
Şimdi küreselleşme olarak tanımlanan bu sürecin temelinde,
1970’lerden bu yana dünya kapitalizm sisteminde ortaya çıkan temelli
değişiklikler yatıyor. Bundan önceki sömürge ve emperyalist ilişkiler
döneminde, mal ve sermaye ihracı,
emperyalist ülke sermayesinin, sömürge
niteliğinde yabancı ülke pazarlarına girmesi biçiminde olmaktaydı. Burada mal
ve sermaye, kendi ulusal kimliğini koruyor; sömürge ülkelerde elde edilen
kazançlar, metropol emperyalist ülkelere aktarılarak sömürü gerçekleştirilmiş
oluyordu. Ama, zamanla bu şekilde mal ve sermaye ihracı teknolojik gelişmelerin
sağladığı olanaklarla iletişim ve ulaşımda sağlanan gelişmelerin de katkısı
ile, artık üretimde uluslar üstü düzeyde bir işbölümünün giderek filizlenmesine
yol açtı. Sömürge ülkelerine özgü hammadde, işgücü, bilgi birikimi, vs. gibi
olanakları göz önünde bulunduran sermaye, artık kendi sınırını aşarak
faaliyetlerini giderek tüm dünya ülkelerini kapsayacak bir düzeye yükseltti.
Bu süreç, aynı zamanda söz konusu ulusal piyasaların her
bakımdan metropol sermaye ile bütünleşmesini getirmekte gecikmeyecekti. Ulusal
sermaye, giderek her bakımdan uluslararası sermaye ile bütünleşme sürecine
girdi. Sömürge niteliğine olan ülkelerde, nitelik bakımından metropol ülkelerle
özdeş nitelikte uluslararası sermaye piyasaları oluştu. Ulusal sermaye, bu
sermaye piyasaları aracılığı ile uluslararası sermaye ile tam olarak
bütünleşti. Bunda kuşkusuz, uluslararası işbölümünün payı çok büyüktü. Metropol
ülkelere özgü hakim teknoloji, hakim üretim tarzı, hakim ürünler, kendini aynen
sömürge ülkelerinde üretecekti. Uluslararası işbölümü, peşi sıra, sömürge
ülkelerde sermaye, üretim, piyasa, para, vs. alanlarında metropol ülkelerle
bütünleşmeyi getirdi.
Ulus üstü bütünleşmeyi içeren, ulusal sınırları
belirsizleştiren, bununla da kalmayıp ulusal olarak nitelenen değerleri ikinci
plana atarak uluslar üstü-bölgesel kültürlerin ve değer yargıların oluşmasına
yol açan bu sürecin, eş zamanlı olarak ulusal sınırlar içinde özellikle de
ulusu oluşturan etnik yapıların ön plana çıkartılarak bu sefer kendi içinde
dağıtılıyor olması da ilginçtir. Ama biraz daha yakından bakıldığında, bunun,
gerçekte uluslar-arasılaşma sürecini
tamamlayan bir gelişme olduğu görülecek ve durumun hiç de şaşırtıcı olmadığı
anlaşılacaktır. Ulus sınırları, bir taraftan ulus-üstü ekonomik, askeri ve siyasi birlikler ile
belirsizleştirilirken, aynı şey bu sefer ulusu oluşturan – yada oluşturduğu
ileri sürülen – unsurlara parçalanarak yok edilmek istenmektedir. Hiç kuşku yok
ki bu süreç, esas olarak sömürge ülkeler için geçerlidir.
Ulus-üstü ve ulus-altı ayrışma süreci ayrıntılarına girmeden
önce, sermayenin uluslararası işbölümü sürecinde uluslar-üstü nitelik kazanması
üzerinde biraz daha durmak ve özellikle bu konuda bazı yanlış anlaşmalara
deyinmek gerekiyor. Bu şekilde küreselleşme veya sermayenin ulusal kimliğini
yitirmesi vs. gibi tanımlamaların özünde kapitalist işleyiş açısından doğal bir
süreç olduğu, onun temel niteliklerinde herhangi bir değişikliği içermediği
daha açık bir şekilde ortaya konmalıdır.
Kapitalist sermaye, manifaktür döneminden sonra üretimde iş
bölümüne gidilmesi sonucuna pazar için üretim sürecine geçişle ilk ortaya çıktığı günden itibaren kendine
ulusal bir pazar yaratma zorundaydı. Pazar için yapılan kapitalist üretim için
böyle bir pazar yaratma çabası, ulus devletlerinin ortaya çıkışında temel itici
güç oldu. Sermayenin bu uluslaşma sürecinde, temel kaygının derebeylikler
biçiminde bölünmüş ve birbirinden tümüyle soyutlanmış bölgelerin
genişletilmesinden ibaret olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, bizatihi
sermayenin kendisi ulusal nitelik taşımaz. Bir bütün olarak ulusal kapitalist
ekonomilerin ortaya çıkışı, tümüyle bu pazar kaygısı çerçevesinde belirlenir.
Pazarda malların değişimi, en başta çok farklı olabilen dil bütünlüğü ile
sağlanır. Ulusun biçimlenişi, ortak tarih, dil, kültür ve gelenek, görenek ile
tanımlanır. Ama bu unsurların hiç biri, sermayenin oluşumu ve gelişimi üzerinde
en temel etkisi bulunmaz.
Ne var ki, ulus düzeyinde örgütlenen sermaye, onun sağladığı
her türlü olanaklardan yararlanacak, oluşturduğu pazarını korumak için ulus
birliği ve sınırlarından yararlanacak, ulusal birliğin üst yapısını sonuna
kadar varlığını sürdürmesi için kullanacaktır. Ama, süreç durmaz ve gelişme
devam eder, içine girilen sömürge ilişkileri, sermaye için gerekli kârlılık
düzeyini sağlamaya yetmez. Bundan sonraki aşamada, emperyalizm döneminde artık
ulus sınırları dışına sermaye ihracı başlar. Bunu, yukarıda kısaca
özetlediğimiz uluslararası işbölümü ve sermeyenin uluslar-arası nitelik
kazanması izler. Ama, bir kere daha altını çizmek gerekir ki, sermaye, niteliği
itibarı ile ilk başta ulusal birliği oluşturan ve bir ulus kimliği sağlayan
unsurlardan bağımsız idi ve bu durum, olun uluslar-arası nitelik kazanması ile
de herhangi bir şekilde değişmedi. Yani, bu gelişmede sermayenin ulusal
niteliğine özgü (zaten olmayan) bir yapısal değişme geçirmedi. Ama, niteliksel
olarak tanımlanabilecek tek önemli değişiklik, uluslararası işbirliği oldu. Bu
önemlidir, çünkü sermayenin ulus üstü sürecinin geri dönülemez kılar. Üretimin
bu iş bölümü, en optimum mal ve emek girdisi bazında bir kez kurulduktan sonra,
bu sürecin geriye döndürülmesi mümkün olmaz. Ya bu gelişimini daha da
pekiştirir, ya da tümüyle ortadan kalkar.
Buradan şunu daha sonra üzerinde durulacak ulus-altı ayrışma
sürecine ilişkin gelişmenin ortaya çıkardığı bir durum ile karşı karşıya
kalınıyor demektir. Bu tartışmaya başlamadan önce, yeri geldiği için bu
tartışma konusu süreç ile bağlantılı değerlendirmelerin burada yapılması
gerekiyor. Bir kere, ulus-altı ayrışmanın, sermayenin ilk ortaya çıktığı
dönemdeki uluslaşma sürecinden tümüyle farklı olduğunu belirtmek gerek.
Uluslaşma süreci, sermayenin gerektirdiği ölçüde pazarın büyütülmesine yönelik
bir çabaydı.[i] Ulus-altı süreç ise, bu pazarın şimdi de uluslar-üstü düzeye
getirilmesine aykırı değil, tam tersine onu tamamlayan bir süreç olarak ortaya
çıkmaktadır.[ii] Zira bu ayrışma, sömürge ülkelerdeki ulusal devletleri her
bakımdan parçalayan ve hatta kimi zaman onun yok olmasına yol açan bir süreç
olarak ortaya çıkmaktadır.
İkinci olarak yeni süreçle bağlantılı yanlış anlaşılma,
sermayenin nitelik değiştirmesi ile ilişkilidir. Sermayenin
uluslar-arasılaşması, onun nitelik değiştirmesi anlamında kullanılmaz,[iii] ama
kapitalist üretim sürecinde ortaya çıkan bir nitelik değiştirme ile bağlantılı
bir durumu yansıdır. Bu da yukarıda belirtilmiş olduğu gibi, işbölümünün
uluslararası düzeyde yeniden tanımlanması olarak karşımıza çıkar. Buradan
hareketle, sermayede tarihsel nitelikte köklü bir değişikliğin olduğu ve bir
uluslar-üstü kapitalist sınıfın ortaya çıktığını söylemek doğru olmaz. Uluslar
üstü şirketlerin ortaya çıkışı, uluslararası piyasaların hakimiyeti, vs.
sermayeye yepyeni bir nitelik kazandırmaya yetmez. Sermaye için pazarın ulusal
düzeyden uluslararası düzeye çıkması, onun tabi olduğu nesnel koşullarda
herhangi bir değişiklik getirmez. Nitekim, ulusal düzeyde pazar sorununu
çözümlemesinin ardından ilk adımda mal ve ikinci adımda da sermaye ihracı ile
zaten uluslararası boyutlara taşınmış bulunmaktaydı.
Ama yaşanan bu uluslararasılaşma, esas olarak sermayenin
uluslararası işbölümü ile kendini göstermektedir. Bu durum, sermayeye karşı yapılacak emek mücadelesinin,
artık uluslararası düzeyde yürütülmesinin kaçınılmazlığını bir kere daha ortaya
koymaktadır. Bir başka deyişle, günümüzde, sömürge ülkelere özgü “ulusal”
nitelikte olan, ve uluslararası emperyalist sermayeye karşı proletaryanın
yapacağı mücadelede kimi zaman etkisizleştirilmesi gereken yada kimi zaman da
işbirliğine gidilmesi gereken[iv] ulusal sermayenin tümüyle ortadan kalktığını
göstermektedir. Bir başka deyişle, ulus-altı ayrışmaya ideoloji, siyaset ve
parasal kaynaklarla destek sağlayan etnik kökenli burjuva çevrelerin gerçekte
artık ulus projesini tasfiye eden uluslararası sermayenin uzantıları olduğu
açıklıkla ortadadır.[v]
Ulus-altı Ayrışma
Süreci
Yukarıda ulus-altı ayrışma sürecinin, uluslar-arasılaşma
süreci ile bir zıtlık oluşturmadığı, ama gerçekte onu tamamlar nitelikte,
sermayenin ulusal devlet projesini artık rafa kaldırdığı bir döneme özgü süreç
olduğu belirtilmişti. Bu konuda ayrıntılara geçmeden önce, bu varsayımın
içerdiği temel bileşenlere bir kez daha bakmakta yarar var.
Bunun için en basitten karmaşığa doğru tek tek bu
bileşenleri ele alalım. Süreç, daha önceki dönemde emperyalist – sömürge
ilişkilerindeki yapıyı korumaktadır. Yani, ayrışma süreci, sömürge ülkelerde
ortaya çıkarken, metropol ülkeler, bunun dışında kalmaktadır. Tersine, daha
sonra da üzerinde duracağımız gibi, böyle bir ayrışma sürecini yürürlüğe koymak
için gerekli olan koşulların yaratılması bakımından metropol ülkelerdeki ulusal
bütünlük ulus devletin polisi, askeri ve siyasi yapının yeniden
biçimlendirilmesi anlamında buna bağlı olarak yeniden tanımlanmaktadır.
Metropol merkezlerde geleneksel sınıf uzlaşmacılığına dayalı “demokratik
yapılar” rafa kaldırılmakta, sınıf çelişkilerinin yükselmesi pahasına sınıflar
arası barış siyasetinden ve buna dayalı demokratik söylemlerden vazgeçilmekte,
siyasi örgütlenme, buna bağlı olarak merkezde iki parti, başkanlık sistemi,
parlâmenter sistemin sulandırılması, vs. gibi yöntemlerle metropol-ulus devleti
adına güçlendirilmekte, sınıf örgütleri için getirilen özgürlükler
kısıtlanmakta, ülke temelde güçlü polis ve asker devleti haline dönüşmektedir.
Varsayımda, metropol ülkeler için tanımlanan bu sürecin,
sömürge ülkeler için tam tersi bir seyir izlediğini görmek olasıdır. Bunları
tek tek saymaya gerek yok. Bu konuda sömürge ülkelerde hızlı bir değişim süreci
yaşanıyor. Ulus devletinin giderek çözülmesine yol açacak her türlü yeniden
yapılanma sürecinin hızlı bir şekilde ortaya çıktığı görülüyor. Durumu göre,
görece demokratik yapının dejenere edilmesi için her yol denenirken, örneğin,
geleneksel kuvvetler ayrılığı ilkesi iğdiş ediliyor ve devletin işleyişi, çok
kolay maniple edilebilir merkezi yapıya dönüştürülüyor. Ama aynı zamanda buna
zıt nitelik taşıyan yerel yönetimlerin yaygınlaştırılması sürecine gidiliyor.
Etnik ayrışma sürecinin bir başka bileşeni, etnik grup ile
metropol ülke arasında sömürge-ulus devlet aleyhine sağlanan işbirliğidir.
Gerçekten de bu durum, burjuvazinin sömürge ülkelerde ulus projesine son
vermesi projesinde yararlandığı en temel araçların başında gelmektedir. Bu
açıdan bakıldığında, da, bu özgün husus, tüm bu çalışmanın kilit noktasını
oluşturmaktadır.
Bugün, devletler hukukunda, her ülkenin diğer ülkeler içinde
en genel anlamıyla ortaya çıkan ulusal çıkarlara aykırı olsun olmasın, her
türlü muhalif hareketi ve onun temsilcilerini desteklemesinin meşru bir
davranış olduğu neredeyse yaygın kabul görmüş bir anlayıştır. Ancak, elbette, bu yaklaşımın da kabul görmeyeceği
belli bir sınırı vardır. Bu da, ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışır
nitelik taşıyan hareketlerde bulunmamasıdır.
Ne var ki, bir metropol-sömürge ilişkisinde uluslararası
kabul görmüş diploması yada hukuk kurallarının geçerliliği bu ilişkinin ne
düzeyde bir bağımlılık ilişkisi içeriyor olmasına bağlı olarak belirlenir. Bu
bağımlılık ilişkisi, mal ve sermaye, teknoloji vs. ihracı düzeyinden, fiili
işgale kadar değişebilir. Yeterli düzeyde manda bağlantısı biçiminde yürütülen
bu ilişkilerde hiç bir diploması kuralı endişesi taşınmaz. Kimi zaman da bu
örtülü bir manda ilişkisi niteliğindedir. Bu durum, ülkenin tümüyle
uluslararası sermayeye bütünleşmesi, onun yaşam tarzını özümsemesi, ona askeri,
lojistik ve istihbarat destek ve üstleri sağlaması niteliğinde yansıyan örtülü
bir manda durumunda da olabilir. Böyle bir durumda da uluslararası diplomasi,
gösterilen belli bir hassasiyetin ötesinde tümüyle meşru çizgileri göz ardı
edilerek yürütülür.
Bu ilişki kendini ilginç bir zıtlık niteliğinde yansıtır.
Metropol ülke, kendi içinde hakim uluslara, alt-uluslar aleyhine her türlü
ayrıcalıkları tanırken, sömürge ülkelerde bunun tam tersini yapar. İnsan
hakları ve demokrasi adına etnik baskılara son verilmesi, bölgesel
özerklik veya federal örgütlenmeye
gidilmesi ve gerçekte ulus devletin parçalanmasına yönelik önlemlerin yürürlüğe
sokulmasını ister. Sömürge ülke, tipik olarak azgelişmiş kapitalist ülke
niteliğindedir ve uluslararası sermayenin tam hakimiyeti altında belirli
yüzeysel nitelikteki kaydedilen gelişmelerin ötesinde, yaygın bir yoksulluk,
işsizlik, gelir adaletsizliği gibi çarpık bir yapı sergilemektedir. Kimi zaman
bu çarpık yapı, kendilerine “etnik azınlık” olarak ortaya atılan bölgelerde
göreceli olarak daha belirgin ortaya çıkar.
Kısaca, metropol ülke, sömürge ülke içinde etnik sorunun
gündeme getirilmesi için elinde yeterli malzeme bulunmaktadır. Bunun için
gerçekte, çok fazla uzağa gitmesine de gerek yoktur. Kapitalist eşitsiz
gelişme, metropol ülkenin kendi içinde de nüfusun önemli bir kesimini kapsayan
milyonlarca insanın işsizlik, yoksulluk, açlık sınırında sefalet içindeki
yaşamalarına yol açmaktadır. Uzunca dönem, çok kanlı çatışmalar seviyesine
çıkabilen bu tür etkin karışıklıklar yaşamıştır ve şimdi nasıl etnik sorunu
bunu sömürge ulus devletlerinin çözülmesi için kullanılacağını pek iyi
bilmektedir.
Son olarak, bir taraftan ulus-üstü bütünleşme ve diğer
taraftan ulus-altı ayrışma eş zamanlı sürecini varsayımında yer alan unsur olan
ulus devlet ile ilgili durumu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Eşzamanlı süreç
varsayımına göre, uluslararası sermaye, artık ulus-devlet projesini tasfiye
etmektedir. Peki, neden buna gerek duyulmaktadır? Sömürge ulus devlet,
neredeyse tümüyle uluslararası sermayenin güdümünde olduğuna göre, tasfiye
edilmesine neden gerek duyulmaktadır? Ulus devletin tasfiyesi hangi bakımlardan
sermayenin uluslararasılaşması, yada bir başka deyişle, uluslararası
işbölümünün sağlanması açısından gerekli olmaktadır?
Ulus Burjuva Devletin
Tasfiyesi
Öteden beri, uluslararası sermayenin yeniden yapılaşması –
küreselleşme hedefi doğrultusunda, bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de
devletin küçültülmesi, sol kesiminde uluslararası sermaye için yeni yatırım
alanları açılması, işçi sınıfına saldırı, işçilerin işten atılarak açlığa
mahkum edilmesi, vs. olarak değerlendirildi. Kamu kesiminde yaşanan
özelleştirme ve küçülmeye karşı halkın geniş bir kesiminde oluşan tepkiye
paralel olarak sol partiler, devlete
sahip çıkma misyonunu üstlendiler, parti programlarının birinci maddesi
olarak özelleştirmeye karşı siyasetler geliştirdiler.
Hiç kuşku yok ki, kamu kurumu niteliğinde ve çok geniş
istihdam olanaklarına sahip şirketlerin özelleştirilmesi ve bunun ardından bu
şirketlerde yoğun işçi çıkartılması veya kimi zaman bu şirketlerin kapatılması
sonucunda çalışanların işlerine son verilmesi; öte yandan sosyal devlet
niteliği itibarı ile devletin üstlenmiş olduğu sağlık, eğitim, vs. gibi
alanlarda verilen hizmetin kapsamlı bir özelleştirmeye tabi tutulması veya
tümüyle olmasa bile, kâr amacına yönelik özel sermayenin faaliyetine açılması;
bütün bunlar tam anlamıyla sermaye ve paranın her şeyden ön planda tutulduğu
kapitalist sistem ve onun sözde sosyal devlet anlayışının kaçınılmaz
sonuçlarıdır ve bu nedenle de hiç kuşku yok ki geniş kesimlerin haklı
tepkilerini çekecektir. Ne var ki, bunu yaparken, aynı zamanda da “kapitalist”
özü itibarı ile devletin halka en temel
ihtiyaçları götürmede neden böylesine aciz olduğunu, uluslararası sermayenin küreselleşme
sürecinde karşı karşıya kaldığı sorunlar ve bunun tüm kapitalist dünya ulus
devletlerine ne şekilde yansıdığını da aynı ağırlıkta göz önünde bulundurulmalıdır.
Ancak böyle yapıldığı zaman, gerçekte uluslararası sermayenin öncülüğüne
yapılan işçi sınıfına saldırının boyutları ortaya çıkartılabilir ve buna karşı
doğru sınıf tavrı konabilir.
Ulusal devletlerin her alanda küçülmesi ve sosyal nitelikli
hizmetlerin de sağlanması dahil, geleneksel kamusal alandan uzaklaştırılması ve
sadece ülkenin askeri, savcısı ve polisi konumuna indirgenmesinin, uluslararası
sermayenin karşı karşıya kaldığı tarihsel dönüşüm zorunluluğu karşısında
temelde devlet ile olan geleneksel birlikteliğine gözden geçirmekte olması, ve
şimdiye kadar kapitalizmin savunulmasına yönelik tekelci devlet kapitalizminin
artık sona ermesinin yattığını görmek gerek. Bu zorunluluğun nedenlerini bulup
ortaya koymak ve buna göre sınıf hareketinin hedeflerini daha tutarlı
belirlemek de en onun değişimine karşı çıkmak kadar kaçınılmaz bir zorunluluk.
Aksi taktirde, olayların temelinde yatan olguların ne olduğu göz ardı edilir,
sonuçla işçi sınıfı ve emekçileri doğrudan ilgilendiren yüzeysel sonuçlara
bakılarak “sol popülizmden” öte sağlıklı bir sınıf tavrı belirlemek mümkün
olmaz.
Biraz daha yakından bakılırsa görünen şudur: Devletin öteden
beri gelişen işçi sınıfı hareketi karşında zorunlu olarak girdiği tekelci
devlet kapitalizmi niteliğini yitirmektedir. Finans kapital, sermayenin
sınıfsal egemenliğini orta sınıflarla göreceli ittifak içinde temsil etme
geleneksel niteliğini terk etmekte, orta sınıf ile bu tarihsel ittifakını
bozmakta ve bunun sonucunda da devletin daha önce gereksinim duyduğu güçlü
yapısından arındırarak küçültmektedir. Görüleceği gibi bu durum, işçi sınıfının
yanı sıra toplumdaki tüm sosyal sınıflar ve onların siyasi temsilcilerini
ilgilendiren bir sorundur. Ancak bu
gelişmede işçi sınıfının konumu çok farklı ve
bunun üzerinde önemle durmak gerekiyor: İşçi sınıfı, başta tüm emekçiler
olmak üzere, kendisi dışında tüm toplumun sınıf ve çıkarlarına uygun düşecek
tarihi bir hedefe; yeni bir toplum kurma hedefine yönelir. Ulusal devlet ile
ilgili karşılaşılan yeni gelişmeler bağlamında
işçi sınıfı, ortaya çıkan bu yeni durumu yalnızca kısa vadeli çıkarları
doğrultusunda değil, ama aynı zamanda bu tarihsel perspektif içinde kalarak;
yani kapitalizmin ayakta kalması için ulusal devletlerle yaptığı zorunlu
işbirliğin sona erişi perspektifi içinde bir değerlendirme yaparak stratejisini
belirlemelidir.
Burada söylenmek istenen şudur: toplumlar kaçınılmaz olarak
kesintisiz bir hareketlilik ve bir gelişme süreci içindedir. Bu gelişme süreci
içinde, kimi zaman çıkarları bu gelişme
sürecinde ortaya çıkan değişikliklere uygun olmayanlar olacaktır ve bunlar bu
gelişmeyi engellemeye çalışacaklardır. Kuşkusuz, toplum içinde yer alan her
kesim gibi, işçi sınıfının da bu gelişmelerden olumlu yada olumsuz
etkilenecektir. Ancak işçi sınıfının, gelişme süreci içinde ayakta kalamayacak
ve yok olmaya mahkum olan belirli kesimlerin gelişme sürecine ayak diretmesinde
takınacağı tutarlı tavır onun uzun vadeli, tarihsel çıkarları açısından çok
önem taşır. Bu bakış açısından ele alındığında, ulusal devletlerin
küçültülmesi, sermayenin artık orta sınıflar ile olan tarihi uzlaşmasının
zorunlu olarak sona erdirmesi anlamına
gelmektedir. Kapitalizmin, toplumlarda geniş bir kesimi oluşturan orta
sınıflara sosyal devlet aracılığı ile sağlanan güvenceler artık sağlanamaz
duruma gelmiş ve işçi sınıfı hareketine karşı durmak için gerçekleştirilen orta
sınıf ile zorunlu ittifak yine bilinen
zorunluluklarla sona ermiştir. Sosyal devlet
safsatası ile ve esas olarak orta sınıflara sağlanan iş güvencesi,
eğitim ve sağlık hizmetleri, vs., artık kapitalist sistemin ödeyemeyeceği kadar
ağır yükler haline gelmiştir. Sözde sosyal devlet niteliği ön plana çıkan
zengin ülkelerde artık içine düşülen kapitalist ekonomik bunalımdan çıkılmak
için son çare olarak bu yükten kurtulmak istenmektedir. Uluslararası sınıf
hareketinden gelen tehditlere karşın uluslararası sermaye, artık bu yükü
kaldıramaz hale gelmiş ve bu tarihi ittifakı bozma yoluna girmiştir. Bu yeni
durum karşısında işçi sınıfı, kendine bu koşullar altında yeni hedefler belirlemelidir.
_____________________
[i] Bu öylesine güçlü bir oluşum olarak ortaya çıkmıştı ki,
pazarın büyütülme çabası, ulusları aşarak aralarında hiç bir yakınlık olmayan
bir kaç ulusu bir araya getiren imparatorluk oluşturma biçimine dönüşmüştü. Bir
bakıma erken-küreselleşme olarak nitelenecek bu imparatorlukların ulus
temelinde olmaması nedeniyle kararlı bir yapı sergilemediği, hatta kimi zaman
onu engelleyici nitelik taşıdığı (doğu imparatorlukları örneğinde olduğu gibi)
anlaşılacaktı.
[ii] Sermayenin uluslar-arasılaşma süreci öncesinde, sömürge
ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri, genelde anti-emperyalist bir nitelik
taşımaktaydı. Oysa, günümüzde, etnik ayrışma sürecine giren alt-ulusların hemen
hemen tümünün artık giderek tek merkezli bir yapı kazanan uluslararası sermaye
yandaşı olması ilginçtir.
[iii] W. I. Robinson, J. Harris, “Toward a Global
Class”, The Journal Science and Society,
Vol. 64, sayfa 11-54. Robinson ve harris, uluslar-üstü kapitalist sınıfın doğuşu, çok uluslu şirketlerin yaygınlaşması,
doğrudan yabancı yatırımların artması, uluslararası özel şirketler ve sermaye
kuruluşlarının yaygınlaşması süreci sonucunda ortaya çıktığını söylüyorlar. Öte
yandan, uluslararası şirketlerde çeşitli biçimde satın alma, şirket evlilikleri
ile ortaya çıkan birleşmelerin buna kanıt olarak gösteriyorlar. Ne var ki,
bütün bunlar, sermayenin azalan kâr oranları karşısında daha büyük bir pazar
arayışı içine girmesi, öte yandan sermayenin giderek daha az bir kesimin elinde
birikmesi gibi kapitalizme özgü bir gelişme ve kapitalist sermayenin oluşumunda
bir yenilik anlamını taşımıyor.
[iv] J. Woddis,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder