15 Mart 2011 Salı

Serbest Piyasa, Emek Piyasası ve İşsizlik

İş görebilir yaştaki her yurttaş, ait olduğu toplumda bir iş sahibi olmak, hayatını kazanmak ve zamanla yeni bir aile kurmak durumundadır. Bir iş sahibi olmak, her yurttaşın hakkı olmasının ötesinde, kişilerin ve toplumların var oluşu ile için vazgeçilmez nitelik taşır. Anlamlı, örgütlü ve güvenceye alınmış bir geleceği sahip bir toplumu oluşturan her bireyin onurlu bir yaşam sürdürme olanağına sahip kılınması gerekir.

Bu söylenenler, anayasanın ilk bölümünde, kişi ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak biçiminde özetlenen devletin görevleri arasında sayılmakta. Toplumda her bireye geçim olanakların sağlanmasının etik açıdan olduğu kadar toplumsal yaşamın tutarlılığı açısından da kaçınılmaz nitelik taşır. Aksi toplumsal yaşamın var oluşuna da yaşamın kendisi mantığına da aykırıdır.

Eğer bu toplumu oluşturan bireylerin bugün olduğu gibi, önemli bir kesimi için bu toplumsal sözleşme bireyin gününü kurtaramadığı gibi, yarını için de kötümser olmasına yol açıyorsa, o zaman yanlış giden bir şeyler var demektir.

Geleceğe karşı duyulan kuşku sadece işsizler ile sınırlı kalmıyor. Ama onların çevresinde kümelenen bireylerin de her an işsiz kalabilecekleri endişesi yaşamalarına neden olur. Bugün olduğu gibi işsizliğin onulmaz bir toplumsal yara halini aldığında ise endişe bütün çalışanları içine alacak ve onları ümitsizliğe sevk edecektir.

İşsizliğin boyutları

İşsizliğin birinci boyutu, genel olarak demografik veya sosyal açıdan bir ayrım yapmaksızın onun ortaya çıkardığı yüz kızartıcı genel tablo ile ilgilidir. Türkiye için işsizlik sanıldığından da derin bir yaradır. Resmi rakamlar, iş bulma ümidi olmayan ve başvuru yapmayanlar dahil edildiğinde, işsizliğin yüzde 20’lere yaklaştığını yani; 5 kişiden 2’sinin işsiz olduğunu gösteriyor.

İşsizlik tablosunda daha da iç karartıcı bir başka gerçek, iş sahibi olanların yaklaşık yarıya yakınının kayıt dışı istihdam edilmeleridir. Bu koşullar altında çalışan milyonlarca insan, çalışma hayatının yasal güvencelerinden yararlandırılmaz, sağlık ve emeklilik gibi sosyal güvenceleri yoktur ve sendikal örgütlenme onlar için hayaldir. Kimi zaman aldıkları para bile yasal “asgari ücretin” altındadır.

Bir başka gerçek, Türkiye'deki işsizliğin genç nüfus içinde ortalama işsizlik düzeyinin iki katı olmasıdır. Yapılan araştırmalara göre, kendilerine bir hayat kurma çabasındaki gençlerin yaklaşık yüzde 40'ı işsiz durumdadır. Türkiye'de genç nüfus olarak kabul edilen ve 15–24 yaşları arasında yaklaşık 12 milyon genç bulunmaktadır. Bu gençlerin yaklaşık 5 milyonu işsizdir.

Türkiye’de genç insanların durumu ayrıca ele alınması gereken başlı başına bir sorundur. 12 milyon genç iş bulmak, bir okuldan mezun olmak veya eğitimi terk etmek, bir kişilik oluşturmak, ana-baba evinden ayrılmak veya kendi ailesini kurmak gibi yetişkinliğe geçiş sürecini yaşamaktadır.

Son olarak bir başka ama acı bir gerçekten söz etmek gerekir: İşsiz gençlerin yaklaşık 3 milyonu "görünmez gençlik" kesimini oluşturmaktadır. Çoğunluğunu kızların oluşturduğu bu gençler, evde koca bekleyenler, fiziksel engelliler, tüm ümitlerini kaybetmiş aylaklar ve sokak çocuklarından oluşur. Yani Türkiye, işgücü arzı içinde çok önemli bir paya sahip bu kesimdeki gençler için hiçbir şey ifade etmemektedir.

Sınıfsal açıdan değerlendirme

Toplum ve birey gibi, çok şematik kıstaslarla yapılan değerlendirmeler yeterince endişe vericidir; ama asıl yaşananlarla ilgili daha gerçekçi tabloyu yansıtmaktan çok uzaktır. Kategorik olarak toplum bireylerden değil, ama sınıflardan oluşur. Sınıflar ise bireylerden oluşur. Yanı toplum ve birey arasında onlara damgasını vuran sınıf olgusunun sokulması gerekir. Böyle olduğunda da işsizliğin ah vah edilecek bir tecelli olmadığı ama onun sınıfsal çıkarlar bağlamında toplum -kapitalist – için bir olgu olduğu, o toplum işleyişinin vazgeçilmez bir parçası olduğu anlaşılacaktır.

Kabaca bir toplumu oluşturan üç temel sınıf var: patronlar, orta sınıflar ve işçiler. Bir kez daha hatırlamak gerek. Sınıf kavramı, esas itibarı ile geçim gailesi içinde gösterilen çabada bireylerin mülkiyet durumunu anlatır. Burada mülkiyet dendiğinde, üretim araçları mülkiyeti anlaşılır. O zaman sınıf dendiğinde mülk sahibi olan ve olmayanlar tanımı anlaşılacaktır.

Kapitalist toplumlardaki mülk sahibi sınıf patron, hiç mülkü olmayanlar işçi ve bu irisi arasında kalanlar ise orta sınıf olarak tanımlanır.

Sermaye sınıfı

Patronlar için günlük yeme içme barınma ve gelecek için bir güven sağlama, vs. kaygısı pratik olarak yok gibidir. Hatta bu gereksinimlerini sağlamak için sıradan bireyler gibi nakit veya bankada nakit sahibi olmasına bile gerek yoktur. Biraz daha yakından bakıldığında, patron kesiminin üzerine kayıtlı arsa, ev, mal mülk bile bizim anladığımızdan biraz daha farklıdır. Patronun bütün mülkiyeti sermayedir. Buna evi, arsası, fabrikası gibi maddi sermaye da dahildir. Gerçekte, bütün bunlar bir arada patronun sermayesini oluşturur. Bunun yanı sıra, patronun maddi sermayesi yanı sıra piyasadaki itibarı, tanınmışlığı vs. ile birlikte onun kâr sağlayan maddi ve maddi olmayan servetinin bütününü oluşturur. Öyle ki, onun ticari kredisi maddi ve maddi olmayan aktiflerinden çok daha fazla olabildiği gibi, daha da az olabilir.

Bütün bu anlatılanlar, patronların hiçbir derdinin olmadığını göstermez. Geçim sıkıntıları kesinlikle yoktur, ama bu onların hayata tutunma riskinin olmadığını göstermez. Mali mülkü olsa ve hiç geçim endişesi duymasa bile patronlar için hayat hiç de kolay değildir. Patronun sahip olduğu sermaye adeta canlı bir varlık gibidir. Sürekli gelişip büyümek zorundadır. Aksi taktirde bir anda sürgit değişen koşullarda sermaye aşınmaya başlar. Yenilikleri ve teknolojiyi izleyen rakiplerinin gerisinde kalarak eskir ve patronun bir anda İtibarını yitirmesine yol açar. Böyle olduğunda da patron nasıl olduğunu anlamadan tasfiye edilir. Onurunu kurtarması içi artık tek yapabileceği hayatına son vermektir. Kapitalist sistem, başarılı olamayan patronlara hiç acımayacaktır.

Orta sınıflar

Orta sınıf ortak özelliklere sahip farklı kesimlerden oluşur: esnaf, zanaatkâr, köylülük ve serbest meslek sahipleri. Orta sınıf geçimini bir mülk yada meslek sahipliği aracılığı ile sağlar. Mülk sahipleri kimi geleneksel tarz üretim ve ticarete dayalı işletmecilik yada çiftçilik yaparken meslek sahibi ücretli veya serbest meslek icra eder.

Orta sınıfların mülk yada meslek sahibi olmaları onları aynı dünya görüşünü paylaşma ve beklenti açısından patronlara yaklaştırır. Ama geleneksel faaliyet alanları giderek tasfiye edilir ve mülksüzleşirken proletarya sınıfına itilmeleri de kaçınılmaz olur. Aynı durum biraz daha gerçekçi ve ayakları yere basan meslek sahipleri için de geçerlidir. Ama onlar da patronların kendilerine muhtaç ve vazgeçilmez görme eğilimindedir. Çok azı sınıf atlamakla birlikte, zaman içinde geniş ücretli kesimler ile aynı kaderi paylaşmaları kaçınılmaz olur.

Sınıfsal konumu itibarı ile orta sınıfın zaman içinde hızlı bir dönüşüm süreci yaşadığı gözlenir. Başlangıçta proleter sınıflara karşı sermaye sınıfının işbirliği yaptığı orta sınıf, sermaye sınıfının hegemonyasını iyice pekiştirmesi ile birlikte bir kenara atılır. Küçük esnaf ve zanaatkâr kendini her alanda hâkimiyet kuran tekellerin acımasız tasfiyesi mekanizması içinde bulur. Her kesimden köylülük neredeyse tümüyle tasfiye edilir. Meslek sahipleri için emeklerini satarak ayakta kalmaktan başka şansları kalmaz.

İşçi sınıfı

Konu başlığı itibarı ile işçi sınıfı, sadece mülksüz sınıf olmak bir yana, aynı zamanda da topyekün işsizler kesinimi oluşturur. Patronlar yada orta sınıf gibi, işçi sınıfı iş bulamadığında veya işten atıldığına geçimini sağlamak için elden çıkartacağı bir mülke sahip değildir. Bu nedenle işsiz kaldığında tam bir açlığa mahkûmdur.

Pek fark edilmiyor olsa da, bir işi olan bir işçi, çalıştığı iş yasalara göre kayıtlı ve bir iş akdine bağlı olsa bile pratikte işsizlerden bir adım ilerde olmanın dışında onlardan pek farklı değildir. Kâğıt üzerinde işi olsa bile işsiz sayılabilir. Çünkü çalışma dünyası, toplu pazarlık dünyasıdır. Belirli dönemlerde çalışan işçiler patron ile pazarlığa oturur ve çalışma koşullarını en baştan sona yeniden düzenler ve iş akitleri yeniden yapılır.

İki pazarlık dönemi arasında bile işçinin hiçbir iş güvencesi yoktur. Ertesi gün işsiz kalması patronun iki dudağı arasındadır. Gerçekten da patronlar, kıdem tazminatı engelini de aştıktan sonra bu konuda tümüyle özgür kalacaktır. Bu engel de gerçekte çok önemsiz bir külfetten öteye geçmemektedir. Engel gibi görünen bu uygulama da yakın bir dönemde kalkacaktır.

İşçilerin için gerçekte tablo şudur: Her gün işe başlarken kafasını kaldırıp patronun yüzüne bakar: gözlerinin ifadesi değişmemişse, o gün iş sahibi demektir ve ertesi gün bu yeniden tekrarlanacaktır.

Pratikten öte, bu durum kuramsal olarak da; yani eşyanın tabiatı ile öyledir. Çünkü işçinin emeğinden başka hiçbir geçim aracı yoktur. Bunu satmak zorundadır. İşçinin emeği patron dışında hiç kimseye yaramaz. İşçinin patrona karşı kullanabileceği hiçbir kozu yoktur. Emeğini sadece de patrona satmak zorundadır. Bunu da patronun insafına sığınarak boğaz tokluğuna satar. Hiç kuşku yok ki, insafsız patronlar da vardır ve işçilerin patrona karşı sattığı emeği karşılığında karınlarını doyuramazlar.

Mal piyasası emek piyasası

Kısaca işçi, salt işçi olduğu için, yada toplumun bir üyesi olduğu için otomatik iş sahibi olmuyor. Ona emeği kendisine uygun gelen birine satmak gerekiyor.

İşçinin emeği, aynen serbest pazar ekonomilerinde pazara satılmak için götürülen bir ürün gibidir. Ama ürünlerden bir farkı, bu pazarlamanın her gün yapılması gerektiğidir. Bir ürün satılır, tükenir gider. Ama insan ömrü devam eder. İşçi her geçen gün kendini ve ailesini geçindirmek, çocuklarının karnını doyurmak durumundadır. Ertesi gün ve daha sonraki bütün günler emeğini satmak için emek pazarına gitmek durumundadır.

Bir iş sahibi olanların da işsiz olduğunu düşünmek pratik görünmeyebilir. Özellikle de bunu iş yasalarının belli ölçüde patronları korkuttuğu, sendikaların kör topal ayakta kalabildiği ve işçilerin en azından “iş güvenliği” sağlanması söz konusu olduğu eski dönemler için anlamak zor görünebilir.

Ama şimdi durum değişmiştir. Patronlar şimdi iyice özgürleşmiştir ve yasaları hiç dikkate almamaktadır. Sendikalar ve özellikle işçi haklarını savunanlar yok denecek kadar azalmıştır. Bu koşullar altında iş güvenliği tümüyle yok edilmiştir. Bu durum, işi özün itibarı ile işçileri tümüyle; işi olsun olmasın, işsiz olarak tek başına kaderi ile ortada bırakmıştır.

Dün ve Bugün

Tüm işçilerin işsiz olduğu fikrine alışamayanlar için, belli ölçüde sendikal ve siyasi faaliyetlerin gözlendiği eski dönemde işçi sınıfı için işsizlik olgusunun ne olduğuna göz atmakta yarar var. Ancak buna geçmeden önce, çok uzun bir sınıf tarihini çok kısa ele almakta yarar var.

Başlangıçta işçi örgütlenmeleri yoktu. İşsiz işçi de yoktu. Herkes pratik olarak yirmi dört saat çalışmak zorundaydı. Hatta bütün bir işçi ailesi fabrika içinde yaşıyor ve tüm aile bütün bir gün patrona karın tokluğu ile çalışıyordu. Zira çalışmayıp işsiz gezenler toplum düşmanı ilan ediliyor ve kent dışına sürülüyor veya oracıkta öldürülüyordu.

İşçiler zamanla bu duruma isyan ettiler. Bir araya geldiler. Patronlar da işçileri sonuna dek sömürmenin neredeyse işçi sınıfını kitlesel olarak yok olacağı endişesine kapıldılar. Kısaca, bu kötü günler geride kaldı. İş saatleri ilk önce 10 saat, modern dönemlerde de 8 saat ve daha altına düştü. İşçi yararına iş yasaları yürürlüğe kondu Sendikalar kuruldu. Aralarından işçi haklarını savunanlar oldu. İş güvenliği göstermelik de olsa tesis edildi.

Bu durum uzun sürmedi. Kapitalizm son bunalımına girdi. İşçilerin ekonomik mücadelesi kaçınılmaz biçimde siyasi alana taşar ve işçiler seslerini yükseltirlerken, patronlar buna karşılık işçi sendikalarını satın almak – sarı sendikacılık, onların siyasi eylemlerini saptırmak – reformizm ve yasa dışı ilan etmek – faşizm gibi düzenlemeler yanı sıra, asıl emek piyasasına işsizlik olgusunu dahil ettiler.

Bunalım durmadı, devam etti. Kar oranlarını korumak için yeni teknolojiler geliştirmek giderek daha zor ve astarı yüzünden pahalı hale geldi. O zaman patronların elinde tek çare olarak emek piyasasını canlandırmak kaldı.

Emek piyasasında bir tarafta satıcılar, yeni emekçiler, diğer tarafta da alıcılar patronlar vardır. Herhangi bir dış müdahale olmazsa, bu ikili arasında pazarlık doğal koşullar altında yapıldığı düşünülebilir.

Ama patronlar bu pazarlığa işsizlik olgusunu soktular. Bunu emek piyasasının vazgeçilmez parçası haline getirdiler ve önerdikleri ücreti kabul etmeyenlere “işsizler ordusuna katılma” tehdidi savurdular.

Günümüzde bu “üçlü mekanizma” çok iyi uygulanıyor. İşsizlik sürekli tırmandırılıyor. Emek piyasasına şimdi bir de yabancı işçiler katılıyor. İşçiler kendilerinden çok daha ucuza emeğini satan yabancı işçiler ile rekabet etmek zorundalar.

Yakın zamanda çalışma dünyasında, bir iş sahibi olan işçilerin de “işsiz” konumuna düşürecek yeni düzenlemeye hızla yayılıyor. Bunlar arasında taşeron işçilik ve esnek işçilik uygulamaları işçilerin iş akitlerini pamuk ipliğine bağlayan ve onların üzeri örtük işsizlik durumunu aleni hale getiren uygulamalardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder