktır.”, K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, Bilim ve Sosyalizm Yay., S. 51. Burada verilen biçimiyle, üretim araçlarının devletin mülkiyetine geçmesi diye bir şey kesinlikle söz konusu değildir. Burada, üretim araçlarının proletaryanın egemenlik örgütünün elinde toplanması, kontrolüne geçmesinden söz edilir. Esasında, bu tanımlamada bir mülkiyet ilişkisine deyinilmez.


[3] F. Engels, Bebel’e yazdığı mektupta, devlet konusunda, “sosyalist düzenin kurulması ile devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmesine” hala daha halkçı devlet konusunda ısrarlı olan anarşistler eleştirir. Engels, devamla, devletin salt düşmanları bastırmak için geçici olarak yararlanılacak bir kurum olduğunu söyler. Daha sonra Marx ile birlikte devlet yerine komün veya Almanca topluluk anlamında Gemeinwesen kelimesinin kullanılmasını önerdiklerini belirtir. K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programları..., s. 136.


[4] K. Marx ve F. Engels, esas olarak komünizm üzerine kehanette bulunmaktan çok, kapitalist sistemi çözümleme ve onu anlamaya odaklanmışlardı. Bu çabaları da kuşkusuz tümüyle ona alternatif komünist toplumun biçimlendirilmesi amacınını taşıyordu. Sadece hayal ettikleri bir dünya yaratmak çabasında olan ütopyacılardan farklı olarak, komünist toplum hedeflerini kapitalist toplumun gerçekleri üzerine inşa etmekti bütün amaçları. Ama, yeri geldiğinde, örneğin, Komünist Manifesto’da olduğu gibi, komünist toplum beklentilerini dile getirmekten çekinmeyeceklerdi. İşçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin ilk aşamalarında onlara bir komünist toplum hedefi göstermemek olmazdı. Komünist Manifesto’ta komünist toplumla ilgili anlatılanlar, büyük ölçüde onların böyle bir toplumun sahip olması gereken özellikleri için bir beklentiden öte geçmeyecekti. Ne zaman ki, Paris Komünü ile karşılarında canlı bir proletarya diktatörlüğü örneği ile karşılaştılar, işte o zaman beklentilerine göre değil, ama somut gelişmelere dayalı formüle edilmiş bir komünist toplum önereceklerdi.


Ne var ki, K. Marx, F. Engels pratisyen olmaktan öte, kuramcıydılar da. Yani, tarihsel gelişmeleri içinde bulundukları koşulları değerlendirerek kestirebilirler, ya da, Komünist Manifesto ile yapıldığı gibi, somut biçimiyle verilmemiş de olsa, en azından komünist toplumun dışlayacağı yapıların ne olduğu hakkında önceden kesin nitelikte yargılara varabilirlerdi. Örneğin, 1848-49 devrimi sonrasında, Frasa’da Bonapartist darbenin enine boyuna ele aldığı Onsekizinci Brumaire adlı eserinde K. Marx, burjuva devletin niteliğini enine boyuna değerlendirdikten sonra sunları söyleyecekti: “Proletarya devrimi, tümüyle farklı tipte bir güce gerek duyacaktır ve bu hiç de onun emekçi kesimlerin sömürü mekanizması niteliğine dokunmaksızın mevcut burjuva devlet makinesini ele geçirmekle sınırlı kalmayacaktır. Bu nedenle, proletarya devrimi, bütün gücü ile burjuva devrimini dağıtmaya yöneltmelidir.” Lenin, K. Marx’ın bu saptaması ile ilgili ilginç bir yorum getirir: “Komünist Manifesto içinde yer alanlar ile kıyaslandığında, bunun Marksizm’de muazzam bir aşama olduğunu belirtmek gerek. Komünist Manifesto’da devlet sorunu esas olarak çok soyut bir biçimde ele alınmıştır. K. Marx’ın bu saptaması ise bu sorunu çok daha somut olarak ele almakta, buna kesin ve pratik çözüm getirmektedir. K. Marx’ın dediklerine kulak vermeliyiz: Şimdiye kadar olan devrimler, devlet mekanizmasını mükemmelleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Oysa, asıl yapılması gereken onu paramparça etmektir.” V.İ. Lenin: Toplu Eserler, Cilt 25, s. 411.


[5] K. Marx, F. Engels, e.g.e., s. 8


[6] “... Modern sanayinin son yirmi beş yıl içindeki hızlı gelişmesi ve onunla birlikte işçi sınıfı partisinin gelişen örgütlenmesi; Şubat Devriminin ve ondan daha önemlisi, ilk kez olarak proletaryanın politik egemenliği iki ay elinde tutmuş olduğu Paris Komünü’nün pratik deneyimi karşısında, bu programın bazı ayrıntıları artık eskimiştir. Paris Komünü, özelikle bir şeyi, işçi sınıfının hazır bir devlet mekanizmasını eline geçirip onu kendi amaçları ile kullanmakla yetinemeyeceğini kanıtlamıştır...” K. Marx, F. Engels, e.g.e., s. 8.


[7] Yaşasın Komün!


[8] Muzaffer proletarya için burjuva devlet makinesini kırma zorunluluğu üzerindeki Fransa’da İç Savaş’ta ortaya konan ve buradan Komünist Manifesto’nun 1872 yılı Almanca baskısına aktarılan tez, ilk olarak Luis Bonarapte’ın 18 Brumaire’si içinde dile getirildi.


[9] F. Engels’in bu sözü (K.Marx, Fransa’da İç Savaş, İkinci Baskı, Sol Yay., s. 19), K. Marx’ın proletarya diktatörlüğünün devleti kısa süre için burjuvaziye karşı savaşımında araç olarak kullanmalıdır (K. Marx, Gotha ve Erfurt Programları) sözüne açıklık getirmesi bakımından çok önem taşımaktadır. F. Engels, Paris Komünü’nün kendisine kalıt devletin en zararlı yerlerini hemen budadığını söylüyor. Ordunun lağvedilmesi ve devlet memurlarının seçim ile görevlendirilmesi ve memur maaşlarının işçi ücretleri ile eşitlenmesi Komün’ün ilk uygulamaları arasındadır. Öyle anlaşılıyor ki, K. Marx’ın sözünü ettiği süre çok kısa tutulmalıdır ve bir şer odağı olan devletin yeni dönem ile birlikte derhal tasfiye edilmesi kaçınılmazdır.


[10] Marx ve Engels, daha en başından beri Paris Komünü'nde yönetimi Proudhoncu ve Blankistlerin oluşturduğunun farkındadır. Blankistler, proleter devrimci içgüdüsüne sahiptiler ve aralarından ancak küçük bir bölümü, Alman sosyalizminden haberdardır. Proudhoncular ise, küçük köylülük ve zenaatçiliğini temsil eden sosyalistlerdir. Bunlar, Komün'ün eksikliklerini ve Fransız Bankasının kapıları önünde devlete karşı duydukları kutsal saygıyı açıklar. Her şeye rağmen, komploculuk okuluna özgü sıkı bir disiplinle bağlı Blankistler, anlaşılmaz bir şekilde gerçekten ulusun kendisi tarafından kurulacak ulusal bir örgütlenme çağrısı yaparlar. Ordu, siyasal polis ve bürokrasinin alaşağı edilmesini sağlayan da işte bu gücün ta kendisidir. Şimdiye kadar olan biçimiyle devlet gücünün parçalanması ve yerine gerçekten demokratik Komün'ün geçmesi, yanlışlardan kalkarak şaşmaz bir şekilde doğruları bulan Blankizm ve Proudhonculuğun da sonunu getirecektir. Her şeye karşın Engels, Paris Komünü hakkında August Bebel’e Ekim 1884’te yazdığı bir mektupta şunları söyleyecektir: “Üç ay boyunca, hem de Paris gibi bir yerde, dünyayı yolundan çevirecek şekilde iktidarı elinde tutan Komün, bir taraftan eski sosyalizmin mezarını, aynı zamanda da yeni uluslararası komünizmin beşiğidir” (K. Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yay., II. Baskı, s. 156.)


[11] F. Engels, Paris Komünü 20. Yıldönümü için, 18 Mart 1891

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder