26 Ocak 2010 Salı

Ulus Bütününde Etnik Ayrıntı


Etnisite tanımı içinde, ortak bir soydan gelme, nesilden nesle geçen tarihsel bağlara sahip olma, ortak kültürel özellikler (dil, din, gelenek, alışkanlıklar, günlük yaşam tarzları) ve bölgesel bağlara sahip olma yer alıyor. Bu tür etnik farklılıklar, bir ulus bütünlüğü içinde bir zenginlik anlamını taşıyor ve hiç bir biçimde bir zıtlık kaynağı olarak bakılmaması gerekiyor ama ne yazık ki küresel hegemonik anlayışta bu hiç de böyle değil. İstisnasız tüm ulus yapılanmalarında etnik farklılıkların var olduğu ve bunların ulus ölçeğinde çok iç içe ve bir arada oluşu bir evrensel gerçek. Yaygın biçimde böl ve yönet yöntemini izleyen emperyalistler için dün olduğu gibi, bugün da etnisite başlıca istismar kaynağı oldu. En acımasız ve hoyrat, insanlık dışı katliamların uygulanmasında etnik ayrım (dinsel ve mezhep ayrılıkları, vs. birlikte) kullanılır hale geldiği görülüyor.
Ulus içi belli bir yapı (etnisite, din farklılığı, vs.) temelinde oluşturulan da bu zıtlık, maddi kaynakların paylaşılması çabası içinde ortaya çıkıyor; zenginlik ya da yoksulluk, yada kazanç veya kayıp. Faydacı yaklaşım, bunun dışında bir anlayışa imkân vermiyor. Kuşkusuz, bu kavramların temelinde, adı geçen ülke için zorunlu tercihinden kaynaklanan azgelişmişlik olgusundan hiç söz edilmiyor ve hatta bu farklılıkların aynı tüm diğer etnik grup içinde de aynı ölçüde çıktığı da göz ardı ediliyor. Sebebi ne olursa olsun, etnik sorunun ortaya çıkması için kaynak kullanma ve değerlendirme sonrasında zenginleşme ve yoksullaşma süreci gerekiyor. Sonuç olarak bir ülkede herhangi bir şekilde bir etnik sorun ortaya çıkartılıyor; daha sonra bu etnik sorun, bu ülkedeki siyasi sistemin kemirilmesi ve zayıflatılması için bir araç oluyor; o ülke içinde var olan etnik grupların, merkezi hükümet ile egemenlik çatışmasına girdiyi ileri sürülüyor. Sonrasında, komşu ülkeler arasında aynı etnik sorun bağlamında yaşanan sorunlar, zamanla iki komşu ülke arasında gerginlik ve savaşa yol açıyor, vs. vs.
Güya etnik sorun giderek uluslar arası önem kazana bir sorun haline geliyor, ülkelerin iç dengesinin istikrarsız hale gelmesine yol açıyor; örneğin, Yugoslavya'da olduğu gibi, söz konusu ülkelin birliğinin bozulması, zayıflaması ve tümüyle dağıtılarak sonunda yok olmasına yol açabiliyor. Ya da, Keşmir sorununda olduğu gibi, nükleer savaş tehdidine yol açacak düzeye tırmanabiliyor. Kısaca, Yugoslavya örneğinde yaşananlar da bir kez daha ortaya koydu. Avrupa içinde bir Müslüman toplumun yok edilmesi, ya da Hindistan ve Pakistan gibi iki az gelişmiş ve fakir ülkelerin emperyalist savaş sanayicilerine pazar oluşturması amacı göz ardı ediliyor. Sırf bu amaçlar ve buradan kalkılarak uzun vadede küresel hegemonya etnik sorun temelinde göz ardı edilmeye çalışılıyor.[i] Bununla da kalınmıyor, İsrail'in emperyalizmin küresel hegemonyası uğruna Filistin halkını yok etme çabası da sözü edilen "etnik çatışma" kapsamı içinde ele alınıyor. Güya etnik sorun, birçoklarında olduğu gibi, İsrail ve Filistin ülkelerinde de ABD desteğinde, Ortadoğu'da emperyalist mevzilenme değil, ama İsrail ve Filistin'in içinde yer alan çeşitli etnik gruplar ile bağlantılı olarak bu iki ülke arasında bir çatışması gibi masum bir çerçeveye sokulabiliyor.[ii]
Türkiye'de etnik gruplar alabildiğine var. Etnik gruplar, belirgin olarak farklı dili konuşanlar olarak tanımlanabilir. Gerçekte aynı dili konuşan farklı etnik grupların varlığı mümkün olmadığı gibi, tanımı gereği aynı etnik grup içinde farklı dil konuşulması mümkün değil.[iii] Türkiye'de en çok konuşulan Türkçe ve Kürtçe yanı sıra, bütün Kafkas dil ailesi içinde yer alan ulusların temsilcileri, irili ufaklı gruplar olarak yaşamlarını sürdürüyor. Türkiye, ilk çağlardan bu yana çeşitli medeniyetlerin yerleşimlerinin olduğu bir bölge olmanın yanı sıra, üç eski kıta arasında köprü olması nedeniyle göç yolları üzerinde yer alıyor. Bu çeşitlilikten kaynaklanan zenginlik içinde hiç bir başka ülkenin nasip olmadığı çeşitli dil ve kültür içinde yer alan ulusların yerleşimine tanık olmuş bir bölge. Bu şekilde, ülke içinde sayı her biri ayrı etnik grubu temsil eden 50'nin üzerine farklı dil ve lehçeler konuşuluyor.
Türkiye'de yaşayan etnik gruplar içinde en yaygın olanı, kuşkusuz Kürtler. Ülke nüfusunun yüzde yirmisini oluşturduğu söyleniyor. Türkiye'de yaşayan Kürt nüfusuna biraz daha yakından bakıldığında, Türkiye dışında yaşayan soydaşlarından farklı özellikler hemen göze çarpıyor. Bir kere, Türkiye'de dışındaki Kürtler, esas olarak Kürdi olarak bilinen dili konuşuyorlar. Türkiye'de yaşayanlar ise Zazaca ve Kirmanca olmak üzere iki ana dil grubunda yer alıyor. Zazaca, Kürlerin konuştuğu dilden tümüyle farklı bir dil, Kürtçe dil grubu içinde yer almıyor. Her iki dile ortak tek bir kelime bile yok.[iv] Bu açıdan Zazalar, Kürt etnik içinde sayılmıyor. Şimdiye kadar Kürdistan olarak gösterilen bölge, Zazaların yaşadığı yerleri içine alması bakımından ciddi bir hatayı içeriyor. Etnik temelde bir otonomi veya ayrılık söz konusu olduğunda, o zaman Zazalar bu otonom veya ayrı Kürdistan içinde etnik grup niteliğini kazanacak ki, bu kabul edilemez. Zazalar, ana dili Kürdistan olacak bir ülke içinde farklı dilleri ve kültürleri ile etnik azınlık olmaktan kurtulamayacak. Öte yandan Zazaca ve Kirmanca, kendi aralarında sırasıyla üç ve altı alt ayrı diyalektlere ayrılıyor. Bu alt diyalektlerde yer alan insanlar, iki yabancı için söz konusu olan biçimde gibi birbirlerini anlayamayacak ölçüde farklı dilleri konuşur. Bu durum, Kirmanca dil grubu içinde yer alan insanların, bölgesel ve kültürel farklılıklar içinde olduğunu gösterir. Kuşkusuz, bu etnik grup tanımlamasına aykırı bir durumdur. Öte yandan, Kirmanca dilinin bir eğitim dili olamayacağı söylenmektedir; Türkçe kelimelerle takviye edilmesi gerekir. Kuşkusuz, bu durum doğaldır; yerel ve etnik özellikler taşıyan Kirmanca, ekonomik, teknik ve kültürel dil olma vasfını kazanamamıştır.
Bütün bu söylenenlerden, en azından Kürt etnik ayrımının sağlam bir temele oturmadığı anlaşılır. Sorun, Kürt etnik varlığının kabulü bitmiyor; tersine böylesine eksik bir tanımlama, etnik sorunların sonu değil, başlangıcı; bir etnik grubun varlığının kabulü, aynı zamanda bu etnik grup içinde yer alan alt-etnik gruplar aleyhine yeni etnik sorunların yaratılması anlamını taşıyor.
Böylesine bir karmaşık "etnik yapılaşmanın" anlaşılması, güdümlü antropolojik yaklaşım ile değil, ama söz konusu toplumlara veri tarihsel gerçeklerin göz önünde bulundurulması ile çözülebilir ancak. Modernizm ve aydınlanma düşüncesinin insanlığı topyekûn yok olmanın eşiğine getiren Nazi anlayışının çizmesi altında ezilmesi, Batının kendi sorunu. Geliştirilen modernizm sonrası anlayışlar, bu sorunun üstesinden gelme çabası içinde hem Batı ideolojisi için sığınak, hem de onun meşruiyet kaynağı oldu. Bu bağlamda yaratılan yeni değerler, Batı için bir erdem gibi sunuldu. Ama şimdi bununla kalınmıyor; aynı erdemlere Batılı olmayanlar için bir karalama, bir ideolojik baskı aracı niteliğini kazandırılmaya çalışılıyor.
Batılılara göre, Türkler, Kürt etnik varlığını kabul etmediler, Kürtlere asimilasyon uygulandı, okullarda Kürt dilini öğretmediler, radyo ve televizyon istasyonları kurdurmadılar, Kürtlere özgü isim kullanmaları engellendi, belli yerlerdeki Kürt isimleri değiştirildi, aksi davranışlar hapis ile cezalandırıldı, 11. yüzyıla dayanan zengin Kürt tarihi onlara öğretilmedi. Bunun yanı sıra, Kürtler Türkçeyi tam öğrenemediler, bu onların sosyo-ekonomik fırsatlardan yararlanmalarını engelledi. 1950 ve 60'lı yıllarda belli bir gevşeme getirildi, ama daha sonra yeniden yasaklar geri getirildi. 1991 yılındaki Körfez Savaşı sonrasındaki bir gevşeme sonrasında yeniden baskı geldi, vs. vs. Bütün bunlar, modernizm sonrası Batının kendisi için oluşturulan meşruiyet kılıfının bir yan ürünü olmaktan öte gitmiyor. Her zaman olduğu gibi Batı kendini kurtarmakla kalmıyor, faydacı bir anlayışla içinde bunu kendi emperyalist sömürüsü için bir araç haline getirmeyi beceriyor.
Bu pragmatist ve çıkarcı anlayış, diğer örneklerinde görüldüğü gibi, Kürtler hakkında da etnik baskı veya asimilasyon doğrultusunda ileri sürülen dükleri iddialarda kendini bariz olarak gösteriyor. Türklerin üniter devlet örgütlenmesi, Batı tipi demokrasilere aykırı bir durum değil. Bu devlet örgütlenmesini karşısına alan her türlü sınıfsal veya etnik tehdide karşı kendini savunması da kendi sınırları içinde bir o kadar meşru. Kuşkusuz bu meşruiyetini kullanma biçimleri sonuna kadar tartışılabilir; ama temelde bu meşruiyetini geçersiz kılmaz. İnsan hakları evrensel ilkelerinin izlenmesi kuşkusuz kaçınılmaz bir durum; ama sınıfsal çelişkiyi baskı altına alması ne kadar meşru ise, etnik ayrımı gözetmeme özgürlüğü de o ölçüde varit. Bu, aydınlanmacı anlayış açısından sorgulanabilir, ama mahkûm edilemez.
Kaldı ki, sınıfsal veya etnik ayrım açısından ele alındığında, Türkiye cumhuriyeti, ilkinde kuruluşundan bu yana getirdiği baskı ve yıldırma ile her zaman sorgulanabilir; ama aynı şey etnik sorun açısında geçerli değil. Tam tersine, etnik açıdan her zaman en zor durumlarda bile bağışlayıcı olan Türkiye Cumhuriyeti, sınıfsal muhalefete karşı Batı demokrasisini tehdit ettiği ölçüde yılmaz bir savaşçı olduğunu çeşitli vesilelerle göstermiştir.[v]
Kürt etnik varlığının kabul edilmediği yanlış. M. Kemal, kurtuluş savaşını Kürtler ve onların temsilcileri ile omuz omuza gerçekleştirdi. Bunun karşılığında Kürtlere otonomi verme düşüncesindeydi. Ama yeni cumhuriyetin kurulmasından uzun bir zaman sonra bile henüz güney sınırı konusunda emperyalistlerle uzlaşma sağlanamamıştı. Yeni cumhuriyetin yol haritası, tüm etnik ve sınıfsal farklılıkların örtbas edildiği katı bir sıkıyönetim ve ardından Musul ve Kerkük'ün emperyalistlere terk edilmesi ile çiziliyordu. Bu yol haritasını emperyalistler çizmemişse şayet, onaylamış olduğu kesindir. O günün koşullarına bakarak onaylamaktan öte, bunu yeni cumhuriyet önderlerine dayattığı da rahatlıkla söylenebilir. Sonuç olarak İngiltere, Kürtlerin etnik varlıklarını bu bölgedeki petrol uğruna göz ardı etmişti. Hiç kuşku yok ki, o zaman bu durum, otonomi konusunda sıkıntılı olan yeni cumhuriyet taraftarları kadar İngilizlerin çıkarlarına en uygun olan yöntemdi.
Kürtlere karşı asimilasyon ve sonrası için söylenenler de geçerli sayılmaz. Uzun yıllar süren savaşlardan çıkan yeni cumhuriyet, bir de Osmanlı borçlarını ödeme durumunda bırakıldı. Türkiye, uzun yıllar boyunca, değil bir etnik azınlık dilini öğretmek, kendi resmi dilini öğretecek kaynağa sahip olamadı. Kaldı ki, bugün pratik olarak böyle bir eğitimin olasılığı kuşkuludur; zira konuşulan Kürtçe dilinin eğitim dili olarak kullanılmasının güç olması yanı sıra, Kürt etnik grubu için hangi dilin geçerli olabileceği de belli değildir. Aynı durum, göreceli olarak doğu bölgelerinin ekonomi için de geçerlidir. Ama bunun bugün bile böyle olmasının nedeni, başlı başına merkezi otoritenin tercihi değildi; bunda büyük ölçüde kapitalist Pazar sistemin yasaları etkili oldu. Türkiye bugünkü konumundan on katı zengin bile olsa, serbest piyasa ekonomisinin yasaları nedeniyle batı ile doğu bölgeleri arasındaki fark yine aynı çarpıcılığını korurdu.
Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi ve insan hakları bakımından belirli özellikler gösteren çeşitli aşamalardan geçti. Ama bu aşamaların hiç birinde egemen burjuvazi Türk işçi sınıfına karşı sürdürdüğü yoğun sömürü ve baskı rejimini gevşetmedi. Etnik sorununun PKK tarafından sıcak savaş düzeyine getirildiği dönem dışında Kürt halkı, özel olarak kendi dışına halkları dışlayan özel olarak bir etnik sorun yaşamadı. Kimi zaman Kürtler, bu tür baskıları en ağır yaşayan kesim olmaktan kurtulamadı. Bu durum, onların etnik grup olmasından değil, tam tersine onları bir etnik grup vasfını kazandıran bir durum oldu. Kürtler, kendisi ile aynı kaderi paylaşan diğer haklar gibi, merkezden uzak konumda yer aldılar. Kapitalist sistemde bu, olası refah ve kalkınma olanaklarından asgari düzeyde yararlanma anlamını kaşımaktaydı. Bu durum, Kürtleri kapitalist gelişme sürecine katılmalarını geciktirdi. Süregelen görece geri kalmışlık ve yoksulluk, onları zamanla bir halk hareketi olarak diğer kesimlerden faklı bir bilinçlenmeye itti.
Bu bilinçlenme, Kürtlerin Türkiye'de sol hareket içinde diğer kesimlere kıyasla daha yaygın bir şekilde katılmalarına yol açtı. Başından beri Türk komünistleri ile birlikte mücadele ettiler. Başlangıçta bu mücadele içinde etnik iz baskın olmadı.
60'lı yıllarda birlikte, Kürtlerin de katıldığı sol hareket kitlesel nitelik kazandı. Türk ve Kürt emekçilerinin kapitalizm altında karşı karşıya kaldığı zor koşullar yükselen sol hareket ile birlikte gün ışığına çıktı. Kürt haklı ile birlikte, tüm emekçi kesimlerinin koşullarını gün ışığına çıkartan, Marksist sol eylem oldu.
Bundan sonra art arda Türk sol hareketine karşı yöneltilen askeri darbeler dönemi yaşandı. Türk Marksistleri kitlesel olarak tutuklandı, sorgulandı, aralarından idam edilenler oldu. Burjuvazinin uzun bir döneme yayılan ve bu karşı saldırısı sonucunda Marksist hareket büyük bir darbe yedi.
Batılılar, bu harekete genellikle seyirci kaldılar. Ama Türkiye'de bundan sonra filiz veren sözde "etnik sorun" ile ilgili gösterdikleri duyarlılıkları onlar için bir anlamda timsahın gözyaşlarıydı. Oysa uzun süren bir suskunluk döneminden sonra Türk ve Kürt komünistleri, diğer etnik gruplar ile birlikte aynı çatı altında, ama demokrat ve sosyalist toplum uğruna omuz omuza mücadele vermişti. Dahası, burjuvazinin Marksist sola karşı öne sürdüğü gerekçelerden biri de Kürt etnik sorunu bağlamında öne sürülen bölücülük suçlamasıydı. Marksist sol, bir bakıma halkların kendi kaderini tayin etme ilkesini benimsemesi nedeniyle töhmet altında kalmış, burjuvazi, Marksist sola karşı onun kendi programı içinde yer verdiği halkların kurtuluşu için mücadele şiarını bahane yapmıştı. Parti programında bu şiarı ön plana çıkartan siyasi hareket, bu gerekçeye dayandırılarak sıkıyönetim yetkililerince kapatıldı.
Bundan sonraki dönemde Kürt radikalleri, esas olarak "Marksist" ilkeler doğrultusunda örgütlendi ve faaliyetlerini sürdürdü. Çoğunluğunu Kürt asıllılarca oluşturulan gruplar bile, ne kadar Kürt halkını motif olarak kullanmışlarsa da, kendilerini etnik temele dayalı milliyetçi hareketten çok Marksist-Leninist çizgide gördü.
Bu durum, oldukça anlamlıdır. Batılılar muhtemelen ya bunu görmezden gelmişler, ya da son aşamada Türkiye'deki Kürt hareketine bağlamında resmi otoritelerin çizgisini bu nedenle benimsemişlerdir. Oysa Irak’taki C. Talabani ve M. Arzani önderliğinde Kürt milliyetçileri, PKK'dan farklı olarak tam anlamıyla Kürt milliyetçiliği esasını benimsemişler, bununla da kalmayarak, PKK'nın farklı olarak bağımsız Kürdistan devleti yerine otonomi veya Irak'a bağlı federatif bir yapılanma öngörmüşlerdir.
Çok açık ki, PKK'nın Irak'taki soydaşlarından farklı bir yol izlemesi üzerinde durmak gerekir. Diğerlerinin yanı sıra, bunun en temel nedenleri arasında, Türk sol hareketinin Kürt halklarının kurtuluşu uğruna uzun yıllar boyunca vermiş olduğu uğraş yatar. Gerçekte bunu daha açık bir biçimde şu şekilde tanımlamak mümkündür: Günümüz koşullarında kapitalist sistemin son anlarını yaşadığı koşullarda halkların kurtuluşu, onların ulusal birliklerinin oluşturulması uğruna yapılacak ve esas olarak demokratik hakların elde edilmesine yönelik mücadele ile değil, ama emek ve sermaye çelişkisi çerçevesinde işçi sınıfının kaderi ile ortaklaşa verilecek mücadele ile sağlanabilir. Bu doğrultuda, Türkiye'de şimdiye kadar bu doğrultuda verilmiş mücadele ve edinilen deneyimler, bunun bir gerçeklik olduğunu ortaya koymaktadır.

___________________________
[i] Clinton'a Kosova'ya yapılacak bir müdahale sonucunda, sadece mühimmat için 1 milyar dolarlık bir piyasa olduğu söylendi. Daha sonra TV'de hakla yönelik konuşmasında, "Dünya çapında mal satabilmemizde Avrupa anahtar role sahip. Kosova deyince ben bunu anlıyorum." diyecekti.
[ii] Sözü edilen araştırma sonucunda, dünyada olası bir sınır savaşına dönüşebilecek 80 ayrı etnik sorun var. Bu demektir ki, ABD ve müttefikleri, 80 ayrı hassas bölgede fiili güç bulundurma planlaması yapmayı planlıyor. Avrupa'nın gözleri önünde Bosna halkına karşı girişilen katliam, bu bölgede ABD birliklerinin konuşlanması ve Güney Avrupa ve Balkanlardaki kontrolü eline alması ile sonuçlandı. ABD, etnik sorunları uluslararası düzeye çıkartabildiği ölçüde dünya üzerinde fiili hegemonyasını kuracak demektir.
[iii] Bir başka deyişle, etnik grupların dil unsuru ötesinde parametrelerle tanımlanması boşuna bir çaba.
[iv] Etnik ayrım için dil değil, dilin diyalekt veya aynı dil ailesinde yer alan alt gruplar bile belirleyici oluyor. Buna en iyi ve bilinen örnek Kafkasya’dan verilebilir. Bölgede emperyalizmin entrikalarına alet olan Gürcü yönetimi, ülkesi içinde ve dışında kendisine kardeş halklarına eziyet etmekten geri durmuyor. Birbirlerine coğrafi, dil, din, vs. yakınlığı içinde olan uluslar arasındaolan iki ulus arasında husumet yaratıldı ve uzunca bir süredir çatışma içinde oldular.
[v] Ulusal kurtuluş mücadelesine destek vermek için yola çıkan M. Suphi ve 15 arkadaşının hunharca katledilmesinden başlayarak günümüze kadar komünist harekete karşı sürdürülen baskı ve zulümler buna tanıklık ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder