2 Mart 2011 Çarşamba

Sol Harekette Reformizm ve Revizyonizm

Sosyalist sistemin dağılmasının ardından yaşanan hayal kırıklığı zaten işçi sınıfı ideali öylesine inançlı olmayan kesimlerde tam bir panik havası oluştu. Yeni bir bin yılın başlangıcında toplumsal yaşamda çağdaş dünyanın tüm nimetlerinden yararlanarak olağanüstü bir tempo kazanan gelişmeler, bu kararsızları iyice aklını başından almış görünüyor. Bu durum bir tarafta en uçta maceracı gezinmelerin ardından liberalizme tam teslimiyet ile sonuçlanırken, diğer taraftan da utangaç reformist ve revizyonist görüşlerin hızla yaygınlaşmasında kendini gösteriyor. Ancak bunu daha iyi anlamak için biraz satır aralarına bakmak ve burada kavramlar ve söylemler ile gizlenmeye çalışılan bu reformist ve revizyonist özü gün ışığına çıkartmak gerekiyor.

Birbirine yakın dürtülerle kaynaklanan ve sonuçta işçi davasına inançsızlığı sergiliyor reformizm ve revizyonizm. Siyasi kariyerini işçi sınıfı dışında mecralarda arayanlar için hala daha kılıf niteliğini taşıyor olsa da reformizm, demokratik mücadele sonucunda sosyalizme ulaşılacağını düşünenlerin kampı olarak tanımlanırken, revizyonizm işçi sınıfına olan inançsızlığı dile getiren bir sapmadır. Sonuçta her iki anlayış da bilinçsizlik, acelecilik, hayal kırıklığı ve entelektüel bunalım ile harmanlanmıştır. Gerekçe olarak çoğu zaman sosyalist hareketin tarihinde belli dönemlere ilişkin doğrulara atıf yapılmasına karşılık en akla hayale gelmeyen küçük burjuva beklentilere karşılık verme yönelik çabalar olarak ortaya çıkmaktadır ve her ikisi de isçi sınıfı davasına zararlı ve zaman zaman ona düşman nitelik kazanmaları ile öne çıkmaktadır.

Sosyalist düşünce tarihi, her zaman bu tür sapmalarla bir arada olmuş ve sosyalizm için mücadele, reformist ve revizyonist anlayışlarla sürekli mücadele edilmesini de gerektirmiştir. Ancak özellikle bu tür sapmaların sosyalist sistemin dağılmasının ardından tümüyle yeni bir nitelik ve işlev kazandığı gözlenmektedir. Sol sapmalar günümüzde artık çizgisinden tümüyle çıkmış ve artık sadece işçi sınıfı mücadelesini saptırma amacını bir yana bırakarak, burjuva sınıfının hizmetine girmiş ve bir anlamıyla da müflis liberal aydın kesim içinde yer alarak burjuvaziye hizmet etmekte diğer liberal aydınlar ile yarışır hale gelmiştir. Bir zamanlar reformist ve revizyonist kesimlerden gelenler şimdi artık tüm bilgileri, deneyimleri ve kariyer becerileri ile burjuvazinin hizmetine girmişlerdir.

Küçük burjuva ideolojisini savunan reformist ve revizyonistlerin bu hizmeti günümüz koşullarında çok farklı bir anlam daha kazanmaktadır. Emperyalizm öteden beri sürdürdüğü dünya jandarmalığı ve ideolojik mücadele maskesi altında gizlediği uluslararası sömürüsü için artık gerekçe bulmakta zorlanmaktadır. Sosyalist sistemin çözülmesinden sonra emperyalizmin saldırgan stratejileri için gerekçe göstereceği düşman yıkılmıştır ve bundan sonra dünyanın gözü önünde Avrupa’da NATO’ya ait askeri uçaklarla yapılan bombardımanların, Irak’ta günler süren hava harekâtları ile yine sivil halktan on binlercesinin ölümüne neden olunması, yada Afganistan'da masum sivil halkların katliama uğratılması dünya çapında insanlarda infial uyandırmaktadır. Emperyalizm, Sırbistan’ın Yugoslavya’da soykırım uyguladığı, yada Saddam’ın Irak’ta kitle imha silahları barındırdığı veya Afganistan'da El Kaide militanlarının kol gezdiği yalanları dünya kamuoyuna çok farklı biçimde yansıtacak uzman yalancılara gerek duymaktadır. Şimdi emperyalizm, özellikle bir zamanlar halktan ve haktan yana görünenleri yanına çekerek onlara yalan şahitlik ve tanıklık yapacak müflis ve vicdansızları yanına çekmek istemektedir.

İlk bakışta emperyalist ABD’nin sözüm ona uygar (!) Avrupa ülkeleri ile el ele vererek yakın coğrafyamızda masum sivil halklara uyguladığı vahşice soykırım ile bağlantılı değil. Kuşkusuz onunla çok yakın ilişkili olarak kapitalizmin metropol ülkelerinde karşı karşıya kaldığı bunalım ve bunun üstesinden gelinmesi için başta işçi sınıfı sömürüsünü daha da artırmak yan ısıra, öteden beri iktidarı için bu sömürüden kendisine pay verdiği diğer küçük burjuva sınıf ve tabakalara sağladığı sağlık, eğitim, sosyal haklar gibi imtiyazları geri almak ve giderek onları daha da işçi sınıfı anlayışına itmek zorunluluğu ile karşı karşıya bulunmaktadır.

Bir tarafta sahip olduğu olanaklar ile işçi sınıfı ile sürdürdüğü denge politikasını kendi lehine bozmak ve sömürü oranını olmadık düzeye çekmek, diğer taraftan da öteden beri bu sömürüden pay verdiği küçük burjuva sınıflarının zorunlu yoksullaşması ile sonuçlanacak biçimde Keynesci sosyal devlet anlayışını terk etmek burjuvazi için adeta hayatı ile kumar oynamak anlamını taşımaktır. Ancak küresel bunalımın ortaya çıkışından bu yana geçen zaman küresel sermaye için başka çıkar yol olmadığını göstermektedir. Ne zamandır adım adım uygulamaya soktuğu bu politikasını şimdi yeni bir adım atmak istemektedir. Uluslararası sermaye için işçi sınıfına topyekün saldırı yapmak için zamanı daralmaktadır. ABD halen bunalımdan çıkmak için bundan başka bir çıkış yolu bulamamaktadır.

Uluslararası sermaye için işçi sınıfına yapacağı topyekün saldırıda onların bir araya gelerek savunma yapmalarına imkân tanımamak için akla gelen her türlü önlem yürürlüğe sokulmaktadır. Bunlar arasında, kayıt dışı istihdam, esnek üretim modelleri, taşeron işçilik gibi, işçilerin fiziki ve coğrafi olarak sınıf aidiyetini bulanıklaştıran, onları farklı kategoriler içinde gruplandırarak çıkarları birbiri ile zıtlaşan ve birbirleri ile rekabet eder hale getiren ve böylelikle yapacağı topyekün saldırıda işçi sınıfını örgütlenme ve bir araya gelerek savunma yapma olanaklarını elinden alan post-Fordist yöntemler yer almaktadır.

Reformizm ve işçi sınıfının öncülüğü

Günümüz Türkiye’sinde sol hareket içinde yer alan tarafların satır aralarına bakılarak okunan görüşlerinde ortak olan yön, sol hareketin öteden beri söylendiği gibi, işçi sınıfı yanı sıra, onun yanı başında olan çeşitli diğer sınıf ve tabakaların esas itibarı ile demokrasi, özgürlük, insan hakları ve barış için yapacağı mücadele olarak öngörülür. Ama zaman zaman da bu anlayışın dozunun iyice yükseltildiği görülür. Buna göre, işçi sınıfının sermayenin kendisine sağladığı olanaklar nedeniyle devrimci mücadele anlayışını terk ettiği, zaman içinde giderek pasifleştiği, bunun yerine diğer sınıf ve tabakaların devrimci nitelikleri ile ön plana çıktığını söyleyecek kadar ileri gidenlerle da karşılaşılmaktadır.

İşçi sınıfına karşı reformist tutum içinde olan tarafların görüşlerine göre, işçi sınıfı, sosyalist dönüşümlere öncülük edecek olan kesimdir. Sosyalizm için mücadele işçi sınıfının öncülüğünde, ama onun gibi, kapitalizmin kendisini sömüren, ezen, yoksul bırakan kesimlerin yapacağı ortak siyasal mücadele biçimidir.

Burada iki farklı durum göze çarpmaktadır. İlki, dönüşüm - yani sosyalizme geçiş - değil, ama dönüşümlerinden söz edilmektedir. Bu da söz konusu geçişin birden fazla aşamada, yani aşamalı olarak yapılacağını gösterir. Bu da gerçekte kastedilenin sosyalizm için mücadeleden çok, demokrasi, ekonomik haklar, özgürlük, vs. mücadelesinin öngörüldüğü anlaşılır. İkincisi hedefin sosyalizme geçiş değil, ama bir dönüşüm olacağının söylenmesidir. Bu sanki öteden beri proletarya diktatoryası için kopartılan fırtınalardan ve yöneltilecek eleştiri veya saldırılardan kaçınmak endişesini yansıtır gibidir. Dönüşüm gerçekte bir evrimi anlatır; işi sınıfı sömürüsü kalkar, demokrasi ve özgürlük sağlanır; hepsi bu kadar. Oysa tarihi materyalizm ile anlatıldığı gibi, üretim tarzlarının birinin meşruiyetini yitirerek bitişi ve yerini bir sonraki üretim tarzına bırakması diye bir şey kastedilmediği anlaşılmaktadır.

Yeri gelmişken, işçi sınıfı öncülüğü ile ilgili tartışmalarda 15-16 Haziran olaylarının dönüm noktası olduğunu belirtmek gerekiyor. O tarihe kadar tartışmalı olan sorun, işçilerin adeta “ben de varım” demesi ile sona ermiş gösterilir. Ama işçi sınıfı sadece hesaba katılır olmuştur; o kadar. Yoksa işçi sınıfı ve sosyalizm bağlamında ilk aşamada onun öncülüğünün kabul edilmesi, ikinci aşama ise sosyalizme geçiş mücadelesinin münferiden işçi sınıfına has olduğunun akla getirilmesi gerekir. Sol kesimde işçi sınıfının öncü olduğunu benimseyenler azınlıkta ve hatta çok az sayıdadır. Sosyalizmin salt işçi davası olduğunu söyleyenler ise istisnai bir durumdur.

Son olarak işçi sınıfına sosyalist mücadelede öncülük payesi verilmesi aynı zamanda ondan beklenen mücadele biçiminin de ne olduğunu sergilemiş olmaktadır. Öncü arkasından gelen kitlenin lideridir ama liderlik ettiği kesimin beklentilerini karşılamak durumundadır. Onların niyet ve hedeflerinin ötesine geçme yetkisi yoktur. Sadece kendisine verilen harekât planı içinde uygulamayı gerçekleştirmek ve başarıya ulaşmak ile görevlendirilmiştir.

Bu zımnen belirtildikten sonra, beklentiler açıkça dile getirilir: işçi sınıfı dönüşümlere öncülük edecektir, o kadar. Öncüden beklenen, arkasındaki kitlenin, yani diğer emekçi sınıf ve tabakaların hedeflerini gerçekleştirmektir. Bunun da kesinlikle mevcut düzeni kesintiye uğratıp onun yerine koymak olmayacağı açıktır. Dönüştürme bunu gerektirmez.

Satır aralarından bakıldığında, ne kadar rüştünü ispatlamış olsa da, küresel bunalımda topun ağzına konmuş da olsa, çok öncesinde, milli demokratik devrim genel stratejisinin bir uzantısı günümüzde hala daha gizemlerle birlikte varlığını koruduğu görülecektir. Bu geleneğin sınırları korunmakta, yani işçi sınıfına gerçek diğer küçük burjuva sınıf ve tabakaların da katılacağı reformist bir hedefler bugün de sürdürülmektedir.

Revizyonizm ve işçi sınıfı pasifimi

Mücadele taktik ve stratejilerinin salt yönetim erkini emaneten alan siyasi iktidarın niteliklerine bağlı olarak belirlemek bugünün hastalığı değil sadece. Neredeyse bütün suçu sosyalist sistemin çözülmesinin ardından küresel emperyalizmin şaha kalktığı bir döneme denk düşen ve riyakârca da olsa islam bayrağı taşıdığı yada masum Filistin halkı yanlısı olduğunu söyleyerek küresel sermayeye kapılarını ardına kadar açan liberal iktidara özgü tutum almak öteden beri gözlenen en yaygın bir ilkesizlik ürünü. Bu ilkesizlik kendini hakim sınıfların yapısında temelli bir dönüşüm olmadığı halde, bir iktidar değişikliğinin, sosyalizm için mücadele biçimlerinde ve bu mücadeleye katılacak sınıfların kompozisyonu üzerinde itki yaratacak olarak algılanması ile göstermektedir.

Ortaya çıkışından bu yana sol hareketin belini kırma yarışında tüm dünya ülkelerindeki burjuvazilere rahmet okutacak bir dönemin aralanarak dinci motiflerin ama sadece görüntüde öne çıktığı bir iktidara yönelik özel bir tutum takınılması da sol kesimi boydan boya kuşatmış durumda.

Kuşkusuz bu tutumun hangi yönde tezahür edeceği şimdiye kadar ele alınan tartışmalara bakılarak söylenebilir. Sözüm ona bugünkü iktidar, içerdiği bu gerici özelliği ile, ona karşı mücadeleye katılacak kesimlerde temelli bir kaymaya yol açmış düşünülmektedir. Bu nedenle de gelinen aşamada “işçi sınıfı tüm örgütlülüğünü ve mücadele kültürünü terk ederek sahneden çekilmiş” olduğu söylenmekte, aksine “böyle bir ortamda AKP karşısına çıkan yegâne iki unsursa Kürt ve Alevi dinamikler” olduğu ileri sürülmektedir.

Anlatılanlar çok açık: “Tamam, biz işçi sınıfına hakkını verdik sonunda, gel başımıza geç dedik… ama o bizi hayal kırıklığına uğrattı.” Öteden beri sol kesimde gözlenen yüksek beklentiler ve bunu izleyen hayal kırıklığı, bir kez daha gerçekte Türkiye üzerine oynanan oyunların bir parçası olan ve Alevi ve Kürt kesimler üzerinde yoğun bir kışkırtma içeren siyasetin doğal sonuçlarından hareket edilerek bütün suç işçi sınıfına yüklenmekte ve pasiflikle suçlanmaktadır.

İşçi sınıfını küçük gören ve onu sahneden çekilmekle suçlayıp aşağılamaya kalkan revizyonist anlayışın izlerini solun en kendini bilen kesiminden en fanatik olanlara kadar herkesi kaplamış görünüyor. Geriye dönüp bakarak sol adına kaydedilmiş hiçbir ilerleme olmadığı endişesini taşıyanlar hastalıklı bir biçimde bunun faturasını işçi sınıfına kesmeyi uygun görmektedir.

İçine düşülen hayal kırıklığı ve umutsuzluk, sadece işçi sınıfını hedef tahtasına koymakla kalmamakta, ama gerçeklik algılamasında da halüsinasyonlara yol açar gözükmektedir. Sınıf siyasetinin oluşumu fanatik bir yaklaşımla, kanlı iç savaş, devlet terörü yada faili meçhullerin nasıl bir karanlık gibi gerçeklikten uzak ve tümüyle duygusallık içeren söylemlere bırakmaktadır. Bir avuç burjuvazinin hayatı pahasına ulus devleti oluşturmak için mücadele etmesi gerektiğini görmeyen, egemen sınıfların devlet aygıtının onun yönetsel, yasal, askeri ve polis gibi her türlü ideolojik yönetme ve baskı aygıtlarının tüm olanaklarını seferber ederek hâkimiyetini sürdürmeleri gerektiğini anlamayan, Marks ve Engels’in Manifesto içinde açıklıkla belirttiği gibi, feodal sömürünün yerine ondan çok daha ahlak dışı, vahşi ve insanın iliklerini donduran nitelikte sömürüyü koyan burjuvazi için günlük olaylar olduğunu fark etmeyenlerdir ancak böylesi şiirsel tarzda değerlendirme yapmak.

Savaş, terör ve cinayet. Günlük söylem biçimi ile, bunlar bir burjuva iktidarı ve burjuvazinin bekası söz konusu olduğunda sadece bir ayrıntıdır. Ama daha da önemlisi, bir devletin, bir sınıf hâkimiyetinin ve sömürünün kansız, baskı olmaksızın ve insanın faili meçhul cinayetlere kurban edilmeksizin mümkün olabileceğini düşünmek saflıktır. Savaşlar kanlı olur; devlet varsa karşıtlarına terör uygular. Sömürü insanlık dışıdır. Bunlardan kaçınmanın yolu, sınıfsız toplum yaratmak ve sonrasında devleti doğal yok oluşuna terk etmektir.

Kısaca, ya hep ya hiç. Bu söz tam da burada söylenmelidir. İşçi sınıfının artık mücadeleden yıldığını söyleyen revizyonizm, sınıfsız toplum yaratma gayretini ve hedefini saptırarak ve burjuvazinin devleti ile, işçi sınıfına uyguladığı sömürüsü ile refaha kavuşulacağını ileri sürmekle hiç kimseyi kandıracağını düşünmemelidir.

Revizyonizm, adım başı güdümlü Türk milliyetçiliği faşist parti ile rüzgâr ekmiştir, fırtınayı biçmek de Türk ve Kürt yoksullarına bırakılmıştır gibi sınıfsal içerikten yoksun ve saçma sapan söylemlerle dolu mücadelesinde hiçbir yere varamayacaktır. Türk ve Kürt yoksullarının zenginleşmesi, faşist partilerin ortadan kaldırılması, vs. gibi hedefler, burjuvazinin kanlı savaşları başlatan ve devlete terör uygulatan siyasi mücadelesini

Türkiye’de sözü edilen dönem içinde tırmandırılan militarizmin sadece Türk burjuvazisi için değil, ama zora düştüğü her seferinde bel bağladığı bölgesel gerginlik ve çatışmaları tırmandırarak savaş sanayisi için pazar yarattığı ve biraz da olsa nefes alabildiği bilinen bir gerçek. Militarizmin ülke insanı için can pazarı olması bir yana, çatışma olmuş olmamış yoksul bıraktırılmış Kürtlerin günlük yaşamlarının da bir başka can pazarı olduğu ortadadır. Bir çatışma olmuş fark etmeyen bir can pazarının yaşandığı kapitalist sistemde bu 30 yıllık savaş, tersine hem Türk ve hem emperyalist burjuvazi için tersine kar hanesine eklenmiş sayılmalıdır. Yani bir iç savaş ise bu olup bitenler, ilgili taraflar halklar değil, sınıflardır bir kez daha. Yoksa sözü edilen Türk ve Kürt halkları içinde bu savaştan ceplerini fazlasıyla dolduranlar da yer almaktadır.

Kabul etmek gerekir ki bir iç savaş değil olanlar. Bu kesin. Bir tarafta bir grup eli silahlı terörist, onun yasal sözde temsilcileri ve diğer tarafta Türk Ordusu. Bunun dışında kışkırtılmış Kürt ve Türk gruplar, kimi zaman karşı karşıya gelmiş olsalar bile çatışma hiçbir zaman olmamıştır. Son 30 yıllık süre içinde yaşananları bir iç savaş olarak değerlendirmek bir Sol dergi için hiç yakışmayacak basitliktir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder