16 Mayıs 2010 Pazar

68 Hareketi, Goşizm ve “Aşırı Sol”

Geçenlerde bir kutlama yapıldı. 40 yıl öncesindeki 1968 öğrenci olayları, İstanbul Hukuk’un “temsili” işgali ile anıldı. Aynen 40 yıl önce olduğu gibi, baştan sona temsili söylemlerle dolu geçti bu anma toplantısı. Çünkü medyaya yansıtılan 68 gençlik olaylarının anma etkinliklerinde boy gösterenler, baştan sona “temsili” kişiliklere sahiptiler: bir zamanlar bu olayların içinde, hatta ön saflarında yer almışlardı, almasına ama şimdi liberalizmin, hatta yeni-liberalizmin bayrağını taşıyorlardı. Dolaysı ile hepsı "zımnen" konuştular: radikal, liberal yada açıkça sermayeden yana kimliklerini bir yana bıraktılar bir an için ve 23 Nisan kutlamalarına özgü, “solcu imiş-gibi” konuştular ve anılarını dile getirdiler.

Acaba bu zorunlu bir durum muydu da, 40 yıl sonra, “devrimci gençlik” hareketi gerilemiş ve 68 hareketini anmak için bula bula liberal görüşlerin savunucuları medya önüne çıkartılıyordu?

Bunu eleştirenler olmadı değil. Eleştirilerin birinde, 68 hareketinin Türkiye’de Batılı ülkelerde olduğundan farklı bir içerik taşıdığı, bu hareketin özünde Tam Bağımsız Türkiye söylemi yer aldığı, ayrıca öğrencilerin toprak reformu, toprak ağalığının tasfiyesi ve petrollerin millileştirilmesi talepleri geldiği ifade edildi. Türkiye’de 68 hareketi için “Bizde sosyalistlerin önderliğinde, Kemalistlerin ve aydınların katıldığı bir hareketti, Batıdakiler ise ile liberal bir hareketti" değerlendirmesi dikkatlerden kaçmadı. (i) Gerçekte bu tanımlama, 68 hareketine ilk kez Batılı ülkelerde ortaya çıktığına bakılarak; utangaç bir burjuvazi kuyrukçuluğu itirafı olacaktı.

40. yıl kutlamaları bağlamında yapılan bu değerlendirme, komünist partilerin çok güçlü bir oy tabanına sahip olduğu Avrupa ülkelerinde, 68 gençlik olaylarının ilerici değil, ama gerici nitelik taşıdığının altını çizmesi açısından çok isabetli oldu. Gerçekten de kısaca Goşist olarak bilinen aşırı sol Batılı tip 68 hareketi, aralarında ütopik sosyalistler, anarşistler, Troçkistler, Maocular, sosyal demokratlar, burjuva liberalleri ve Marksizm’in çarpıtılmış biçimleri gibi çok çeşitli görüşleri barındırmıştı. Bu hareketin taraftarlarının tümü burjuva demokrasi anlayışına sahiptiler. Başka türlü de olamazdı; zira komünist partiler gerek işçi sınıfı ile oluşturulan sıkı bağ ve parlamenter platformlarında edinilen yer bakımından çok güçlü bir etkiye sahiptiler. Bu özellikleri ile Avrupa’da tüm komünist idealleri kucaklayabilir durumdaydılar.

Gerçekte, Batıda olduğu biçimiyle 68 hareketi, komünist partilerin böylesine güçlü olmaları ile bağlantılı, işçi sınıfına rağmen ve ona ve onun ideolojisine aykırı nitelik taşımaktaydı.

Bu anlaşılır bir durumdur; zira o dönemde yaşanan olaylar bu gerçeği teyit etmektedir.

Kapitalizm 1914’lü yıllarda bunalımdan çıkmak için, işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takmaya azmetmiş Lasallcı izler taşıyan sosyal demokrasiye bel bağlamıştı. Şimdi bütün gözler bir kez daha burjuvazinin hizmetine giren aynı II. Enternasyonal üyesi Marksist partiye çevrilmişti. Ama şimdi Marksist geleneği iyice budanmış bu parti için böyle bir görevi üstlenmesi hiç de zor olmayacaktı.

Çünkü 1967 yılı, dünya ekonomisinde daralma döneminin başlangıcıydı. İşsizlik ABD ekonomisinde çok büyük boyutlara ulaşmıştı. Vietnam savaşı bütün hızı ile sürüyor ve yüksek kar oranları ile çalışan savaş sanayisi sayesinde iç dengeler belli ölçüde sağlanabiliyorduysa da, dış ödemeler dengesi açık veriyordu. ABD bu açıklarını karşılıksız para ile kapatıyordu, ama belli bir süre sonra Ortak Pazar ve Japonya buna direnmeye başladı. Bankalardaki karşılıksız dolarlar aşırı yükseldiğinde de ABD’ye karşı başkaldırdılar ve ödemelerin altın ile yapılmasını istediler. Şimdi bunalıma bir de iki taraf arasındaki ekonomik savaş gerginliği eklenmişti.

Bu koşullar altında, geleneksel burjuva partilerinin işsizlik ve ekonomik bunalım karşısında geniş kitlelerin desteğini yitirmesi kaçınılmazdı. Bu durumda ister istemez sosyal demokrasinin bir şekilde sistem ile bütünleştirilmesi ve kapitalizmi her ne sebeple olursa olsun desteklemelerini sağlamaları gecikiyordu.

Dönek Kautski’nin mirasçısı olan Alman Sosyal Demokrat Partisi, SPD, sosyal demokrasinin kalesiydi ve sosyal demokrasinin sisteme iyice bütünleştirilmesi hareketi buradan başlatıldı. Bunun için gerekli adımlar zaten atılmıştı ve parti programı içinde Marksizm’e atıflar yapılan Godesberg Programını rafa kaldırılmış ve NATO’ya bağlılığı ilan edilmişti. Böylelikle, SPD kapitalist sermayenin savunulmasına karşı hazır hale getirilmişti.

Bundan sonra, beklendiği gibi sermaye yanlısı partiler çoğunluklarını kaybetmeye başladılar. Ama bunun için çözüm hazırdı. SPD, Hıristiyan Demokratlarla büyük koalisyon yaptı. Gelişmiş ülkelerde işçi sınıfını adına yola çıkan sosyal demokratlar, artık sermayenin hizmetine verilmişti.

Ama sosyal demokratlar iyice ehlileştirilir ve sermayenin emrine sokulurken, ücretli kesim içinde saygınlık kaybını önlemek için gerekli önlemler alınacaktı. Batılı ülkelerde, şimdi öncülüğünü H. Marcuse’nin yaptığı ve Tek Boyutlu İnsan adlı eseri, adı ile müsemma, kapitalist yada sosyalist gibi tek boyut içeren ekonomik model yerine her iki boyutu da içinde barındıran, ama ne kapitalist, ne da sosyalist olan üçüncü yol stratejileri geliştirilecekti.

Benzer bir gelişme, sömürge niteliğindeki az gelişmiş ülkelerde de yaşandı. Bu ülkelerde, emperyalizmin boyunduruğu ve sömürü, ulusal kurtuluş mücadeleleri ile kırılabilirdi. H. Marcuse yanı sıra, F. Fanon, R. Debray gibi düşünürler, proleter olmayan geniş yığınların, aralarında ulusal burjuvaziyi de katarak özgürlüklerine kavuşmalarının mümkün olduğu vaazını vermeye başladılar. Yeter ki, bu mücadelenin kıvılcımını başlatacak küçük kır ve kent gerilla grupları oluşturulsun.

Kuşkusuz bu model evrensel nitelik de taşıyabilirdi. Sadece belli nüans farkları ile. Proletaryanın halkın çoğunluğunu oluşturduğu ülkelerde üçüncü yol, bu sefer Türkiye için de inadına gündeme getirilecek biçimde bağımsızlık mücadelesi biçimine dönüşecekti. Ama mutlaka içinde burjuvaziyi de alacak biçimde.

Görüldüğü gibi, Batılı 68 hareketi ile Türkiye’de veya bir başka Asya ve Afrika ülkesinde benzer hareketlerin ortak özellikleri sanıldığından da fazladır. Bu hareketlerin tümü, kapitalizmin bunalımına karşı, yükselen sınıf hareketini kötülemek, içinde proletaryanın ağırlığının olmadığı, hatta varlığının bile belli belirsiz olduğu zinde güçler öne çıkartılacaktı. Üçüncü yol zaten başlı başına bir muammaydı ve hiç kimse sosyalizmin değil, kapitalizmin nasıl sol anlayış içine sokulabileceğini tartışıyordu şimdi.

Türkiye’de 100 binin üzerinde işçinin katıldığı ve iki gün sermayeye ecel terleri döktüren ve doğrudan rejimin “bekasına” yöneltilmiş bir sınıf hareketliliğinin olduğu bir dönemde proletaryayı dışlayan 68 hareketi, gerçekte proletarya dışında çözüm arayan Batılı tip hareketler ile neredeyse tamı tamına benzemektedir.

Türkiye’de de 68 hareketinin kendine özgü nüansları ile birlikte sosyalist, Kemalist ve aydın olarak nitelendirilen ve hiç kuşku yok ki Batılı gençlik olaylarına özgü eğilimleri içinde barındıran çok değişik görüşleri bir araya getiren bu harekete, feodalite, köylülük, vs. gibi unsurların eklenmesi gerekiyordu ve gerçekte bu, sınıf hareketinin saptırılması için Avrupa’nın bile imreneceği cinlikti. Onlar, hareketi böylesine renklendirecek unsurlara sahip değillerdi.

Batılı 68 hareketinin liberal olduğu görüşü ne kadar isabetli ise, Türkiye’deki 68 hareketinin de liberalizme karşı olduğunu söylemek o kadar kuşkuludur.

68 hareketi, Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunuyordu. Bunun için NATO’dan çıkılması ve feodalitenin tasfiye edilerek toprak reformunun gerçekleştirilmesi isteniyordu. Ama bunlardan hiçbiri, 68 hareketini liberal nitelikteki Batılı 68 hareketinden ciddi bir biçimde ayırmaya yetmez. Çünkü bağımsızlık, toprak reformu ve feodalitenin tasfiyesi… Bunların tümü bir liberal hareketin siyasi programının en üst sıralarında yer alan taleplerdir.

Ama hala daha feodalitenin gerçekte çoktandır “Prusya tipi dönüşümden” geçmiş ve artık bir ücretli/yarıcı tipte tarım proletaryasını sömüren tarım burjuvazisi haline geldiğini görmezden gelmeleri, onların Batılı 68 hareketine yaklaştıran bir başka unsurdur. Yoksa eğer gerçekten feodal kalıntılarla mücadele etmek durumunda idilerse, onların burjuvaziye dönüşümünü görmeleri gerekirdi ki, bu ulusal burjuvaziyi zinde güçlerin içine katma anlayışına ters düşerdi.

Oysa Türkiye’de uzun bir örgütlü ekonomik ve siyasi mücadele tarihine sahip işçi sınıfı hareketi vardı. Üstüne üstlük 68 hareketinin başlatıldığı dönemde, parlamentoda hem de hiç alışılmamış derecede güçlü bir muhalefeti ile kitlelerde her geçen gün sempati toplayan partisi ile temsil edilmekteydi.

68 hareketi, esas olarak üniversitelerde boykotlar, sokaklarda NATO karşıtı ve tam bağımsızlık taleplerini dile getiren yürüyüşler ve kırsal kesimde üretici mitingleri düzenlemekten ibaretti. Bunların hiçbiri liberalizme aykırı nitelik taşımıyordu.

Ama gençlik hareketinin yaptığı ve her nedense gözden kaçan bir başka faaliyet daha vardı. O da işçi sınıfı hareketini küçümsemek, emek ve sermaye çelişkisini ikinci plana atmak, ideolojik lafazanlıklarda Marks’ın sınıf vurgusunu göz ardı edip Lenin’in ulusların kendi kaderlerini tayin kavramını öne çıkartmak ve giderek Marksist anlayışı “fırsatçılık” ve pasiflik ile suçlamak; öte yandan sınıf vurgusu yapan, emek sermaye çelişkisini öne çıkartan ve Marksizm’i savunanlara karşı durmak, saldırmak ve özellikle de, 68’li yıllara özgü anti-komünizm baskısı altında da olsa, işçi sınıfı ve “sosyalist devrim” vurgusu yapan Türkiye İşçi Partisi’ne karşı koymak, parti örgütlerine saldırmak, yönetici ve taraftarlarını darp etmekti.

Amaç Türkiye’de proletarya hareketini ve onun temsilcilerini susturmaktı ki, bu onları liberal Batılı 68 hareketi ile aynı kefeye koyacaktır.

68 hareketi sonrasında oluşturulan gizli ve açık örgütlerin durumu çok daha farklı bağlamda ve ayrıntılı olarak ele alınmalıdır. Ama ideolojik koşullandırma ile yönlendirilen kitlesel ve kendiliğinden gelişen eylemlilik bağlamında gençlik hareketi gerçekte siyasi olmaktan çok, sosyolojik bir olgudur. Tipik örnekleri yine Avrupa ülkelerinde rastlanan ve genel olarak anarşizm altında değerlendirilecek gençlik eylemliliği, örgütlü sınıf hareketi için bir tehlike oluşturur. Hiçbir kural, örgüt, ilke ve esas tanımayan, aksine bu tür ilke ve esasların bir engel, sınırlama ve tutarsızlık olarak değerlendirildiği için hedef tahtası haline getiren bu hareketler gerçekte Batılı modernleşme ve yalnızlaşma olgusuna karşı marazi tepki niteliğini taşır. Böyle olduğu için de işçi sınıfının belli kurallar ile oluşturulan örgütlü mücadelesi için sakıncalıdır. Bu tür örgütlerin yönlendirilmiş medya aracılığı ile toplumda yarattığı panik ve terör havası, her zaman burjuvaziye işçi sınıfının örgütlü ve haklı eylemliliğine karşı koz olarak kullanılır. Uç söylemlerle yola çıkan ve zaman zaman şiddete başvurma eğilimi sergileyen anarşizm, burjuvazinin devlet terörü uygulaması için vesile olur.

Nitekim aynı senaryolar tüm kapitalist ülkelerde adım adım yürürlüğe sokulmuş ve son aşamada 11 Eylül saldırıları sonrasında çıkartılan terör yasaları ile başta ABD ve İngiltere olmak üzere, tüm kapitalist ülkelerde demokrasi rafa kaldırılmıştır. Nitekim 68 hareketinin uzantısı niteliğinde oluşturulan bu örgütlerin tümü, burjuvazi için malzeme yapılmış ve işçi sınıfı hareketi önüne yeni engeller çıkartılması için bahane edilmiştir. Bu hareketler daha da aşırı ve maceracı uçlara taşınarak 12 Eylül faşist darbe için zemin olarak kullanılmıştır.

68 olaylarının da ortaya çıkışında emperyalizmin Vietnam savaşında Napalm bombası gibi kitle imha silahları kullanmasına karşı duyulan öfke rol oynamıştı. Bu savaş ve katliam, burjuva ideologlarının öteden beri savundukları barış, özgürlük, insan hakları söylemlerinin tümüyle masal olduğu ortaya çıkmış; bu durum gençler arasında büyük bir hayal kırıklığı ve öfke yaratmıştı.

Gençler, Vietnam’da yüz binlerce masum insanın kitle imha silahları ile yok edilmesinin demokrasinin çirkin yüzü olduğunu öğrenedursun, burjuva toplum bilimcileri de, gençlerin küçük burjuvaziye özgü beklentiler içinde olduğunun farkındaydılar. Vietnam’da işlenen cinayetlere karşı durmaları ve ayağa kalkmaları, gerçekte burjuvaziye yöneltilmiş bir tehdit niteliğini taşımıyordu. Kısaca, “sokaklar yürümekle aşınmazdı”. Ama bir sorun vardı ve o da kapitalizmin artık her geçen gün daha fazla nitelikli emeğe gereksinim duymasıydı. Vietnam’da olup bitenlerin karşısında dururken, gerçekte, o kadar sınıf atlama çabası içine girmişken, bunun mümkün olamayacağı ve kapitalizmin nitelikli de olsa, artık sömürü çarklarına eğitilmiş yığınları da aldığını görüyorlardı. Çok özel yeteneğe sahip değillerse, doktor yada mühendis olarak alacakları etiketler, onlara ne itibar sağlayacak, ne de sınıf atlatacak gibiydi. Bu nedenle eylemlerin büyük çoğunluğu, üniversite yerleşkelerinde ve esas itibarı ile eğitim sistemine yöneltilmekteydi.

Gençler endişelenmekte haklıydılar. Günümüzde Avrupa’da on binlerce işsiz doktor ve mühendis bulunuyor. Eğitim sistemi, artık diplomalı işsizler ordusu yaratmaktan öteye gitmiyor.

Gençlik eylemleri bu nedenle burjuvazi için bir tehdit oluşturmaz. Yeter ki, bu kızgınlık ve öfkelerini işçi sınıfı hareketine bulaştırmasınlar. Ama aşırı sol eğilimler onun işine yarayabilirdi.

68 hareketinde siyasi eylemlilikte canlılık kadar, ideolojik platformda da bir o kadar canlılık yaşanıyordu. Her yerde Marksizm konuşuluyordu; ama belli bir nüans farkıyla. Marks ve Engels’ten çok Marksizm üzerine yazan, örneğin, Frankfurt Okulundan M. Horkheimer ve T. Adorno, yada Fransız ekolüne yakın E. Bloch, G. Lucas, J. P. Sartre, yada Nazi eğilimleri olan M. Heidegger gibi çoğunlukla Marksist olmayan düşünürlerin eserleri ortalıkta dolaşıyordu. Diyalektik yöntemi kullanıyor ve muhalif görüşleri savunuyorlardı ama ortaya attığı kuramlarında bireyi, özgürlükleri ve demokrasiyi öne çıkartıyordu. İşçi sınıfından hiç söz edilmiyordu. Güya Marksizm zenginleştirilmeliydi ama önerilen varyasyonları özünde Marksizm’i dışlıyordu. En fazla Troçkizm veya Maoizm gibi, Marksizm'i tahrif eden görüşleri savunuyorlardı. Bu yeni ideolojik savların gençlik içinde savunucuları arasında, bugün nitelikleri yakından bilinen D. C. Bendit, T. Ali, a. Davis, R. Dutcshake, gibi kızıl renklere bezenmiş ama gençleri nereye sürüklediği belli olmayan maceracı idoller temsil etmekteydiler.

Bugünden bakıldığında, durum her zamankinden daha umutsuz gibi görünmektedir. Hala daha gençler sınıf atlama beklentilerini eskisinden daha yoğun bir biçimde gerçekleştiremez durumdadır. Kapitalist eğitim, artık gençlere umutsuzluk vermektedir. Hala daha Vietnam savaşına rahmet okutacak kitle imha silahları ile başta Irak ve Afganistan olmak üzere, dünyanın dört bir köşesinde masum insanlar soykırıma tabi tutulmaktadır.

Bir yerde sonrasında yanlış yönlendirilmiş olsalar bile, 68 gençliği ABD emperyalizminin soykırımına tepki duymaktaydı. Şimdilerde ise bu tepki, hayal kırıklığı yaratacak düzeyde kısık çıkıyor.

________________
[i] , Doç. Dr. Cüneyt Akalı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder