13 Ocak 2012 Cuma

Burjuvazinin İşçilere Karşı Saldırganlığı Şiddetleniyor

Burjuvazinin işçi sınıfına karşı uyguladığı baskı ve şiddet her geçen gün artıyor. Sendika ve meslek örgütlerinin etkisizleştirilmesinin ardından şimdi de sınıf hareketini bastırmaya yönelik şiddet unsuru her zamankinden daha fazla öne çıkartılıyor. Polis ağır silah ve teçhizatlarda donatılıyor. Özel harekat polisleri yeniden canlandırılıyor.

Polis kuvvetlerinin uyguladığı şiddetin düzeyine son olarak 1 Eylül Dünya Barış Günü tanık olundu. Barışı kutlamak için bir araya gelen göstericilere polis gaz bombaları ile müdahale etti. Polisin göstericilere saldırması sonucu çok sayıda kişi yaralandı. Onlarca kişi göz altına alındı.

Polisin göstericilere karşı ne kadar acımasız olduğu, son seçimlerde Hopa’da gözler önüne serildi. Emekli öğretmen Metin Lokumcu, polisin sıktığı gaz nedeniyle öldürüldü, gösterilere katıldığı gerekçesi ile 30 kişi terör örgütü üyeliği savıyla tutuklanarak Erzuruma sevk edildi. Hopa günlerce polis terörü altında tutuldu.

Şiddet uygulayan güvenlik unsuru sadece polis ile sınırlı kalmıyor. Artık özel güvenliğin de özellikle işyerlerinde polisin yerine devreye sokulduğu gözleniyor. Dev Sağlık-İş üyesi 5 taşeron işçinin işten atılmasını protesto edenler, hastane yönetiminin yönlendirdiği özel güvenlik birimi elemanlarının saldırısına uğradı. Saldırıdan sendika yöneticileri de nasibini aldı.



İşçi örgütleri, 25 Ağustos Perşembe günü Taksim’de bir araya gelerek işçi eylemlerine dönük baskı ve saldırılar kınandı. DİSK/ İstanbul Merkez Temsilciliği, Sendikal Güçbirliği Platformu (Türk-İş), KESK İstanbul Şubeler Platformu, İstanbul Meslek Odaları Koordinasyonu (İMOK) işçi düşmanı uygulamalara karşı tüm emekçileri eyleme çağırdı.

Yönetim aracı olarak şiddet

Bu şiddet, en acımasız biçimiyle ilk kez 1 Mayıs anma gününde sergilendi. En son teknoloji ürünü saldırı silahları ile güvenlik güçleri, DİSK üyelerine eylem için nefes bile aldırmadı. Sadece grev kararı için bir araya gelen Belediye işçilerine karşı polisin acımasız saldırısı açık bir gerçeği gözler önüne seriyor. İster 1 Mayıs gibi geleneksel ve dünya çapında yaygın bir anma yada isterse bir yasal grev amacına yönelik olsun, artık burjuvazi şiddeti koşullar ne olursa olsun bir yöntem olarak işçi sınıfının hak mücadelesine karşı yaygın olarak kullanıyor.

Yani şiddet görülen lüzum üzerine son başvurulacak yöntem olmaktan çoktan çıkartıldı ve sıradan ve her zaman uygulanan bir yöntem haline geldi. Düzenlenen bu saldırılar ve saldırılarda kolluk kuvvetlerinin takındığı tutum, artık sermayenin işçi sınıfını yıldırma amacı güttüğünü gösteriyor.

Şimdi eli sopalı (coplu) diye bildiğimiz polis, öteden beri kullandığı tabanca, tüfek, vs. gibi ateşli silahlarla yetinmiyor artık. İlk önce kalkan, daha sonra kask, yüz maskesi, zırh, çeşit çeşit gazlı silahlar, vs. gibi ancak özel operasyonlara özgü savunma silahları ile donatıldı. Bu tür donanım artık her koşulda başvurulan araç haline geldi. Ama bunlar da yetmedi. Yeni donatımları ile polis şiddeti gözü dönmüş biçimde uygulanıyor. En parlak gösterisinin 1 Mayıs günü sahneye konduğu bu kuşanmanın bundan böyle aynı biçimde sürdürüleceğine ilişkin işaretler AKP hükümetinin işbaşına gelişi ile verilmeye başlanmıştı. Polis şiddeti o günden beri sürekli artıyor.

Bu müdahalelerde, panzerden sıkılan suyun açısı ve ağzı daraltılarak yürüyüş kolunda ön saflarda yürüyen ve toplulukta öncü nitelik taşıyan kişiler tek hedef haline getiriliyor. Bu şekilde darbe etkisi artırılan su, tek bir kişiye yakın mesafeden yöneltildiğinde kişide tam bir şok etkisi yaratıyor. Polis saldırılarında kullanılan biber gazlarının olumsuz etkisi, göz yaşartmaktan çok öteye gidiyor. Yoğun bir biçimde ve hedef gözetilerek atılan biber gazları solunum yollarını felç ediyor ve insanlarda kalıcı araz ve sakatlıklara yol açabiliyor. Gazlara maruz kalanlar geleneksel yanma, batma, burun akıntısı ve öksürük yanı sıra, nefes almada zorluk, bilinç bulanıklığı, panik gibi biyolojik ve psikolojik incinme ile karşı karşıya kalabiliyor.

Belediye işçilerine karşı uygulanan baskı ve şiddet, aynı zamanda bir başka bir başka açından da önem taşıyor. Bundan böyle, yasal olsun olmasın, eylemini bir gövde gösterisi biçiminde yapan her kim olursa karşısında sermaye ve onun kolluk kuvvetlerini görecek. Hiç bir biçimde, sınıf tutumu sergileyen, ister ekonomik, ister siyasal; sermayeye sınıf tavrını koyan her kim olursa karşısında şiddet uygulayan polisi bulacak.

Ücretlerin baskılanması için her yol deneniyor

Sermayenin bu eylemi bir tavır olarak algılaması ve işçilerin eylemine kesin karşı tutumu, öteden beri tüm iş yasalarını elden geçirilmesi, başta sosyal güvenlik ve sağlık olmak üzere, her konuda hak ihlallerini içeren uygulamalarla bir arada ele alındığında, işin aslı daha iyi anlaşılır hale geliyor.

Son dönemde, sermayenin işçi sınıfına karşı baskıların her zamankinden daha planlı, kararlı, aşırı ve gözü dönmüş nitelik kazanması boşuna değil. Bu saldırıların tümü tek bir hedefe yöneltilmiş durumda. İşçi sınıfının her geçen gün artan fiyatlar karşısında tutunabilmesi ve ayakta kalması için zorunlu olarak girdiği ücret mücadelesinde onu yıldırmak, sindirmek ve bu mücadelesinden daha harekete geçmeden gözünü korkutarak vazgeçirmek.

İşçi ücretlerinin baskılanması zorunluluğu, sadece son dönemde fiyat artışlarının başını alıp gitmesi ve bu durumun işçileri aynı oranda ücret artışı talebine yöneltecek olması ile bağlantılı değil. Fiyat artışlarının özellikle bunun ücretli kesimin başlıca harcama konusu olan gıda maddelerinde ortaya çıkışı, ücret artışı için mücadeleyi daha da bir kaçınılmaz kılıyor. Bu mücadele, gerçekte tüm dünyayı ilgilendiren bir durum haline de geldi. Çünkü uluslar arası havadan para kazanan sermaye, vurgunculuğu petrol ve gıda ürünleri gibi, en vazgeçilmez ürünlerde yürütüyor. Şimdiye kadar esas olarak enerji ürünlerinde gözlenen vurgunculuk, şimdi ekmek, pirinç gibi, insanların temel gıda ürünlerine yöneltildi. Açlığın dünya çapında somut ve yaşanan bir tehdit olduğu günümüzde gıdada vurgunculuk sonucunda özellikle çocukları etkileyen açlıktan ölümlerin katlanacağı hiç kimsenin umurunda değil.

Ama ücret baskılaması, özellikle IMF gibi uluslar arası sermaye ajanlarının Türkiye’ye dayattığı ekonomik model ile bağlantılı. Türkiye, ucuz işçi cenneti olmalı ki, uluslar arası sermaye yatırımını çekebilsin ve sıcak paranın ülkeye girmesi sağlanmış olsun. Gerçekte, Türkiye için olduğu kadar, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere dayatılan model bu.

Uluslar arası sermaye dikensiz gül bahçesi istiyor

Sadece faizlerin yüksek tutulması yetmiyor. Faizler, esas olarak yabancı finans sermayesini yakından ilgilendiriyor. Bu sermayenin at koşturduğu alanlar, borsa, sigorta, bankacılık, vs. gibi finans piyasası. Bu tür sermaye, risk düzeyi yüksek de olsa kısa vadeli para dönüşümleri yaparak sahiplerinin zenginliklerine daha kısa sürede zenginlik katıyor.

Ama bunun yanında uluslar arası düzeyde yatırım alanında uzmanlaşmış olan sermaye de var. Bu kesim, esas olarak sanayi sektörlerinde yatırım yapıyor. Faaliyet dönemleri sıcak sermayeden farklı olarak daha uzun süreli ve kalıcı. Bu nedenle faaliyetlerini ücret artışları, vs. gibi kendisini için bir endişe kaynağı oluşturacak bir gelişmeye hiç tahammülü yok. Bu nedenle, sermaye yararına tam bir dikensiz gül bahçesi arayışı içindeler.

Bu tip yabancı sermaye, öteden beri sadece mevzuat alanında, daha az vergi, sınırsız kar transferi, vs. gibi ayrıcalıklar yanında, aynı zamanda örgütsüz ve sendikasız çalışma düzeni talep ediyor. Bunun için sermayeye her türlü olanağı ardına kadar açan yeni liberal siyasetin yürürlüğe sokulmasını dayatıyor.

Gerçekte bu durum, artık sermaye için artık bir zorunluluk niteliğinde. Sermaye birikimi kesintisiz bir süreç. Emek sömürüsü kesintisiz sürer ve böylelikle sermayenin birikimi akıl almaz boyutlara ulaşır hale gelince, onun yeniden üretimi de aynı ölçüde güçleşir.

Hatırlanacağı gibi, Türkiye’ye 24 Ocak kararları ile sokulan ve ardından gördüğü tepki ile toplumdaki tüm ilerici muhalefetin yok edilmesi ile yepyeni ve koyu bir sermaye yanlısı düzenin kurulmasını gerektiren bu dönem, esas itibarı ile dünyada ve Türkiye'de işçi düşmanı siyaset ile hayata geçirildikten sonra, şimdi çok daha farklı bir biçimde, bu sefer sözü edilen işçi düşmanı liberalizmden daha katı baskıcı ve nefes aldırmayan yeni-liberalizm niteliğinde işçi sınıfının karşısına dikilmiş bulunuyor.

Küreselleşme ve yeni-liberalizmin

ABD, 1970’li yıllardaki bunalımını kendisine rakip olan ve yükselen piyasalarla giriştiği ekonomik savaşı esas olarak petrol kaynakları üzerindeki hakimiyeti sayesinde kazanarak atlatmıştı. Ama onun bu başarısını kalıcı yapan, kendi ülkende işçi ücretlerine karşıladığı uyguladığı baskı oldu. Bu başarıyı sergileyemeseydi, dünya çapında şimdiki etkinliğe sahip olması mümkün olmaz, Avrupa gibi köşesine çekilmiş olurdu. Nitekim 1980'lerden günümüze kadar uygulanan ödünsüz olarak uygulanan liberal siyaset çerçevesinde işçi sınıfı tam bir kuşatma altına alındı. O günden bu yana geçen dönemde, ABD'de reel işçi ücretleri düzenli olarak her yıl bir önceki yıla kıyasla düştü. Avrupa ise buna seyirci kaldı. Avrupa ve Japonya, bunu içine düştükleri ekonomik durgunluk ve gerileme ile ödediler.

Günümüzde, tüm dünyayı kuşatan ve işçi sınıfı sömürüsünde sınır tanımayan yeni liberalizm gerçekte kapitalizmin son durağı olacak. Aynı sınırsız sömürü biçimi, daha önce de izlenmiş, ama yaşanan büyük bunalım kapitalizmi, uçurumun eşiğine gelmişti. Bu nedenle ekonomiye devlet müdahalesi gerekmişti.

Sistemi koruma adına ekonomiye devlet müdahalesi, bir süre sonra kendine yeni ufuklar arayan sermaye için çekilmez hale gelir. Çünkü böyle bir ortamda, farklı sermaye grupları arasında rekabetin sisteme zarar verecek düzeye taşınması, küçük sermayenin büyük sermaye tarafından yutulması, köylülüğün işsiz yığınlara dönüştürülmesi, esnaf ve zanaatkarların işlerini yitirerek proleterleşmesine izin verilmez.

Günümüzde yaşandığı biçimiyle yeni liberalizm sadece devletin kapitalizm adına getirdiği sınırlamaları tanımamakla kalmaz. Ama esas olarak saldırısını işçi sınıfına, onun sendikaları ve siyasi örgütlenmelerine yöneltir. Kazanılmış haklarına el koyar. Sağlık ve sosyal güvenlik alanında işçi sınıfına verdiği ödünleri geri alır. Çalışma hayatında 8-saatlik iş günü, eşit işe eşit ücret, ırk, cinsiyet, inanç, vs. ayrımı yapmama gibi kuralları bir kenara atar. Bunun yerine, esnek çalışma saatleri, esnek ücret, yarı zamanlı çalışma, taşeron sistemi, iş güvenliğinin kulak ardı edilmesi getirilir.

Yeni liberalizm, sömürü biçimlerinin ulaşabileceği en uç noktadır. Gerçekte aynı zamanda sermayenin ilanihaye büyümesi sürecinin de sonuna gelinmiştir. Bundan sonra gelecek tufandır.

Sermaye ve emek arasındaki çelişki tam karşıtlık niteliği kazanmıştır. Bu “savaş hali”, sermayenin küreselleşme sürecinin başlıca özelliğidir.

Şimdilik çelişki sıcak bir ilişki biçimine dönüşmüş gözükmüyor. Çünkü sermayenin saldırısı her zamankinden daha planlı ve yeteri düzeyde şoke edici. İşçi örgütlülüğünü dağıtma, siyasetini yozlaştırma ve işçi sınıfı tabanını parçalama konusunda sermaye çok başarılı hamle içinde. Zira küreselleşme, şimdilik sermayeye büyük imkanlar sağlıyor görünmektedir. Bir kere uluslar arası sermaye, eskisine kıyaslanmayacak düzeyde büyümüş ve güçlenmiştir. Şimdi sermaye, metropol ülkelerde direnen işçileri cezalandırmak için fabrikalarını kapatabilmekte ve işçileri rahatlıkla kapının önüne koyabilmektedir. Çoğu zaman buna da gerek kalmamakta, işçi sınıfının sendikasız bırakarak ile elindeki örgüt silahını aldığı için işçilerin ayağa kalkmasını başından engellemektedir. İşçilerin her şeye rağmen hak mücadelesine girişmeleri durumunda ise karşılarına kolluk kuvvetleri en akıl almaz düzeyde şiddet kullanmaya sevk etmektedir.

Ücret baskılama yöntemleri

Uluslar arası sermaye küreselleşme sürecinde gelişmekte olan ülkelerdeki ucuz emeği sonuna kadar sömürmekle kalmıyor. Türkiye gibi ülkelerde gözlenen biçimiyle, en başta sendikaları etkisizleştirmek ve işçi sınıfının örgütlenme olanaklarını yok etmek için 12 Eylül ve benzeri yeniden düzenlemeler ile yandaş veya sınıf sendikacılığı anlayışını güden ne kadar sendika varsa canına ot tıkamak için her türlü baskı, yıldırma, işçiler arasında sendika örgütlerine üyelikten caydıracak her türlü yöntemi uygulamaya sokuyor.

12 Eylül rejimi, her alanda olduğu gibi, işçi sınıfının örgütlenmesinde de akla hayale gelmedik baskılar uygulanmaya başlıyor. Sendikalara yüzde 10’luk işkolu barajı getiriliyor. Giderek işyerlerinde sendikaya üyelik doğrudan işten atılma nedeni haline dönüşüyor. Sendikalı işçi sayısı, sendikalaşma oranı, o günden bu yana sürekli düşüyor.

İşçilerin sendikasızlaştırılması sonrasında, patron ne uygun görürse, işçiler onunla yetinmek durumunda kalıyor. Patronun yaptığı zam her zaman fiyat artışlarının altında kalıyor. İşçi ücretlerinin satın alma gücü her geçen gün eriyor.

Taşeron sistemi, hile ve desise ile emek ile ilgili çeşitli yasalar içinde monte edildi ve yürürlüğe girdi. Bu durum, sendikasızlaştırma sürecinde ciddi bir engel niteliğine işçi sınıfının yakasına yapışmış durumda.

Taşeron uygulaması, sermaye için ilave sömürü biçimi. Yüzde 25'lere kadar varan işsizlik olgusu ile bir arada işverenler, taşeronlar aracılığı ile yasalarla belirlenen yükümlülüklerinden kurtuluyorlar. En başta taşeron işçileri için sendika üyeliği adeta imkansız. Öte yandan kayıt dışı sürdürülen teşeron uygulaması ile işçilere yasal hakları verilmiyor. Bu şekilde işçilerin işverene olan maliyetleri büyük ölçüde düşürülebiliyor.

Taşeron istihdamı, kayıt dışılığa çok elverişli işliyor. İstihdam ilişkileri kâğıt üzerinde kalıyor. İşçiler, kıdem, ihbar, fazla mesai gibi yasal hakları dışında çok düşük ücretlerle çalıştırılıyor, işçileri ödenmiyor sigortaları yapılmıyor.

Son olarak yeni çıkartılan yasalar ile esnek iş saatleri ve esnek ödeme olanakları sermaye yararına sunularak kayıt dışı, yasa dışı ücret ödemeleri ve ücret baskılama yöntemleri ile işçi sınıfı yeni bir yoksullaştırma baskısı altında tutuluyor.

Küresel işbölümü, emeğin birliğini yok ediyor

Emeğin küresel işbölümü, esas olarak kendini kapitalist yeni-liberal yağma koşulları altında sürdürülüyor. Sermaye artık tüm kapitalist ülkeleri kapsayan geniş bir mekan içinde kendini yeniden üretebiliyor. Sermaye için ulus sınırı çoktandır kalkmış durumda. Bu süreci sürükleyen başlıca olgu, bizzat kapitalist ürünün kendisi oluyor. Bir ürün, her yönüyle küresel özdeşlik kazanıyor. Böyle olduğunda da o ürünü yaratan emek tüm kapitalist ülkelerde, emeğin niteliği ve toplumsal karşılığı olarak özdeşleşiyor.

Bu durum, sermayeyi bir taraftan uluslararası ticaret ve diğer taraftan da doğrudan yabancı yatırımlar aracılığı ile üretim tabanını sınır ötesi düzeye taşımış oluyor. Her geçen zaman içinde giderek daha fazla sayıda küresel kapitalist ilişkilerin zenginleştirildiği ülkeler bu küresel işbölümüne katılıyorlar.

Yaşanan süreç, şirketlerin ulusal düzeyde sürdürdükleri küreselleşme hareketinin uluslar arası düzeye taşınması gibi işliyor. Şirketler hem kendi bünyesinde çok uluslu nitelik kazanıyorlar. Kendi aralarında uluslar arası işbölümüne gidiyorlar. Bu iş bölümü, tek tek her bir ulus ölçeğindeki şirketin o ulusal doğal emek ve sermaye kaynaklarına temellendirilmiş oluyor.

Bu koşullar altında emekçi kesim ulusal birliği ve bütünlüğünü yitirmiş oluyor. Bu da onun örgütlülüğünü etkiliyor. Zira sermaye tabanını uluslar arası düzeye yayarken, emek mücadelesi ulusal düzeyde sınırlı kalıyor.

Parçalanmış hali ile yürütülen emek mücadelesi, küresel düzeydeki sermayeye etkili olamıyor. Sermaye doğrudan sermaye yatırımı yaptığı diğer ülkelerdeki varlığı ile bir grev durumundan hiç etkilenmiyor. Diğer ülkelerde yapılan üretim ile ürünlerini hiç bir aksamaya uğramaksızın grev tehdidini göğüsleyebiliyorlar.

Ulusal ölçekte mücadeleler gücünü yitirirken, bu işçi sınıfının gelecekte yürüteceği uluslararası işçi sınıfı birliği ve mücadelesi için de ayrıca bir olumsuz durum yaratıyor.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder