13 Ocak 2012 Cuma

İdeoloji ve Ulus Sorunu

Ulusal sorun, Marksistlerin sıklıkla kavram karmaşası içine düştüğü, Marksizm’in temel doğruları ile günlük hayatın gerçeklerini bağdaştırmada yetersiz kaldığı alanlardan birini oluşturur. Gerçekte bu, bir bakıma Marksizmin artık toplumda her türlü muhalefet ile bağlantılı olduğu düşünülmesi anlayışından kaynaklanır. Oysa, bu durum yanıltıcıdır. Marxizm, işçi sınıfının ideolojisidir. Bu ideoloji, her adımda sınıf kavramını kendisine rehber alır. Toplumu oluşturan farklı sınıflar arasında sadece işçi sınıfının devrimci rol oynadığını savunur. Onun kurtuluşu için mücadele eder.

Ne var ki, günümüz toplumlarında işçi sınıfı dışındaki sınıf ve tabakaların hakim sınıflarla çeşitli biçimde uzlaşmazlığa düştüğü, bu uzlaşmazlıkların kimi zaman oldukça ciddi boyutlara ulaştığı görülür. Köylüler, tarım destek fiyatlarının yetersizliğinden şikayetçidir. Devlet memurları, doktorlar, öğretmenler, özlük haklarından, maaşlarının azlığından şikayet ederler. Öğrenciler her geçen gün, kimi zaman ülke sorunları ile ilgili olan, ama genellikle üniversitelerde kendi sorunlarını dile getirmek doğrultusunda kamuoyunda ilgi ile karşılanan eylemlerde bulunurlar.

Günümüz küreselleşen dünyasında bu sınıf ve tabakalar arasında farklı etnik ve dinsel kimliklere sahip çeşitli halkların da katıldığı ve hakim sınıflara karşı muhalif tutumlarını yükselttiği görülür. Etnik toplululuklar, kökenlerine özgü çeşitli kimlik, kültür ve giderek siyasi özerklik talebinde bulunurlar, dinsel topluluklar ise, hakim ideolojinin savunduğu din kaynaklı baskılara karşı çıkan ve bunun siyasi ve ekonomik olumsuz etkilerinin giderilmesini talep ederler.

Kuşku yok ki, işçi sınıfının kurtuluşunu hedefleyen Marksizm, aynı zamanda hümanist bir projedir. Ama, ne yazık ki, bu hümanist projenin hayatın nesnel yasaları çerçevesinde tutarlı ve somut olarak ele alınması kaçınılmazdır. Aksi taktirde onun hümaninist idealleri tutarlı bir biçimde yürürlüğe sokulamaz.

Hümanizm, esas itibarı ile insan nesnesi ile yakın ilişkiyi getirir. Ama, bu ilişkide birey, kendi içinde, öznel bir birey değil, ama nesnel, temsili, tüm toplumsan yaşam için ortak, onu simgeleyen bir bireydir. Marksist hümanizm, insanın kendine özgü, bir anlamda toplumun bütünü için ortak olmayan sorunları dışlar. Bu, felsefe olarak insanı dışlama ile özdeştir. Felsefe, bireyi esas alır. Ama, ideolojinin öznesi toplumdur.

Marksist hümanizm, insanı tüm toplum adına kollar. İnsan ve toplum çelişkisi içinde ilk bakışta toplumun yanında yer alır. Maddeci anlayış, öznel kaygıları, özneyi bir nesne olarak dışlar. İdealizm ise tersine, özne olarak insanı aldığını varsayar. Ama bu sahte bir yaklaşımdır. Onun için insan kavramı, toplumu içermez. Toplumun sadece elit, öne çıkan kesimleri için hedefler içerir. İdeoloji olarak insan kavramının “kullanan” idealizmininden farklı olarak Marksizm, bu sahte hümanizmi dışlamakta, toplumun bütünü adına bir insan hümanizmini savunmaktadır.

Ama bu işlevi soyut ve sözde kalan bir biçimde değil, oldukça pratik bir biçimde gerçekleştirecektir. Marksizm için sömürüye karşı duran tüm sınıflar kucaklanacaktır; ama bunu yaparken toplumsal kurtuluş için ince eleyip sık dokumaya gerek kalmayacaktır: İşçi sınıfının kurtuluşu, onunla birlikte beklentileri işçı sınıfı ile parelel tüm diğer sınıf ve tabakaların da kurtuluşu sağlanmış olacaktır.

  

1848 proletaryan devrimi sonrasında Engels, tüm Avrupa çapında imparatorluk kıskacında boğulan halklar arasında yaşanan hareketliliği değerlendirir. O dönemde Bakunin özellikle Slav halkları arasında demokrasi mücadelesi ve bunun sonucunda farklı ülkelerde yaşalan Slavların birliği tezini değerlendirir. Engels'e göre bu talep tam anlamıyla bir hayal kırıklığından öteye gidemeyecektir. Slav halklarının birliği hareketinin ortaya attığı adalet, insanlık, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve bağımsızlık talepleri tarihsel ve siyasi açıdan hiç bir anlam ifade etmez. Bu özellikle Slav ulusu için böyledir. Slavlar için ne kadar çok kulağa hoş geliyor olsa da, bu sözler bir anlam ifade etmez.

Engels’in Slav halklarının demokratik temelde özgürlüklerini elde etmelerinin bir ham hayelden ibaret olduğuna kanıt olarak da, bu ulusların tarihini göstermektedir. Tarih boyunca bu uluslar, kendi, Avrupa'da gericiliğin kalesi olan bir tarafta Avusturya-Macaristan ve diğer tarafta Rusya'nın küçük ülkeleri olmuşlar ve tarihler boyu karşı devrimci dürtülerde güdülmüşlerdir. Bu ulusların 1848 devrimine karşı konumları, esas itibarı ile karşı devrimci safta yer almak olmuştur. O dönemde toplanmış Slav Kongresinde söylenen güzel sözler, Polonyalılar, Ruslar ve Türk Slavlar dışında kalan Slav halkının geleceği yoktur; bu halklar, bağımsızlık için temel olan temel tarihsel, coğrafi, siyasi ve endüstriyel koşullardan yoksundur.

Engels, geçmişte bir halk olarak tarihi olmayan toplulukların talihsizliği hakkında bunun da ötesinde karamsar bir tablo çizmekten geri durmaz. Engels, bir ulus için kendi ulusal sınırları içinde yer alan azınlıkların "sözde kendi etnik değerlerine" sahip çıkmasının ne denli tehlikeli olabileceğini aktarır ve bunun için Avusturya'daki Bohemya-Moravya örneğini verir.

Böylesine bir bağımsızlık, Alman ve Macar yayılmacılığı için paha biçilmez değerde olacaktır. Zira, böyle bir durumda Avusturya'nın Adriyatik ve Akdeniz erişimi kesilecek, Almanya'nın doğusundaki bölgeler, farelerin istilasına açık hale gelecektir.

Bu nedenledir ki, Almanya, inatçı Çek ve Slovenleri medenileştirmek için elinden gelen çabayı göstermekte, burada ticaret endüstri ve kontrollü bir biçimde tarım ve tabii etnik kültür tohumları saçmaktadır.

Almanya, kendi sınırlarına yakın bölgelerdeki yayılmacılığında, uzun yıllar Slav halklarına karşı sistematik bir baskı ve zülüm uyguladı. Ama, Slav halklarının Almanlaştırılması siyaseti şimdilerde daha barışçı bir ağırlık kazanmaya başladı. Göç siyaseti, gelişmiş Alman toplumunun kültürünün azgelişmiş Slav halklarına benimsetilmesi, Almanya'nın ekonomik gücü ve ticari ilişkilerdeki üstünlüğü, bu halklar arasında Almanlaştırma siyasetinin uygulanmasında yaygın biçimde kullanılıyor. Daha önce şiddet kullanılarak, şimdi ise daha barışçı yöntemlerde, Almanlar, bu şekilde 12 milyon zayıf ve tarihi geçmişinden yoksun halkları Türkleştirmekten korunduğunu söylüyorlar.

  

Engels’in anlattıkları, günümüz Türkiyesi için bize çok aydınlatıcıdır. Bir tarafta Kürtlerin başlattığı etnik ayaklanma ve diğer taraftan Alevilerin tarih boyunca tabi oldukları ayrımcılık ve dışlanmışlığa karşı baş kaldırmaları ne kadar haklı ve böyle olduğu için de hümanist ve Marksizm açısından o kadar anlaşılabilir olsa da, bir o kadar da Marksist hareket için ciddi ve onun önünü kesecek engellerle dolu olduğunu görmek gerekiyor. Bunun çok yakın ve somut örneğini görmek için de çok fazla uzaklara gitmek gerekmiyor.

  

Gelenek Ocak 2010 sayısında, Aleviler üzerinde bir değerlendirme yer alıyor. Bu derginin TKP’nin oluşturumasından çok önce yayın hayatına girdiği göz önüne alınarak, derginin ne ölçüde partinin görüşlerini yansıttığı değerlendirmek için, derginin genel yayın yönetmenliğini partinin genel sekteteri tarafından üstlenildiğini söylemek yeterli olacaktır.

Adı geçen yazıda, AKP’nin toplumun yeni Osmanlı’ya dönüşümü sürecinin en kritik aşamalarını geçtikten sonra, bu sefer “toplumsal alana yöneldiği dönemin temel ve işte tam bu aşamada işçi sınıfının tüm örgütlülüğünü ve mücadele kültürünü terk ederek sahneden çekildiği" söyleniyor. Bununla birlikte işçi sınıfının etki alanında yer alan tüm “nesnel olmayan”, yani hayal ürünü olan olgular da yok olmuştur veya liberalizmin saldırılarına karşı yenilmiştir.

Tek başına ele alındığında, bu değerlendirmenin bir özeleştiri niteliği taşıdığı düşünülebilir; çünkü liberalizm gerçekten de kana susamış halde kendine yuvalanacak mekanlar arayan uluslararası sermaye Türkiye’de AKP ile tüm aradığı koşulları bulmuş ve buna sıkı sıkıya sarılmıştır ve üstüne üstlük siyasal islam ile dans etmesi onun için ne kadar pahalıya gelebileceğini bile bile onu bu yolda sonuna kadar teşvik etmektedir ve bunun sonucunda da işçi sınıfı şimdilik sinmiş görünmüyor denebilir.

Ama hayır! Yazar mücadele koşullarının hiç de aman aman keskinleşmediğini ve hatta tam tersine yepyeni olanaklar taşıdığını ima ederken, işçi sınıfının hiç de geçici ve somut koşulların gerektirdiği bir durgunluktan çok, tam bir "çöküntü" içinde olduğunü söylüyor. Bu koşullar altında “AKP karşısına çıkan yegane iki unsursa" uzun yılların saldırılarına karşı başarı ile göğüs germiş ve işçi sınıfını çürütmesine karşın dimdik ayakta kalabilen “Kürt ve Alevi dinamiklerdir.”

  

Öyle anlaşılıyor ki, Marksizm ideolojisi, yaşanan sorunlara duyarsız kalamayan ve bunun düzeltilmesi için neler yapılabilir dendiğinde akla gelen en son yöntem olmaktadır. Burada bile, Marksizm ve onunla ilişkili halklar sorunu kavramları kullanıldığında, bu kavramların üçüncü taraflar için ne kadar anlaşılır olduğu belli değildir. Marksizm, işçi sınıfı, ulus, Kürt ve Alevi derken belli ki bu kavramların içeriği bir potada eritilmeye kalkışılmakta ve ortaya nasıl bir çorba çıktıysa onun üzerinden değerlendirme yapılmaktadır.

Gelenek’te yer alan yazıda, işçi sınıfının neden çürümüş ve Kürt ve Alevi dinamiklarının öne çıkmış ve hareketi sürüklemekte olduğu yaşanan “doku uyuşmazlığı” olgusu ile açıklanıyor. Biraz ileride bunu açıklarken de, “ulus devletin merkezi dil, kültür, tarih ve tarih tasarımı ile merkezi dinsel belirlenimin keskin bir doku uyuşmazlığıdır.”

Burada kapitalist örgütleniş biçiminde doku uyuşmazlığı tezi tümüyle doğru ve geçerli olabilir; ama bunun işçi sınıfı hareketi ile ilişkisi olmadığı gibi, onun çürümüşlüğünü de açıklayan bir anlatım değildir. Hiç kuşku yok ki, etnik sorunlar, hakim ideolojiyi oluşturan hakim dinler ile azınlık dinler arasındaki çelişkiler giderek merkezi yapıyı sarsacak ve bundan kaynaklanan zaaf işçi hareketi için bir fırsat olabilecektir; ama hepsi bu kadar. İşçi sınıfı, bu tür etnik hareketleri olumlu yanları ile olduğu kadar, belki ondan da fazla, Engels’in de isabetle belirttiği gibi, söz konusu ulus için içerdiği tehlikelere de dikkat edecektir.

Bir tarafta sınıf hareketi ve diğer tarafta etnik azınlıkların demokrasi, özerklik, vs. talepleri doğrultusundaki mücadelesi arasında çok yönlü karşılıklı etki ve tepki olduğu açıktır. Bunların çoğunlukla olumlu olduğu, ama olası tehlikelerin de göz ardı edilmemesi gerektiği de pek ala bilinmektedir.

Tehlikelerin başında, yukarıda verilen alıntı içinde dile getirilenler çok açık bir biçimde gözleniyor. Etnik ve dinsel hareketi savunurken sınıf hareketini eleştirmek makul görünebilir; ama onun mantıklı gibi görünen “atıl” konumuna bakarak “çürümüş” olduğunu, gündemden tümüyle çıktığını ve hele hele sınıf hareketinin yerini azınlıkların hak arama mücadelesi aldığını söylemek ne nasıl değerlendirilmelidir?

Gelenek’te bu yazıyı okuyanlar, sınıf hareketi ile azınlık kesimin demokrasi ve özgürlük mücadelesi arasında dile getirilmeyen bir uzlaşmazlık olduğunu düşüneceklerdir. Oysa bu doğru bir değerlendirme değildir.

Sosyalizm tarihi, ülke içinde etnik ve dinsel azınlıklara sonuna kadar destek verildiği ve onların her türlü demokratik haklarının verildiğine tanıklık etmektedir. Sovyetler Birliği, çok sayıda cumhuriyet ve özerk bölgelerden oluşan bir federal yapıyı öngördüğü gibi, tüm ulus sınırları içinde bütün etnik kültürlerin özgürce faaliyetlerine izin verilmiş ve bunun için her türlü katkı sağlanmıştır.

Sovyetler Birliği’ne gitmeye gerek yok. İşçi sınıfı ve etnik azınlıkların mücadelesi, bir zamanlar aynı çatı altında bir araya gelebilmiş ve dönemine göre çok güçlü ve tüm ulus çapında ses getiren bir güce de erişmiştir. 60’lı yılların sınıf hareketi, Kürt halklarına güçlü bir destek ve dayanışma sergilemiş ve sayısız defalar düzenlenen Doğu Mitingleri ile Kürt sorununun yaygınlaşmasını sağlamıştır. Kürt sorununa ilk kez programında yer veren ve bunun için çözüm getiren yine sınıf hareketi olmuştur.

Bugün sınıf hareketinin dağınık olduğu doğrudur. Ama bu onun gerilediği anlamına gelmiyor. Örgütlenmede bir durgunluğun olduğu doğrudur. Ama bunda kusur işçi sınıfının değil, onun aydınlarındadır. Ama sınıf aydınlarının da uzun yıllar boyunca hiç bir ülkede görülmemiş düzeyde baskı ve zülum altında kaldığı da bir gerçektir.

Gelenek’te işçi sınıfına karşı takınılan bu talihsiz tutum, en başta söyleniği gibi, Marksizm’in toplumda yer alan tüm emekçi sınıf ve tabakalarının kesin kurtuluşunun işçi sınıfının kurtuluşuna bağlı olduğu tespitinden kaynaklandığı açıktır. Ama bu Marksizmin temel ilkelerinden biridir ve gerçektir. Gerçekleri görmek kimi zaman sıkıntı verebilir; ama gerçekler öznel niyet ve beklentilerden bağımsızdır ve kabullenmekten başka çare yoktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder