13 Nisan 2010 Salı

Burjuva Demokrasisi ve Göstermelik Yargı Bağımsızlığı


Emperyalist dünyada faşizm özentisi polisiye devletlerin hayata geçirilmesi sonrasında Türkiye’de de beklenen oldu. Artık yargıç atamaları şeriat düzenlerinde olduğu gibi, kadılık sistemini öngörüyor. Ele geçen her fırsatta kurcalanarak biraz daha bağımlı hale getirilen yargı sistemine son darbe vuruldu ve hepsi de gizli tarikatların etkinliğine açılacak biçimde yasamanın ulemaya, yargının kadıya ve son olarak da yürütmenin saltanata devredileceği feodal monarşi rejimine adım adım gidiliyor.
Oysa burjuva demokrasilerinde yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin birbirinden ayrılması onun kendi bekası için de en ideal durum. Ancak böylelikle burjuva demokrasisi tutarlı ve dolaysı ile güçlü olabilir. Böyle olabildiği sürece burjuva demokrasisinin ayakta kalma şansı artar. Kuvvetler ayrılığı ilkesi olarak tanımlanan bu yönetim biçiminde, egemenlik kavramını temsil eden bu üç farklı güç farklı erklere ait ve böyle olduğu için şaibesiz olabilir. Böyle olduğunda daha tutarlı olabilir. Aksi durum toplumda huzursuzluk kaynağı ve toplum yönetiminin zayıflaması ile sonuçlanıyor.

Kapitalist sistemde çıkarları birbirinden keskin farklılıklar içeren tarım, ticaret, sanayi veya finans sermayesi, vs. gibi burjuvazinin farklı çıkar grupları yer alır. Yönetim bunlardan biri veya birden fazlasının elinde olabilir.

Egemen güç niteliğinde olan burjuvazi, zaman zaman kendi sınıf çıkarlarını lehine sahip olduğu gücü orantısız biçimde kullanma eğilimine girebilir. Bu durum, diğer burjuva kesimleri için olduğu kadar, bir bütün olarak sistem için tehlikeli sonuçlara yol açabilir. Bu durum sadece belli bir kesim için değil, ama bir bütün olarak kapitalist sistemin zararınadır. Burjuvazinin belli bir kesiminin aşırı ihtirasa kapılması ve diğer sınıf ve tabakların yaşam alanını sınırlaması onun tümüyle felç olması ile sonuçlanabilir. Çünkü hakim burjuvazi kadar, ona yakın ve uzak, ama farklı çıkarları temsil eden burjuva kesimlerin ve toplumu oluşturan diğer sınıf ve tabakaların bir arada yaşamaları elzemdir.

Toplum içinde farklı çıkar grupları arasında çıkar çatışmasının kabul edilebilir sınırları aşması durumunda neler olabileceğine ilişkin çarpıcı bir örnek Türkiye’den verilebilir. Egemenliği elinde bulunduran finans sermayesi, bunu fırsat bilerek çıkarı doğrultusunda faizleri yüksek tutup aşırı kar elde etme yoluna gitmektedir. Ama bu durum, sanayi sermayesinin çıkarlarına aykırıdır. Onların faizlerin düşürülmesi veya bu doğrultuda bir başka önlem alınması talepleri yerine gelmediği ölçüde, Türkiye içinde yatırım yapmaları güçleşmektedir. Nitekim son günlerde Türkiye’den ucuz emek ve uygun faaliyet ortamı sağlayan, Çin, Bulgaristan, vs. gibi ülkelerde kaçış hızlanmıştır. Bu durum, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, ekonomik durgunluk ile sonuçlanmakta gecikmeyecektir. Nitekim buna ilişkin gelişmeler izlenmektedir.

Son zamanlarda egemen kesimlerin saltanat benzeri, ama aynı zamanda ayrıntılı düşünülmüş ve çağdaş baskı rejimlerini aratmayacak rejiminin kurulması için gerekli adımlar hızla atılıyor. Anayasanın temel nitelikte ve değiştirilemez maddeleri dahil, işçi ve emekçi kesimin lehine olan maddeleri değiştiriliyor. Kolluk kuvvetlerine her geçen gün yeni yetkiler sağlanıyor ve böylelikle baskı rejimi tesis ediliyor. Yazılı ve sözlü basın üzerinde tam bir hâkimiyet ve denetim oluşturuluyor. Bu fiilen kuruluşları satın alma veya baskı ve denetim sağlayarak gerçekleştiriliyor. Son olarak hakimler ve savcıların atanması ile ilgili yasada ne kadar madde varsa değiştirilerek yargının yürütmeye tam bağımlı hale getirilmesi hedefleniyor.

Bundan sonra saltanat rejimi için adım atılıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye hakkında verdiği kararı tanımayarak, Türkiye hakkında karar almak ulemanın görevi içine sokulduktan sonra, şimdi de yargı erkinin saltanat dönemine özgü kadılık sistemine dönüştürülmesi kesinleştiriliyor.

Çıkartılan yeni yasa ile yargıda atama, saltanat döneminde olduğu gibi, tümüyle yürütmenin denetimi ve oluru ile gerçekleştirilecek. Bu durum Türkiye için saltanat anlamına geliyor.

Yargı hiç bağımsız olmadı
Yargı sistemini iktidar ve devlete iyice bağımlı kılacak son yasal değişiklikler kabul edilemez nitelikte. Yargıçların atanması, özlük sorunları, vs. gibi birçok konuda yürütmenin çok yönlü etkisi altında olan yargının adalet dağıtması olası değil.

Yargıçların “atama” yolu ile görevlendirilmesi yargının yürütmeye tam teslimiyetini tescil ettirecektir.

Örneğin, hakim ve savcılara ödenecek yargı tazminatındaki artıştan defalarsa söz edilmesine karşın hala daha yararlandırılmaması, yürütmenin yargı üzerindeki açık bir baskısı niteliğinde. Yargı çalışanlarının özlük sorunları tümüyle hükümetin yetkisinde olmaması kesinlikle kabul edilemez. Bu durum mutlaka değiştirilmelidir. Sadece bu bile yargıya şaibe getirir.

Van Savcısı F. Sarıkaya, Şemdinli Davası İddianamesi nedeniyle meslekten men edildi. Bunda yasal sürecin işletildiği söyleniyor. Ama böyle bir sürecin varlığı bile yargının dokunulur olduğuna yeterli bir kanıt. Böyle bir önlem zorunlu ise, sürecin savcının atanması öncesinde tamamlanması gerekiyor.

Savcıyı görevden alabilen üst kurulun işlevinin yargı bağımsızlığı açısından tartışılması gerekirken, AKP hükümeti kurulu kendisi için engel olarak görüyor ve sırf bu amaçla tasfiyesini istiyor.

Yargı bağımsızlığı ne demek?
Yargı bağımsızlığı, hakimlere (i) karar verirken sadece kanunlara bağlı kalması, (ii) hiçbir direktif alması ve kesinlikte görevden alınmaması, (iii) yargı için gereken maddi olanakların temini, (iv) hükümetin atama ve terfi yetkisi olmaması, (v) bağımsızlığın yüksek hakimler kurulu garantinde olması güvenceleri sağlar.

Yüksek hakimler kurulunun üyelerinin yarısı hakimlerden oluşur, diğer üyeler parlamento tarafından belirlenir.

Yargının bağımsızlığı lafla olmaz; bunun için yargının mali ve idari açısından bağımsız olması gerekir.

Yargı bağımsızlığı, çeşitli farklı burjuva demokrasilerinde farklı biçimde algılanır. Ama bu farklılık biraz daha yakından bakıldığında gerçekte yüzeyseldir. Şimdiye kadar gerçek bir yargı bağımsızlığı sağlayan bir burjuva demokrasisi olmamıştır:

Fransa modelinde yargı, devlet başkanının iradesine tabidir. Fransa modeli en berbat yöntemdir; çünkü Fransa’da katı bir başkanlık sistemi vardır ve bu durum yargıyı tümüyle yürütme erkinin başında olan başkana tabi kılar.

İspanya’da nispi bir iyileşme görülür: İddia (savcılık) ve karar (hakim) kurumları belli ölçüde farklı ilişkilerle yönetilir. Yargıçlar, üyeleri parlamento tarafından seçilen bir konsey denetiminedir. Burada hiç olmazsa yargı yürütmenin değil, yasamanın denetimindedir. Ama denetim son tahlilde bakidir.

İtalya, burjuva demokrasilerinde yargı bağımsızlığının en etkili olduğu model olarak gösterilir. Bu model, faşizm döneminden alınan acı dersleri yansıtır. Yargı hükümet ve meclise karşı özerk ve bağımsızdır. Ama hakimlerin tepesinde bir Kurul bulunur. Bu kurul hakimler üzerinde tam yetkiye sahiptir. İtalya’da yargının bağımsız olduğu görüşü hala daha havada kalır. Kurul başkanı yetkisiz de olsa, yürütmenin bir parçası olan cumhurbaşkanıdır.

Görüldüğü gibi, en ideal burjuva yönetiminde bile hakimler bir şekilde sisteme bağımlı kılınmaktadır.

Yargı bağımlılığı kesinlikle faşist rejimlere özgü değil. Bunu şu şekilde de tanımlamak mümkün: Yargının bağımlılık düzeyi, burjuva demokrasisinin niteliğine bağlı olarak dolaylı yada çok kesin bağımlılık arasında değişebiliyor. Göreceli demokrat burjuva rejimlerinde bu dolaylı olurken, burjuva demokrasilerinin bir biçimi olan faşist rejimlerde getirilen üst kurul uygulaması ile tam bağımlılığa dönüşebiliyor.

Yargı erkinin bağımsızlığının aşındırılması, toplumda yönetimin her türlü keyfi uygulamasına imkân veren bir baskı rejimine yol açar. Bunun en belirgin örneği faşist sistemler olmuştur.

Irkçı uygulamaları vakit geçirmeksizin yürürlüğe sokabilen Almanya, üstün ırk oluşturmak amacıyla, sözüm ona sosyal ve biyolojik olarak “mükemmel” tanımına uymayan Alman ırkından olmayanları içinde yaşadığı çevreden, yerinden ve yurdundan ayırarak onları çeşitli kurumlar, hastaneler, çalışma ve konsantrasyon kamplarına kapatarak izole etmeye cüret edebilmişti. İnsanlar arasında böylesine insanlık dışı ayrımı uygulamaya sokabilen Nazi hükümeti, bunu esas olarak yargı sistemine tam bir tahakküm ile sağlamıştı.

Şeriat rejiminde yargı erki
Gelişmiş kapitalist ülkelerde din ve devlet işleri sözüm ona birbirinden ayrılmıştı. Dinin kişilerin kendisine özgün tercihleri yansıttığı, devletin münferiden toplumsal sorumlulukları olduğu söylenegeldi. Ama bu açıklama kapitalist toplumda devletin egemen sınıf çıkarlarını kollama işlevini gizlemeye bile yetmez.

İslamcı şeriat düzeninde durum daha da ümitsiz bir hal alır. Birey her bakımdan devlete biat etmelidir. Bu esas olarak Kuran’da yer alan öğreti ile bağlantılıdır: birey her bakımdan devlete ve onun birimlerine itaatkâr kullardır.

Din, aynı zamanda bireylerin her türlü muhalif düşünce ve tavır içinde olmasını da yasaklar. Bakara Suresi, “… yeryüzünde bozgunluk yaparak karışıklık çıkarmayın..”, Araf Suresi, “…fesat ve bozgunculuktan kaçının…” buyruğunu verir.

Şeriat düzeninde esas olarak bir “yargı” olgusundan söz etmek çok zordur. Çünkü örneğin S. Arabistan’da mutlak monarşi idaresi vardır. Böyle bir rejimde kişi hak ve özgürlüklerine ilişkin bir “yasa” bile yoktur.

İnsan Hakları Örgütü, bu ülkede temel insan haklarının büyük çoğunluğunun yasalarla korunma altına alınmamış olduğunu tespit etmektedir. Bu bağlamda, siyasi parti yoktur. Söz ve düşünce özgürlüğü büyük bir baskı altındadır ve hiç kuşku yok ki, muhalif görüşlerin sergilenmesi kesinlikle mümkün değildir. Polis hiçbir neden olmaksızın gözaltına alma yetkisine sahiptir. Gözaltına alınanlara kötü muamele ve işkence yapılır. Ülkede 2004 yılında 32, 2006’nın ilk dokuz ayında 73 kişi idam edilmiştir.

S. Arabistan’da 1992 yılında yeniden düzenlenen yasal sistemin şeriatı esas aldığı bir kez daha teyit edilir. Yargı bağımsız olmaktan çok, mutlak monarşinin bir uzantısı niteliğindedir. Bu gerçekte Osmanlı yargı sisteminin 19. yüzyıl başlarında reform öncesi kadılık sisteminin bir uzantısıdır. Ülkede 300 civarında şeriat mahkemesi vardır. Ulema arasından atanan adalet bakanı, şeriat mahkemesinin başındadır ve kendisi en büyük yargıçtır. Aynı zamanda da temyiz mahkemesinin başında yer alır.

Şeriata özlem
AKP hükümetinin yargıda kadrolaşma için getirdiği yeni düzenleme, burjuva demokrasisinin yargı sisteminin çarpıklığı ile bağlantılı bir fırsatçılık gerçekte. AKP hükümeti öncesinde bağımsızlık bir yana, yargı sistemi yolsuzluk batağına saplanmıştı. Suçlularla mücadele etmesi gereken bazı hakim ve savcıların çetelerle irtibatlı olduğu ortaya çıktı; aralarında fuhuş olaylarına karışanlar oldu. Bu durum infialle karşılanıyor ve yargı sisteminde temiz eller operasyonu düzenlenmesi gerektiği söyleniyordu.

Hükümet yargıyı bu durumda apansız yakaladı ve bunu sonuna kadar değerlendiriyor. Yeni yasa yüzde yüz atama sistemi getirirken, yargı çevreleri buna ses çıkarmıyor.

Hükümetinin yargıdaki bu kargaşa ortamında şeriatçı düzene yönelik kadrolaşmaya gitmesinin önlenemez olduğu bir gerçek. Çünkü yargı sistemi yozlaşmış ve müdahale gerektiriyor. Sisteme yapılacak her müdahalenin yargı sisteminin bağımsızlığı ve özgünlüğünü daha da bozacağı ve karıştıracağı çok açık. Buna en başta yargı sisteminin kendi içinden direnç gelmesi gerek; ama bunu yapacak yapı çoktan yitirilmiş. Çünkü yargı sistemi, kendini düzenin çarklarına kaptırmış ve adalet menfaat düzeni haline getirilmiş. Böyle bir menfaat düzeni de, bu düzeni daha da pekiştirecek olan yeni kadrolaşmaya karşı koyamaz.

Son olarak ilginç bir saptamadan söz etmek gerekiyor. Yukarıda anlatıldığı gibi, farklı modeller arasında, şeriat düzenindeki yargı sistemi de dahil yargı, yürütmenin en üst kurumunun vesayeti altına sokulmuş. Bu nedenle burjuva demokrasisi ile şeriat düzenine ait modelden birinden diğerine geçişin çok büyük engellerle karşılaşmaması olası. Aralarında tek fark, burjuva demokrasisinde vesayeti elinde bulunduran burjuva laik kesimden geliyorken, şeriatta ulemadan geliyor. Eh bu kadar fark da olsun denebilir ve Türkiye’de şeriat düzenindeki yargı sistemine geçmek pek de zor olmayabilir. Vesayeti alan kişinin ulema arasından çıkmasa bile, ulemadan icazet alması ile iktifa edilebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder