13 Mart 2011 Pazar

Küresel Sermaye ve Bütünleşik Hegemonya – I


Hegemonya, hakim sınıfın kendisine yakın sınıf ve tabakalar ile egemen blok oluşturmak için yaptığı işbirliğini anlatıyor. Bu işbirliği, bir bütün olarak toplum üzerinde kamusal siyasi egemenlik sağlanması amacıyladır. Böyle bir işbirliği içinde öncü (hegemonik) sınıf, işbirliği yaptığı sınıflara sağladığı belirli çıkarlar karşılığında onlara öncülük yapar.

Hegemonya kavramı, ilk kez 19. yüzyıl içinde Avrupa’da öne çıkan devletlerarasında güç dengesini anlatmak için kullanıldı. Daha sonra Sovyetler birliğinde, işçi sınıfının proletarya diktatörlüğünü pekiştirmesi için köylülük ile yaptığı işbirliği bu şekilde tanımlandı. Bu bağlamda işçi sınıfı, köylülüğe vaat ettiği toprak karşılığında, kendi sınıf egemenliğini oluşturmaktaydı.

A. Gramsci, hegemonya kavramını ulusal devletin birliğinin sağlanması bağlamında ele aldı. Ulusal birliğin sağlanması ancak bir egemen blok oluşturmaktan geçmekteydi. Buradan hareket ederek Gramsci, işçi sınıfı mücadelesinin acil hedeflerini geliştirecekti. İtalya’da ülkenin kuzeyinde hakim sanayi burjuvazinin korporatist blok oluşturmasının önüne geçilmeliydi. Bunun için işçi sınıfı güneyin köylülüğü ile ittifak yapmalıydı. Onun talep ve beklentilerini karşılayarak bir karşı egemen blok oluşturmalıydı.

A. Gramsci, hegemonya fikrini, işçi sınıfının yeni bir devlet için zorunlu olan tarihsel blok’un “entelektüel ve moral öncülüğünü” üstlenmesi gerekliliği ile ilişkilendirir. Bu bağlamda, R. Lüksemburg ve L. Troçki’yi bir kapitalist devletin sahip olduğu olanakları küçümsemekle suçlar. İşçi sınıfının burjuvaziyi tek bir darbede savunmasız hale getirip çökertmesi mümkün olmaz. Bunun için, işçi sınıfının hegemonik blok oluşturması gerekir.

Gramscici hegemonya kavramı, bir bakıma birden fazla sınıflar arası işbirliğini gerektirir. Bu şekilde burjuvazinin oluşturduğu egemen bloğa karşı işçi sınıfı da ancak blok oluşturabilirse başarılı olabilecektir.

Ne var ki, bir blok oluşturma fikri, bir bakıma işçi sınıfının egemenlik mücadelesinin esasını taktik bir yönteme indirger. Bu durumda sınıf kavramı arka plana itilir ve her ne pahasına iktidar anlayışı benimsenir. Sözüm ona her türlü toplumsal çelişki öne çıkartılır. Böylesi bir çelişki ile bağlantılı bir blok oluşturma fikri geliştirilir.

Oysa burjuva toplumunda var olan çelişkilerin tümü özdeş değildir. Bunlardan kimi burjuva toplum yapısı korunarak çözülebilirken, emek-sermaye çelişkisi burjuvazinin egemen olduğu sürece devam eder. Dolaysı ile bunların aynı kaba konması mantıklı olmaz.

Küresel bütünleşik hegemonya

21. yüzyılda küreselleşme dönemine özgü sermayenin uluslar arası egemenliği Gramsci’nin ortaya attığı hegemonya kavramından esinlenen bütünleşik hegemonya ile tanımlanır. Kimi zaman bu bağlamda salt ölçek bazında ulus-devletten ulus-devletler arası düzeye taşınan bir hegemonyadan söz edilir. Ama gerçekte bunun sermayenin uluslar arasılaşması ile ilişkilendirilmesi ve hegemonyanın önceden Gramsci tarafından ilk ortaya atıldığı biçimde ulus sınırları içinde oluşturulan sınıflar arası ittifaktan çok, küresel oyuncular arası bir blok ile ilgili bir ittifakın düşünülmesi gerekmektedir.

Bütünleşik hegemonya kavramı, esin kaynağını her bakımdan Gramsci’den alır. Bütünleşik nitelik taşısın taşımasın hegemonya kavramlarının her ikisi de buna dahildir. Günümüz Gramsci ekolü içine yer alanlar için esin kaynağı, Gramsci’nin bütünleşik sivil toplum kuramıdır. Geçen yüzyıl başlarında ortaya atılan bu kavram, günümüzde yeniden sivil toplum bağlamında ele alınmakta ve üzerinde ayrıntılı incelemeler yürütülmektedir. Böylesi bir sivil toplu oluşturulmasının devletin demokratikleştirilmesi için kilit rol oynayacağı kabul edilmektedir.

Gramsci ekolünün günümüzdeki temsilcileri, 1970’li yıllarda Fordist-Keynes’çi ulus devlete dayalı kapitalizmin çözülme sürecine girmesinin ABD egemenliğine ideolojik temel oluşturduğunu söyler.[1] Gerçekten de bu dönemde ortaya çıkan kapitalizmin derin bunalımı, Keynes’çi politikaların aşılması ve doğrudan sınıfa saldırı amacını taşıyan Reaganist ve Thatcherist politikaların devreye sokulduğu dönemi simgeler. Yükselen Asya Kaplanlarına karşı bir saldırı amacını taşıyan bu süreç, küresel egemenliğe giden yolu açacaktır.

Küresel hegemonya kavramı, başlangıçta Gramsci’nin ulus devlet ölçeğinde geliştirdiği hegemonya kavramının uluslar üstü düzeye “taşınması” biçimine ortaya atılmıştı. Yani burada hegemonya, özetle ABD ve İngiltere gibi, öncü devletlerin kendi ulusal sınırları içindeki egemenliklerini uluslar arası düzeye yaygınlaştırmalarıdır söz konusu edilen. Oysa bütünleşik hegemonya kavramı bundan tümüyle farklıdır. Hegemonya Gramsci’nin ulus ölçeğinde geliştirdiği biçimde olabilir; ama farklı bir bazda olmak kaydıyla. Sadece ölçek değildir söz konusu olan. Yanı sıra, egemen blok tanımı da değişmelidir. Gramsci ile tanımlanan biçimiyle egemen blok içinde yer alan ve ittifakın öncüsü uluslar üstü sermaye sınıfı düşünülmelidir.

Bunun karşılığında bir uluslar arası işçi sınıfı yer alacak mıdır? Buna verilen yanıt olumludur. Aynen Gramsci ile olduğu gibi, egemen blok içinde öncülüğünü ABD’nin yapacağı bir kapitalist ülkeler topluluğu bulunacaktır.

Yukarıda belirtilen çelişki, bu tanımlama ile daha da anlaşılır hale gelmektedir. Sermayenin uluslar arasılaşması ile oluşan küreselleşme içinde uluslar arası işbölümü ve buna karşılık gelen emek süreci, sermaye ve emek çelişkisini uluslar arası düzeye taşımaktadır. Ama bunun karşısında egemen blok içinde yer alan uluslar, güçlerini tek tek ulus düzeyinde sahip oldukları egemenlik ölçeğinde bir araya gelirler. Bunların bir egemen blok içinde olmaları yada bu ulus devletlerin klasik devlet aygıtı yanı sıra, Gramsci tipi hegemonyadan yararlanıyor olmaları durumu değiştirmez. Bir bakıma sermaye uluslar arası nitelik kazanmış olsa bile, eğer bunun karşılığında uluslar arası bütünleşik hegemonya oluşturulmamışsa, bu uluslar arasılaşma süreci tamamlanmış olmaz.

Gramscici bütünleşik sivil toplum kavramının uluslar arası bütünleşik hegemonya kavramına uyarlanmasından sonra, yeni-Gramsci ekolunun geliştirdiği ikinci bir kavram, hegemonyayı devlet aracılığı ile oluşturan ulus ölçeğindeki sınıf ve sosyal güçlerin uluslar arası bütünleşmesidir. Buna göre, uluslar arası sermaye ve onun işbirliği içinde olduğu kesimler yatay bütünleşme süreci içine girerler. Böylelikle, tüm ulus ölçeğinde bir “yukarı” doğru yükselme süreci başlatılır. Bu süreç ulus üstü nitelik taşıyan çeşitli ulusal ve ulus üstü devlet organların ortaya çıkışı ile kendini gösterir. Böylelikle bu tür ulusal ve ulus üstü ölçekte organlar arasında özdeşlik oluşur ve egemen blok içinde bütünleşik hegemonya içine yer alır.

Yukarıya doğru yükselerek ulus üstü hale gelen ve böylelikle uluslar üstü egemen blok içinde özdeşlik kazanan oluşumun esin kaynağı da yine Gramsci’dir. Buna göre, hakim sınıfın tüm pratik ve kuramsal çabası sadece sınıf çıkarlarını sürdürmek ve egemenliğini pekiştirmek değildir. Ama aynı zamanda, bu egemenliğinin gönülden destekleyecek ve bir bakıma egemen blok ile gönül bağı içinde olacak kesimlerin de kazanılması amaçlanır. İşte bu durumda devlet, Gramsci’nin formüle ettiği biçimde “bütünleşik” veya “genişletilmiş” devlet haline gelir. Böylelikle yanıltıcı siyasi ve ekonomik düalizmin üstesinden gelinmiş olur.

Sermayenin günümüz serüveni ile ilişkili de olsalar, küreselleşme yada sermayenin uluslar arasılaşması kavramları Marksizm düşünce biçimi açısından çok anlamlı değildir. Marksizm’in odak noktasını sınıf mücadelesi oluşturur. Yani Marksizm, sermaye yada emek kavramları üzerinde durur durmasına da, ama esas olarak bu kavramların kendisi ile değil, ama aralarındaki ilişkilerle ilgilenir.

Yeri gelmişken, bu bakış açısının bizzat K. Marks’a ait olduğunu söylemek gerekir. Sadece sınıf kavramını değil, ama sınıflar arası mücadele olgusunun ortaya konması şerefinin bile kendisinden önceki burjuva iktisatçılarına ait olduğunu söyler Marks. Kuşkusuz sermaye ve emeğin K. Marks’tan bu yana geçirdiği evreleri bulup ortaya çıkarmanın zorunlu olmadığı anlamını da taşımaz. Ama sadece, sermayenin ulusal veya uluslar arası nitelik kazanması ile ortaya çıkan ölçek sorununun ilişkilerin temelinde yatan çelişkiyi göz ardı etme veya ikinci plana atılmaması gerektiği konusunda bir uyarıdır amaçlanan.

Temel çelişki, her zaman hangi süreçten geçiyor olursa olsun, sermaye ve emek arasındadır. Bu çelişki her iki sınıfın doğrudan üretim sonrasında elde edilen artı değerin paylaşımında yer alan taraflar olması nedeniyledir. Bu çelişkinin kapsamını anlattığı gibi, aynı zamanda neden kaynaklandığını da göstermesi bakımından dolaysız ve somuttur. Ama iş küreselleşme veya sermayenin uluslar arasılaşması olgusuna gelindiğinde, sanki bu açık kaybolur gibidir. Oysa bu süreç, sömürünün mekânı kadar amacını da değiştirmez.

Ölçek ulusal sınırları aştığında, çelişkinin somut görünümü, karşı karşıya gelen farklı ulus ve bu karşılaşmanın yarattığı kargaşa ile örtbas edilir gibidir. Ulus ve ulus üstü çelişkiler araya sokulmaya çalışılır. Sermaye uluslar arasılaşır ve işbölümü ölçeği genişletilirken, bunun karşısına uluslar arası işçi sınıfı gibi ne anlama geldiği pek anlaşılmayan kavramlara başvurulur.

Kimileri bu bulanıklığı gidermek için yeni kuramlar geliştirmektedir. Yukarıda sözü edilen ulusal ölçekteki hegemonyanın ulus-üstü ölçeğe taşınması yaklaşımını benimsemeyen bir kısım yeni-Gramsciciler, buna da bir çözüm bulmuş görünür.[2] Bu çözüm, Marksist kurguya daha yakın gibidir: Küreselleşme kapitalizmin tarihinde yeni bir aşamaya karşılık gelmektedir; buna göre ulusal ve bölgesel ekonomilerin yeni bir küresel üretim ve finans sistemine yol açmıştır; aynı şekilde bu bir ulus-üstü bir sınıf oluşumuna neden olmuştur; vs.

Ama bu kurgu oldukça şematiktir. Bir kere, sermayenin uluslar arasılaşması kapitalizmin bir aşamasına karşılık gelmez. Lenin’in de belirttiği gibi, bu aşama emperyalizm olarak tanımlanmıştır. Kabul etmek gerekir ki, sermayenin uluslar arasılaşması işbölümünün ulus üstü ölçekte sağlanması ve ulus üstü piyasa oluşması biçiminde “nitelikli” bir emperyalizm olarak kabul edilmelidir. Dahası işbölümünü ulus-üstü düzeye çıkmış olması, mutlaka bir uluslar arası işçi sınıfının ortaya çıkmasını gerektirmez. Açıktır ki, sermayenin ulus-ötesi olması, işçinin çalışma koşullarında sömürünün daha rafine ve derin olması ötesinde bir değişikliğe yol açmaz. Tersine, sermaye ölçeği büyüdükçe, emek ölçeği her bakımdan küçülür gibidir. Sınır ötesi emek hareketliliğine olmadık engeller getirilmektedir. Ülke sınırları içindeki emek ise değil bütünleşmek bir yana, mümkün olan en küçük parçalarına ayrılmak istenmektedir. Kısaca, sermaye ile emek ölçeği birbirine ters orantılı gelişir.

Uluslar arası sınıf oluşumu savı bir zorlamadır. Küreselleşme altında sınıfların yeni bir çözülme süreci yaşandığı söylenir. Güya bu oluşum, ulus devletlerin ulus üstü hakim grupların hâkimiyetine girmesi ile başlar. Üretimin küreselleşmesi ve kapitalizmin yaygınlaşması, uluslar arası sınıf oluşumuna yol açmaktadır. Ama böyle de olsa, ulus üstü grupların öyle bir çözülme sürecini nasıl başlattığı açık değildir.

Sermaye yanı sıra, ulusal üretim güçlerinin küreselleşme sürecine katılarak bütünleşmeye gidiyor olması mutlaka işçi sınıfının da aynı süreci yaşaması anlamına gelmez. Sermayenin kendi içindeki değil, ama onun emek ile ilişkisidir önemli olan. İşbölümünün ulus-üstü düzeye çıkması, yanı sıra sömürü ve bununla bağlantılı kar oranlarının ulusal sınırlar ötesi ölçekte belirleniyor olması da bu süreci başlatır nitelikte değildir. İşçi sınıfı değil bütünleşmek, şimdiye kadar olmayacak düzeyde parçalı duruma gelmiştir.

Gramscici çözümleme, sınıf vurgusundan kaçınır. Sınıf tanımlaması içinde, sivil toplum ve onun eylemi içinde yer alan işçi ve emekçi kesimlerin tümü dâhil edilir. Ancak belirtmek gerekir ki, emekçi kesimlerin emek sermaye ilişkisi içinde yer alması, kimi zaman karışıklıklara yol açar. Çünkü emekçi kesimlerin, kimi zaman işçi sınıfının homojen yapısını bozacak özelliklere sahip olduğu bilinmektedir.

Gramscici çözümlene, sınıf olgusu yerine kurumları öne çıkartır. Yeni-Gramscici değerlendirmelerin kimi zaman bunu abartıyor olduğunu görmek de mümkündür. Yukarıda, sermaye emek ilişkisinde Marksist benzeşim adına konan gerekçeler, bu sınıf olgusu üzerinde uzun uzadıya durulmadığını bir kez daha kanıtlar. Gramscici yaklaşım, sınıfa farklı bir bakış açısı getiren sivil toplumu öne çıkartır. İktidar bloğu ile sağlanan hegemonyanın, ancak sivil toplum içinde yer alan sınıflar arası karşı blok ile alt edilebilir olduğu söylenir. Ama muhalefet bloğunu oluşturan sınıfların arasındaki farklı sınıf çıkarları olduğu gerçeği göz ardı edilir. Sivil toplum anlayışı tek yenilik değildir sınıf olgusunu aşındıran. Hegemonya, toplumsal gruplar tarafından oluşturur derken Gramsci, bir kez daha kafaları karıştırır. Bu sefer sınıf yerine toplumsal grup kavramı getirilmektedir.

Sınıf kavramını öne çıkartan ve bunda ayak direten anlayış, kimilerince “sınıf indirgemeci” bir tavırdır. Ama Lenin’in bu konudaki tutumu buna verilecek en kestirme yanıt olacaktır. Lenin, iktidar bloğunu işçi sınıfı mücadelesinin değil, ama proletarya devletinin varlığı ile ilgili sorunu olarak görmüş ve değerlendirmişti. Kısaca, işçi sınıfının devrim öncesi ve sonrası mücadele taktik ve yöntemlerini birbirine karıştırmamak gerekir.

Her şeye rağmen bütünleşik hegemonya kavramı, günümüz dünyasında sermayenin küresel egemenliği bağlamında üzerinde durulmaya değer bir yaklaşımdır. Oluşturulan egemen blok, sadece küreselleşme dönemine özgü değil, ama son beş yüz yıldır kapitalizmin sömürge aşamasından bu güne kadar olan dönemi de anlatır: İtalyan şehir devletlerinden başlayarak Portekiz ve İspanya gibi Avrupa’nın okyanus devletlerinin başlattığı sömürge dönemi, onu izleyen dönemde İngiliz ve ABD emperyalizmi ile temsil edilen hegemonya ve son olarak küresel hegemonya. Burada bir İngiliz veya ABD hegemonyasından söz edilir; ama gerçekte bu bir İngiliz veya ABD egemen bloğu içinde yer alan kapitalist gruplar ve onların işbirliği yaptığı, örneğin, üst düzey bürokrasi, orta sınıflardır söz konusu olan. Aynen A. Gramsci’nin dediği gibi. Bu husus bir sonraki İşçi Davası içinde ayrıca ele alınacaktır.

Küresel sermayenin bütünleşme eğilimi, işçi sınıfının işini daha da güçleştirmekten öteye gitmez. Ama tersine, bunun bir zafiyeti gösteriyor olması bile mümkündür. Bütünleşik hegemonya özellikle sermayenin serüvenini anlatır. Ama bu durum, emeğin güncel sorunu üzerinde niteliksel bir değişikliğe yol açmaz. Belki, devrim sonrasında benzer bir blok oluşturma düşünülebilir. Ama bu güncel bir sorun değil ve insanlar ancak karşı karşıya kaldıkları sorunu çözebilirler. Bu da ilk önce devrimi gerçekleştirmek gerekir. Bu da blok içinde düşünülecek işçi sınıfının olası müttefiklerinin işi değil.

________________________________________

[1] William I. Robinson, From Nation State to Transnational Hegemony, Department of Sociology, University of California, Santa Barbara, CA, USA.

[2] W.I. R., a.g.e.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder