12 Nisan 2010 Pazartesi

Burjuva Demokrasisinde Anayasa Takıntısı

Burjuva demokrasisi ile bağlantılı gözden kaçan bir özelliğin altını çizmek gerekiyor. Yakın zamanda AKP iktidarının içinde bulunduğu durum ile bağlantılı olarak yaşanan güçlükler ve sıkıntılı dönem, sanki burjuva egemenliği ile bağlantılı düşünülüyor. Anayasaların sanki burjuva egemenliği için bir ayak bağı olabilirmiş yanılgısına düşünülüyor.

Oysa anayasalar burjuvazinin egemenliğinin tescili veya onun meşruiyeti için düzenlenmiyor. Sadece burjuvazinin kendine yakın sınıflara yönelik vaatleri ile onun karşısına dikilen işçi sınıfına teklif ettiği bir “uzlaşma” metnidir söz konusu edilen.

Yani kısaca, bir tarafta burjuvazi ve diğer tarafta orta sınıflar ve işçi sınıfı var. Anayasa, orta sınıfların kendi egemenliğini desteklemesi karşılığında ona sağlayacağı imkânları sıralarken; işçi sınıfına da "barış içinde bir arada yaşama” karşılığında onlara vereceği tavizleri gösteriyor.

Bu açıdan bakıldığında, burjuva demokrasisinin içine düştüğü anayasa bunalımı gibi yansıyan son gelişmelere aldanmamak gerek. Egemenlik ile ilgili bir bunalım yok. Çünkü orta sınıfların işsizlik, ekonomik durum, vs. ile ilgili yakınmaları yeni bir durum değil. Burjuvazi bundan çekinmiyor. Bunu sadece ekonominin gidişatı ile ilgili bir gösterge gibi algılar, o kadar.

Ama bu orta sınıfların burjuvazi için kimi zaman çok ciddi boyutlara varabilecek sorunlar çıkmayacağı anlamını taşımıyor. Nitekim 12 Mart ve 12 Eylül hareketleri böyle bir sıkıntının yansımasıydı. İşçi sınıfı hareketliliği, orta sınıfı da etkilemiş ve onları harekete geçirmişti. İşçi sınıfı ideolojisinden etkilenmişler ve kısas süre içinde radikal bir çizgiye çekilmişlerdi. 27 Mayıs eylemi ile bir süre iktidarı paylaşmışlar, ama daha sonra geriye çekilmek zorunda bırakılmışlardı.

Şimdi oyunbozanlık yapan orta sınıflara, komünizmden daha fazla işlerine yarayacak bir ideoloji gerekiyordu. 12 Eylül rejimi bunu sağladı. Anayasası içine, yaygın olarak sanılanın aksine, dinci ideoloji yanı sıra, Atatürkçülük de ilk kez böylesine kapsamlı "sol" ideoloji olarak orta sınıfın önüne konmaktaydı.

Egemenliğinin sürdürülmesi için buruvazi, değişen koşulların gereği atılacak her ciddi adımda işbirliği yaptığı veya tahakküm ettiği sınıfların mızıklanması ve direnişleri ile karşı karşıya kalıyor. Bunların üstesinden gelmek için yeni yeni yöntemlere başvuruyor. Gerçekte burjuvazinin sınıf egemenliği için elinde hazır bir reçete yok. O da her aşamada ve her dönemeçte duruma göre geliştirdiği yöntemleri yaşama geçiriyor.

Şimdilerde burjuvazinin serüveninde bir kez daha bir dönemeç alınıyor ve sınıflar arası toplumsal sözleşme maddelerinin elden geçirilmesi gerekiyor. Yeni anayasa düzenleniyor.

Yanlış anlaşılmaların önlenmesi için altını çizerek belirtmek gerekiyor. Temel sorun, belli bir sıçramayı da içeren hareketliliği ve bunun daha da sürdürüleceğine ilişkin tehditlerine karşın işçi sınıfından kaynaklanmıyor. Nitekim 2 saatlik genel grev sonrasında, taslağın hiç bir taahhüt içermeksizin “yeniden görüşülebilir” olduğunun hemen benimsenmesi bunu gösteriyor. Bu durum, hala daha sendikacılığın sınıf hareketi içinde etkili ve hakim olduğunu gösteriyor. Bu açıdan burjuvazi için hiçbir endişe yok. Genel grev uzun zamandır ilk defa ciddi bir girişim gibi görünse bile, her şey kontrol altında. Hareket, sendikaların öncülüğünde yürütülüyor.

Dolaysıyla, bugün kimi çevrelerde hükümet için ciddi bir handikap olarak yorumlanan parti kapatma davasının kamuoyunda abartılması, hele hele bunun bir anayasa bunalımı niteliğine dönüşmüş gibi yansıtılması doğru değil. Burjuva demokrasisinde yargının bu doğrultudaki cesur girişiminin basına yansıtılmasından sonra, hükümet yetkililerinin yargıya karşı takındığı küstah tutum da, gerçekte yargıyı değil, seçmenleri etkilemeye yönelik. Yoksa burjuvazi için göstermelik “kuvvetler ayrılığı” da sorun değil. Bunu sorun olmadığı hem iç siyaset, hem de dış siyasette çok açık ve belirgin örneklerini görmek mümkün.

Kuvvetler ayrılığı olarak dile getirilen olgu, gerçekte hakim sınıfın kendi egemenliği içinde güç dengelerinin oturmuş ve istikrarlı olduğu döneme karşılık gelir. Rejimi oluşturan güçlerin, görece “bağımsız” ve kendi içinde egemen olduğu görüntüsü, rejim için olduğu kadar, egemen ve sömürülen kesimler bakımından da en uygun görüntüdür. Böyle bir dengeye bakarak egemen kesim, ortada bir sorun olmadığını görmüş olur. Öte yandan, bu dengenin yansıttığı “demokratik” imaj diğer sınıf ve tabakalar için her şey yolunda olarak algılanır.

Bugün olduğu gibi, kuvvetler dengesinin bozulmasına yol açan iki temel neden, açıkça anlaşılacağı gibi, tarafların aralarında vardıkları sözleşmeyi değiştirmek istemeleridir. Yani taraflardan biri verdiği tavizleri çok görmekte yada bir diğeri daha fazlasını istemektedir.

Mevcut statükonun bozulması, dengenin alt üst olmasına yol açacak böyle bir durum, bir bakıma “mini devrim” niteliğindedir. Çünkü dengenin sürdürülmesi, reformist düzenlemelerle mümkün olmamıştır. Böyle olduğunda da, bugün olduğu gibi, hakim taraf olan burjuvazinin ilgili taraflara “patronun kim olduğunu” göstermesi gerekir. Böyle olduğunda da bu “devrimci” durum ortaya çıkar: artık kuvvetler ayrılığı ilkesi bir tarafa atılır. Bugün olduğu gibi, hakim sınıfların temsilcileri “halkın temsilcileri” rolünü oynamaya başlar.

İlk aşamada yasama organı tam bağımlı hale getirilir. Tek tek atanmış temsilciler, çok çeşitli seçim hileleri ile çoğunluk meclisinde temsil niteliği katlanmış halde, yürütme organının karşısında hazırol bekletilir. Daha sonra sıra “devrim” uygulamalarına gelir. Yargıdan bir cızırtı çıktığında da, halkın temsilciliğinden kaynaklanan meşruiyet edebiyatı yapılmaya başlanır.

“Devrim” yasalarının uygulanması ve dediğim dedik yaklaşımının uygulanması kaçınılmazdır. Çünkü burjuvazi, orta sınıfın gerçekten tam desteğine ihtiyacı vardır: Onun tüm yürütme, yasama ve yargı erkinin temsilcileri gerçekte orta sınıftan gelmektedir. Burjuvazinin tüm kurumsal üstyapısını, devletin tüm kadrolarını orta sınıf oluşturur. Öyle ki, devlet görevinde bulunanlar, devlet erki ile tanışır ve sarhoş olurlar. Onları ikna etmek, patronun kim olduğunu hatırlatmak gerekir. Zorlama bu nedenledir.

Burjuvazinin günümüzde içinde bulunduğu süreç, gerçekten birçok yönü ile kapsamlı dönüşümleri içermektedir. Burjuvazi, 12 Eylül anayasası ile getirilen ve hala daha kurtulamadığı tavizci anlayıştan, yani “sosyal devlet” uygulamalarından iyice kurtulmak istemekte, aynı zamanda işçi sınıfı sömürüsünü de olası en son sınırına götürmek istemektedir. Küresel sermaye ile bütünleşmesinin getirdiği kaçınılmaz bir zorunluluk bunların yapılmasını gerektirmektedir.

12 Eylül rejimi giderek radikalleşen orta sınıfın eylemlerinden ciddi olarak endişelenmişti. Komünizme yakın söylemleri içeren radikalizm, orta sınıfları bir araya getirebilecek düzeyde keskinleşmiş, asker, sivil ve aydın üçlemesi tepeden inmeci yöntemlerle burjuvaziyi endişeye sevk etmişti. Burjuvazi, orta sınıflara izlemesi gerektiği geleneksel ideolojik hedefi yeniden hatırlatır ve bunu anayasa ilkesi olarak yerleştirirken, aynı zamanda onlara vereceği vaatleri de 12 Eylül anayasasını düzenlerken alt alta sıralamıştı. Orta sınıflara yaptığı vaatleri derli toplu tanımlanmış kurumsal alt yapı niteliğinde ortaya konması gerekiyordu ve o nedenle, sözüm ona sosyal devlet anlayışını korumak ve hatta onu yeni kurumları ile pekiştirmek durumundaydı.

Nitekim 27 Mayıs anayasası ile getirilen kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da pekiştirilmiş, bu anayasa ile buna ilişkin getirilen Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar aynen korunurken, Devlet Denetleme Kurumu, vs. gibi ek önlemlerle çok daha tavizkar bir yapı geliştirilmiştir.

12 Eylül’ün tam bir baskı rejimi olduğu, onun anayasasının da bir tepki anayasası olduğu söylenir. Oysa bu değerlendirme tam doğru değildir.

Gerçekte, anayasalar hiçbir zaman bir tepki niteliğinde, duygusal metinler değildir. Anayasa, hakim sınıfların işbirliği yaptığı sınıflara verdiği tavizler manzumesidir. Burada duygulara yer verilmesi söz konusu olamaz. Dahası, anayasalar bir başlangıç değil, ama sonuç niteliğindeki belgelerdir. Anayasa, dengelerin yeniden oluşturulması sonrasında düzenlenir. Artık yeni biçimiyle rejim yeni bir güç dengesi içine yerleştirilmiştir. Yani, hakim sınıf böyle bir rejim değişikliğine girişmesini gerekli görmüş, uygulamaya sokmuş, kargaşayı yatıştırmıştır ve ilgili sınıfların yeni düzene biatını aldıktan sonra bu metinler ortaya çıkartılmıştır.

12 Eylül anayasasının baskı rejimi olduğu doğrudur; ama onca eleştirilir olmasına karşın, kuvvetler dengesi açısından 27 Mayıs anayasasından daha ilericidir. Nitekim şimdi, 12 Eylül anayasasının “insanın içine sinmeyen” hükümlerinin değiştirilmesi anlayışı ile yola çıkılmaktadır; ama ona rahmet okutacak nitelikte asıl gerici anayasanın nasıl olacağı cümle aleme duyurulacaktır.

İlginçtir, 12 Eylül anayasasının, sınıflar arası dengenin kollanması bakımından en 23 Nisan anayasalarından daha da tutarlı olduğunu belirtmek gerekir.

23 Nisan anayasaları (1921 ve 1924 anayasaları), egemenliğin kayıtsız şartsız meclisin olduğunu söylerken, kuvvetler ayrılığı ilkesini bir kenara itmişti. Bu durum, anayasaların ilk maddelerinde altı çizilerek belirtilir. Şimdi tu kaka edilen Anayasa Mahkemesi gibi, meclis üzerine denetim yetkisine sahip kurum oluşturulması bir yana, sanki yasama organı niteliğindeki meclis, yürütme ve yargıyı da tümüyle yönlendirmekteydi.

Bu durum, kuşkusuz 23 Nisan meclisinin devrimci niteliği ile açıklanabilir. Ancak bu devrimci niteliğin, Avrupa değil, Sovyetik olduğuna da değinmek gerekir. Bilindiği gibi, Sovyet demokrasisinde, böyle bir kuvvetler ayrımı yoktur. Sovyetler, proletaryanın temsilcisi olmak sıfatıyla, her türlü yürütme, vs. yetkisini kendi bünyesinde toplamıştır. 23 Nisan Meclisi de, karşı karşıya kaldığı koşulların da yönlendirmesi ile Osmanlı meşruiyet dönemindeki yenilikleri yerleştirmek için taviz vermez bir politika izlenmesi gerektiğini isabetle belirlemiştir.

Bu anlatılanlar ışığında, günümüzde burjuvazi yeni uluslar arası ortaklık ve bunun soncunda getirdiği programı ile buna uygun düzenlemeleri tek yürürlüğe sokuluyor. Ancak bu uygulamalar, ancak kapsamlı bir anayasa çerçevesinde tanımlanacak yeni sınıf dengelerinin tanımı ve benimsetilmesini içeriyor. Ama ne olacağı üzerinde durmadan, hemen anayasa metinleri algılamasındaki eksikliği hatırlatmak gerek. Anayasalar bir tepki olmaktan çok olup bitenleri özetleyen metinlerdir. Yani hiç kimse, orta sınıf ve işçi sınıfı hareketliliği ve bunun getirdiği zorlamalarla geri adım atılacağı akla gelmemeli.

Burjuvazinin yol haritası çoktan hazırlandı ve uygulamaya geçildi. Belki bunun benimsetilmesi reçetenin oldukça acı ilaçlarla dolu olması nedeniyle zaman alacak, ama hepsi bu. O nedenle, anayasa çalışmaları uzatılıyor. Özellikle bu son bunalım, uygulamanın hızlandırılması açısından çok yararlı oldu. Şimdi mağdur rolü parlamento seçimleri için değil, ama kabak tadı veren yeni toplumsal sözleşme koşullarının bir an önce ortaya çıkartılması için oynanıyor. Bu rolün işe yaradığı çoktandır biliniyor.

Belli ki, bu alanda bir gecikme var o nedenle şok tedavisi uygulanıyor. Darbe dönemlerini andıran girişimler de bu yüzden zaten. Aylarca ve yıllarca iddianamesi hazırlanmayan ve tam anlamı ile sorgulanan ve yargılanalar için işkence niteliğini taşıyan 12 Eylül yöntemi ile olduğu gibi, benzer şok yöntemi bundan sonra da devam edecek. Herkesin artık bitse de bu işkence kurtulsak dediği noktada anayasa değişiklikleri piyasaya sürülecek.

Yeniden kuvvetler ayrılığının terk edileceği bir dönem yaşanıyor. Bunun nedeni, burjuvazinin “devrimci bir tutum” almasını gerektirecek koşullar nedeniyle midir, bilinmez; ama şu kadarını söylemek gerekir ki, durduk yerde böyle bir gereklilik duyulmaz. Burjuvazi, her zaman kuvvetler ayrılığı ilkesini, belki de en mutlak biçimiyle tercih eder. Çünkü ancak bu şekilde işbirliği yaptığı sınıfları “çizgiyi aşmamaları” için en iyi biçimde hizada tutabilir. O halde, burjuvazinin kader birliği yaptığı uluslar arası sermayenin bir bildiğinin var olduğu sonucuna varılabilir, yeniden en başa dönülüyor olmasına bakılarak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder