21 Mart 2010 Pazar

Eylülist Feminizm

12 Eylül sonrasında Eylülist beyin yıkama süreci, en büyük darbelerden birini de kadınlara yöneltti. Darbe öncesinde çok çeşitli mücadele alanlarında kadınların katılımı giderek yaygınlaşmaktaydı. Bunun önüne geçilmesi gerekiyordu. Darbe ile her türlü faaliyetlerin önüne engel çekilmişti. Ama bunun ilelebet sürmesi mümkün olmazdı. Dünyanın diğer ülkelerinde gözlendiği gibi, kadın hareketlerinin sistemin benimseyebildiği düzeye çekilmesi, yönlendirilmesi ve uysallaştırılması gerekiyordu.

Darbe sonrasında kadın hareketi içinde yer alan Ş. Tekeli'nin, bir akademisyen için utanılası düzeyde generallerin mantığını kullanarak aktardığı gözlemler ibret vericidir:

“1980 askerî darbesi öncesindeki son 4-5 yıl, Türkiye’de siyasetin aşırı kutuplaştığı, solda çok büyük bir parçalanma yaşanan, çeşitli sol parti ve grup-grupçukların ideolojik olarak en yakınını "baş düşman" gibi görüp, ona göre politika yaptığı, şiddetin siyasetin önüne geçtiği bir dönem oldu.”


Sonradan kadın hareketinde yer alan kadınların pek çoğu, bu sol fraksiyonlarda yer alıyorlardı. Kadın örgütleri, yasal olmayan ana örgütlerin paravanası gibiydi. Hiçbirisi, bir kadın politikası güdemiyordu. Kadınlar, gruplarının ideolojisine hapsolmuşlardı(1).


Ben hiç parti üyesi olmadım. Ama asistan ve doçent olarak ben ve ilklerden bazılarımız gibi sol eğilimli meslek örgütlerinde aktif militandık.


Bu dönem, herkes için ciddi bir eskiyi düşünme, özeleştiri dönemi oldu. Bizim, altı kişi olarak oluşturduğumuz ilk "bilinç yükseltme" grubunda, eski örgütlerin, örgütlenme modelinin, kadınlar açısından ne kadar baskıcı, ne kadar otoriter, hiyerarşik, kişiliği, düşünceyi, sözü yok edici, ezici bir yapıda olduğu çok ayrıntılı olarak konuşulmuştu. Benimsenen ve uygulanmaya çalışılan, aşırı merkeziyetçi, lider sultasına dayalı bu yapılar, tipik bir "erkek" politikası anlayışının ürünüydü. Yeni arayışlarla yeni bir siyasal mücadele başlarken, bu eski yapıların korunması kesinlikle mümkün olamazdı.


Tersine, bütün bu yapıların tersine çevrilmesi, dönüştürülmesi gerekiyordu. Dolayısıyla, bu bizi ilk aşamada, çok haklı olarak "örgütsüzlüğü" savunmaya getirdi. Kitle değil, küçük grup, lider değil, eşit bizler, karar verici ve buna itaat edenler değil, birlikte karar oluşturan ve uygulayanlar, benliğini inkâr etmiş militanlar değil, kişiliğine saygı duyulan, "ben" diyebilen kadınlar olarak, eski örgütlenmenin tüm unsurlarını alt üst ettik.


Hiyerarşiyi kesinlikle reddettik. En çok da doğal "liderlik" eğilimleri olanları kısıtladık. Toplantı yerinden, oturma düzenine, söz almadan, konuşma üslubuna kadar her şey değişti. Hem bilinçli hem de "kendiliğinden" biçimde. Kuşkusuz, içerisinde yaşanan sıkıyönetim koşullarının da belirleyiciliği vardı.


Artık, kamusal alanlarda, dernek lokallerinde değil, evlerde toplanılıyordu. Evlerde toplantılar, "çay partisi" görünümünde yapılıyordu. Konuşmalar sohbet, dertleşme, deneyim paylaşma, görüş alışverişi şeklini alıyordu. Kadınlar, birbirlerini karşılıklı olarak tanıyor, güveniyor, seviyorlardı. Oturma düzeninde, konuşmacı için podyum, dikdörtgen koltuk düzeni yoktu. Kararlar oylamayla alınmaz, mutlaka herkesin ikna edilmesine çalışılırdı.


Sanıyorum, bu model, herkes "bilinç yükseltme" grubundan geçmeli fetişçiliğine düşülmeden, kendiliğinden, hemen her kadın grubunda benzer şekilde tekrarlandı. Ankara’da "Perşembe" grubu, sonradan "ayrılıkçılığa karşı kadın dayanışması grubu" vb...


Şimdi burada kısa bir karşılaştırma yaparak, bizde gelişen bu "örgütsüz" örgütlenme ile Batı’nın bizden eski ve bizden büyük kadın hareketlerine bir göz atarsam, şöyle benzerlik ve farklılıklar görüyorum: Batı’da da yeni dalga kadın hareketi, küçük grup, bilinç yükseltme, sadece kadınların katıldığı toplantılar, anlık eylemler ile başladı. Çünkü orada da, kadınlar, erkeklerin kadın sözünü bastırmasına tepkiyle kendi içlerine kapanıp, benzer modeller ürettiler. Ancak, Batılı ülkeler demokratikti. Bizdeki gibi, örgütlenme yasakları, kısıtlamaları yoktu. Ayrıca, her ne kadar yeni hareketler, eski yapılara, parti ve sendikaların örgütlenme ve işleyiş tarzına itiraz ediyor olsalar da, o ülkelerde, partiler, özellikle sendikalar çok güçlüydü. Dolayısıyla, kısa süre içinde, batıda yeni dalga feminizminin, kendi dışındaki bu örgütleri etkilemesi, kitleselleşmesi ve aynı zamanda bu geleneksel yapıları da bir ölçüde dönüştürmesi sonucunu doğurdu.


Kadın hareketi, ideolojik mücadelesi için, 80’li yıllar boyunca, kamuoyunun dikkatini çeken çarpıcı eylemler yaptı: Dayağa Karşı Yürüyüş, Mor İğne, Geceleri İstiyoruz, Düdük, Siyahlı Kadınlar, Cumartesi Anneleri vb. Bunların hepsi, o eylemi düşünen, tasarlayan, sloganlarını yazan, bilfiil gerçekleştiren, basını harekete geçiren, kısacası bütün örgütlenmeyi üstlenen o iş için oluşmuş komitelerce yürütüldü. Bence en iyi örgütlenme modeli bulunmuştu."

Kadınlar ve Sosyalist Mücadele

1960’lı yıllardan sonra hız kazanan kadın hareketi, ağırlıklı olarak Sol siyaset içinde gelişme gösterdi. Bu dönemdeki kadın hareketi sınıf temelinde yürütüldü. Kadın örgütleri, Sol siyasi örgütlerin çevresinde oluştu. Ele alınan kadın sorunları, başta emekçi kadın olmak üzere, kadının kapitalist sistem içindeki toplumsal konumunu sorgulamakta, çözüm olarak tüm emekçilerin kurtuluşu hedefi getirilmekteydi.

12 Eylül askeri darbesi Türkiye siyasi tarihinde bir dönüm noktası oldu. Yönetime gelen darbeciler, siyasi parti, dernek ve sendikaları kapattı. Ülkede radikal ve sol kesim üzerine yoğun bir baskı oluşturuldu. Neredeyse tüm demokratik haklar rafa kaldırıldı. Kitle halinde tutuklamalar yapıldı. İşkence yaygınlaştırıldı. Bütün aydınlar, ilericiler, radikaller ve sol kesim üzerinde tam bir yıldırma uygulandı.

12 Eylül rejimi, yoğun bir baskı ve yıldırma yapmakla kalmadı, aynı zamanda rejimi bir daha geri dönülemeyecek tahkime yöneldi. O zamana kadar kazanılmış haklar tümüyle rafa kaldırıldı. Burjuva kurumları “Eylülist” bir baskı rejimine uygun bir anlayışla yeni baştan oluşturuldu. Yeni rejim, tümüyle anti-komünist ideoloji ile donatıldı.

Böyle bir ortamda Türkiye’de kendini ilk ortaya koyan muhalif hareket feminizm oldu. Bu hareketi, önceki dönemde sol hareket içinde yer alan kadınlar başlattı. Bir zamanlar solcu olan kadın aktivistler, yenilginin yarattığı hayal kırıklığı ile feminizmi kendileri için bir sığınak olarak gördüler.

Feminist hareket, bir bakıma geçmiş dönemin eleştirisini de içermekteydi. Feministlere göre, önceki dönemde kadın sorunları Sol örgütler içinde çok Ortodoks bakış açısı ile ele alınıyordu. Feminist eğilimler, “burjuva sapması” olarak değerlendiriliyordu. Bu nedenle de feminizm, sınıf dayanışması için olası bir tehdit olarak görünüyordu. Bir bakıma geleneksel olarak cinsel ayrımı esas alan feminizmin Türkiye versiyonu, aynı zamanda solun ideolojik ve örgütsel eleştirisini de içeriyordu.

Feminist hareket, Türkiye’de geçmişte takınılan bu tavırlara karşı bir tutum içinde gelişme gösterdi. Artık kadınları örgütlemek için onların “toplumsal konumu nedeniyle baskı altında oldukları” gibi soyut mesajlardan çok anne-eş-kardeş geleneksel rolleri ön plana çıkartıldı. Kadın toplumsal özne değil, birey olarak ele alındı. Feminist hareket, merkezi örgütlenme anlayışından farklı olarak kişisel temaslarla oluşturulan, üyelik bağlantısından çok dost, ahbap ilişkileri ile oluşturulan gruplar şeklinde örgütlendi. Bunlar bilinçlenme grupları olarak tanımlandı. Bilinçlenme grupları toplantılar, sokak protestoları ve belirli konular üzerine düzenlenen kampanyalar yürüttü. Eski dönemden farklı olarak artık küçük ve birbirleri ile açık bir organik bağlantısı olmayan grupların oluşturulması temel amaç olmuştu. Bu küçük gruplar, ilk önce evlerde toplanmaya başladılar. Daha sonra hareket genişledi, toplantılar kiralanan evlerde veya sivil toplum kuruluşları salonlarına yapıldı. Eşit işe eşit ücret, evlilikte kadın erkek eşitliği, kadına uygulanan şiddet, yasalarda ayrımcılık, vs. beli başlı tartışma konularını oluşturmaktaydı. Bu arada ilk feminist eğilimli yayınlar ortaya çıktı. Feminist ve Kaktüs gibi ses getiren feminist dergiler çıkartıldı.

1986 yılında yürütülen “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığa Son” kampanyası, hükümetin 1985 yılında imzaladığı Birleşmiş Milletler Konvansiyonu ilkelerinin yürürlüğe sokulmasını talep ediyordu. Bu amaçla 2861 kadın tarafından imzalanan dilekçe meclise verildi. Feministler, 1987’de kadınlara şiddete son kampanyası başlattılar. Bu kampanya, kadın sorununa iki açıdan yenilik getiriyordu. İlk önce o zamana kadar geleneksel olarak “karı-koca” arasındaki sorun olarak değerlendirilen koca baskısı ve şiddeti kamuoyunda tartışılmaya başlanmıştı. İkincisi, Türkiye’de kadına karşı şiddetin boyutları gözler önüne serilmekteydi. Daha sonraki yıllarda, kadına karşı şiddet konusu, feministlerin üzerinde durdukları belli başlı konular arasında yer aldı.

Geleneksel örgüt yapısına inkâr eden ve salt kadın cinsiyetini esas alan bir muhalefet olarak ortaya çıkan feminist hareketin kadın hareketi için öncü olamayacağı açıktı. Nitekim feminist hareket yanında, genel olarak kadın muhalefeti olarak ortaya çıkan hareketlerin giderek daha fazla etkin olduğu gözden kaçmıyordu. Feminist hareketin yükselmesi ile birlikte ortaya çıkan bu kadın derneklerinin daha tutarlı eylem yaptıkları gözlendi.

1987 yılı içinde kadın kuruluşları bir araya gelerek Semra Özal’ın yılın annesi ve kadını seçilmesini protesto ediyor, “her türlü cefayı çeken, fabrikalarda, evlerde, bürolarda çalışan kadınlar adına bu seçimi kınıyor, asgari ücretle evini ve çocuklarını geçindiren emekçilerin eşlerini yılın annesi ve yılın kadını ilan ediyoruz” açıklamasını yapıyorlardı. Bu açıklama ile belki de feminist muhalefetin başlamasından bu yana ilk kez ve hareketin esas olarak sol feminist bir çizgide yer alarak kadın sorununu emekçi kadın ekseninde değerlendirmesi dikkati çekiyordu. Kuşkusuz, 12 Eylül darbesi sonrasında en uç noktalara kadar sürdürülen baskı rejimi giderek daha geniş bir kesimden tepki alıyordu ve bu durum, ister istemez feminist hareketi kimi zaman bu tür radikal tavır almaya itiyordu. Bunun bir başka örneği, 1987 yıllarında faaliyetlerini yoğunlaştıran Demokratik Mücadele Kadın Derneği adlı örgüttü. Örgütün yayınladığı bir bildiride, “İnsanlık onurunun ayaklar altına alındığı, gençlerin işkence gördüğü bir Türkiye görmek istemediklerini” belirtiliyordu.

1989’da çeşitli kadın dernekleri ayrı ayrı ve ortaklaşa düzenledikleri etkinliklerle dünya kadınlar gününü kutladı. Ancak bu etkinlikler, bazı kadın gruplarının şeriat özlemlerini daha sert biçimde dile getirmeleri ile gölgelendi. Aynı yıl, Türk-İş Sendikası, Birinci Ulusal Kadınlar Kurultayı düzenledi. Düzenlenen etkinliklerde, Türk kadınının sendikal yaşamda yer alma zorunluluğu dile getirildi.

1989 yılında feministler cinsel baskılara karşı kampanya başlattılar. Aynı yıl yılında meclisin bu talepler doğrultusunda aldığı karar, feministlerin mücadelesinin başarısı hanesine yazıldı. Ama feministler bu hamle ile kendilerini muhalif hareketten ayırmış oldular. Bu başarının altında, gerçekte hükümetin feministlere karşı bir hoşgörüsü yatmaktaydı. Artık yetkililerin gözünde onlar Sol içinde yer almıyorlardı; bu nedenle kendileri için temel tehdit unsuru olmazdı. Feminist hareketin, esnek örgütlenme ile cinsel ayrıma dayalı mücadele anlayışı ile artık muhalif kanatta yer almaları zorlaştırıyordu. Feminist yayınlarda ve özel olarak feminist Kaktüs dergisinde radikal sol eğilimin ortaya çıkması, feministler için böyle bir yol ayrımına gelindiğini simgeliyordu.

Gerçekten de 1990’lı yıllardan itibaren feminizmin yeni bir aşamaya girdiğini görülür. Artık feminizm giderek bir bakıma kurumsallaşma sürecine girmekteydi. Feministler, artık esas olarak grup toplantılarında planlanan ve örgütlenen sokak protestoları düzenlemekten vazgeçtiler. Bundan sonra daha çok üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları içinde yer almaya ve faaliyetlerini buralarda sürdürmeye başlamışlardı. Nitekim 1993 yılında İstanbul Üniversitesi’nde ilk defa Kadın Araştırmaları programı başlatıldı. Daha sonra bu bütün üniversitelerde yaygınlık kazanmaya başladı.

Zamanla feminist hareket esas olarak üniversite çevreleri ile sınırlı kaldı. Feminizm artık üç büyük kent dışında da yaygınlık kazanıyordu. Ne var ki, hareket, esas olarak orta gelir grubunda, eğitim görmüş ve kent ağırlıklı kesimi kapsayan bir nitelik kazanmıştı Yaygınlaşma bu kesim ile sınırlı kaldı ve hiç bir zaman alt gelir gruplarındaki az eğitimli ve kentin kenar mahallelerinde yer alan kadınları kucaklaması mümkün olmadı.

Feminizmin kurumsallaşması doğrultusuna öne çıkan oluşumlar arasında, 1990 yılında, İstanbul’da kadın kütüphanesi olarak faaliyete geçen Uçan Süpürge, 1996’da da KADER-Kadın Adayları Destekleme Derneği sayılabilir. Bu örgütler sivil toplum kuruluşları niteliğini idi. Ne var ki, akademik çevrelerin öncülüğü ve elit kesime seslenişleri bu kuruluşların en belirgin özellikleri arasında yer alıyor.

1990’lı yıllardan itibaren feministler kadına yöneltilen şiddete karşı kampanya başlattılar. Bu amaçla Danışma Ofisleri ve Barınma Evleri açıldı. Kasım 1990’da İstanbul’da aile içi şiddete maruz kalan kadınlara tıbbi, hukukî ve psikolojik yardım için Mor Çatı Vakfı açıldı. Ertesi yıl Altındağ Kadın Danışma Merkezi kuruldu. Bu dernek, belediyeye ait bir tesiste faaliyete geçti.

Ne var ki, açılan barınma evlerinin çoğunluğu, maddi imkânsızlık nedeniyle tek tek kapanmaya başladı. Bundan sonra feminist hareket, tümüyle barınma evlerine kaynak sağlama peşine düştü. Barınma evlerine devlet desteği sağlanmıyordu. Ancak feminist aktivistler de devlet desteği istemiyorlardı. Bu durum, onların sivil toplum kuruluşu niteliğini zedeleyici olurdu. Oysa 1980’li yıllarda hareket bilinçlendirme grupları faaliyetleri üzerine sokak hareketleri, vs. üzerine odaklanmıştı ve maddi imkânsızlıklar o denli gündemde değildi.

Para temini amacıyla, feministler, 1990’lı yıllarda uluslararası ilişkiler oluşturmaya yöneldiler. Kurulan Uçan Süpürge ve Pazartesi gibi dernek ve yayınlar, esas olarak uluslararası kaynak teminine yönelik faaliyet göstermekteydi. Kaynak sağlamak için bir proje hazırlamak gerekiyordu. Kadın araştırma programları da yapılan projeler karşılığında BM’den kaynak temin etmekteydiler. Feministlerin son dönemde oluşturdukları kuruluşlara proje kuruluşları adı veriliyordu.

1990’lardan bu yana artık feministler sokak gösterileri ve kampanyalar yerine kaynak bulma telaşı içindeler ve bu parasal ilişkiler içindeki feminist hareketin dağılma sürecine girip girmediği de merak konusu olmayı sürdürüyor.

Feminizm ve Eylülist ideoloji

Ş. Tekeli, 12 Eylül sonrasında Türkiye’de feminist hareketin ortaya çıkmasının 1980’li yılların baskı dönemi ile ilişkili olduğunu söyler. Bastırılan erkek hareketi, kadınların “engellenmeksizin” kadın sorunlarına eğilmelerine olanak tanımıştır. Bu yorum, gerçekte Türk feministlerinin siyaset ile olan ilişkisini de açıklar niteliktedir. Demek oluyor ki, feminist hareket gerçekte siyasetle yer yerinen oynasa bile hiç bir ilişkisi yoktu ve gerçekte böyle bir durum feministlerin işine yarıyor idiyse şayanı kabul bir durum bile olabilirdi.

Feminist hareketin Türkiye’de böylesi bir alt üst oluşu içinde ortaya çıkması hiç de tarihi tesadüf olmadığı açıktır. Nitekim Ş. Tekeli, bunun hiç de tesadüf olmadığını bir başka yerde şu sözleri ile açıklıyor:

“1980 darbesi öncesi Türkiye’de siyaset aşırı kutuplaşmıştı. Çeşitli sol parti ve gruplar en yakınını baş düşman gören bir sekter politika içine girmiş, şiddet siyasetin önüne geçmişti. Sonradan kadın hareketinin içinde yer alan kadınların pek çoğu bu sol fraksiyonlarda yer alıyordu, ama bu örgütlerin paravanası gibi idiler. Hiç bir kadın politikası izleyemiyorlardı. Kadınlar grupların ideolojisine hapsolmuşlardı.”

Görüldüğü gibi, Ş. Tekeli, 1980 öncesi dönem için yaptığı değerlendirmede, darbeci subayların bakış açısından pek farklı yorum getirmiyor. Nitekim 1980 darbesi, onun gibilerin gözlerini açmış olmalıydı; zira darbe öncesi dönemde çektiği sıkıntıları şu şekilde dile getirecekti:

“Tabii, böylesi siyasi anlayıştan bir şey çıkacağı yoktu. Sonra darbe oldu. Örgütler kapatıldı. Bu bizim için fırsat oldu. Eski örgütlerin, örgütlenme modelinin kadılar açısından ne kadar baskıcı, ne kadar otoriter, hiyerarşik kişiliği, düşünceyi, sözü yok edici, ezici bir yapıda olduğu görüldü.”

Ş. Tekeli, sınıf temeline dayalı kadın hareketinin “hiç bir kadın siyasetini öngörmediğini” ileri sürerek onu siyasi arenadan tümüyle uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bununla da kalmayıp aynı zamanda kadın hareketinde geleneksel örgüt anlayışını da tümüyle reddetmekteydi. Bu nedenle feminist hareketi başlatanlar, hiyerarşiyi reddettiler, liderlik kavramını bir kenara bıraktılar ve faaliyetlerini kamusal alanlar veya örgütler yerine evlerde “çay partileri” niteliğinde düzenlediler.

Ş. Tekeli’nin anlattıkları, o döneme özgü burjuvazinin uyguladığı baskı ve şiddet karşısında yılgınlığa düşenlerin durumunu çok iyi yansıtıyor. Onun söyledikleri, aşağıda verilen alıntıda görüleceği gibi, çoğumuz için pek de bildik bir ideolojinin kelime kelime dile getirilişinden başka bir şey değil.

K. Evren, o dönemde siyasi faaliyetlerin yasaklanması ile ilgili halka yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:

“Partilerin kısır, klikleşmiş ve başarısız kişilerin kurduğu kadro çemberi kırılmalıdır. Bunun yerine özgürlükçü demokrasiye bağlı, ideolojik dogmatik sapıklıklardan uzak partiler yeniden kurulmalıdır. Ümit ediyoruz ki, bundan sonra kurulacak partiler eski hatalarından ders almış olarak faaliyetlerde bulunurlar. Bu husus tamamen sizlerin elinde ve sorumluluğunuzdadır.”

Görüldüğü gibi, Ş. Tekeli, feminist hareketin yeni dönemde amacı ve örgütleniş biçimi hakkında görüşlerini dile getirirken, eski sekter tavırlardan uzak, kadrocu anlayışı reddeden ve tümüyle katılanların kendi inisiyatifinde olan bir hareket edilmesi konusunda K. Evren ile aynı görüştedir.

Feminist hareketin öncülerinden ve çalışmaları ile yurt içi ve yurt dışı akademik çevrelerde haklı bir üne sahip Ş. Tekeli’nin ciddi ve saygın bir muhalif hareketin nasıl böylesi dar bir cinsel ayrıma dayalı muhalefet içine hapsetmeye ve bunu iyice güçten düşürecek ve adeta kendi mecrası içinde boğulmaya itecek bir yaklaşım içinde olduğunu anlamak kolay değildir. Kuşkusuz, bunun bir açıklaması var ve bunu yapmak için, ilk önce feminist hareketin ne olduğunu kısaca ele almak gerekir.

Feminist Hareketin Niteliği

Feminist hareket, tüm dünya çapında oldukça ses getiren, Batılı demokrasilerde yeni yeni ortaya çıkan ve etkin olan yeşil hareket içinde önemli bir ağırlığa sahip. Bunu belki de, mücadele yöntemini şematik olarak Marksist hareket içinde yer alan örgütlülüğe koşut olarak belirlemesine bağlamak mümkün. Gerçekten şematik de olsa, feminizm ile Marksizm arasında benzerlik kuran ciddi görüşler var.

Barbara E., son yazısında (Monthly Review, Tem-Ağu, 2005, s. 70) bu benzerliği şu şekilde açıklıyor:

Marksizm, kapitalist toplumda var olan eşitsizliği ele alır. Azınlık kapitalist sınıf, çoğunluk işçi sınıfını sömürmektedir. Bu iki sınıf arasındaki çelişki uzlaşmaz niteliktedir. Kapitalizm, varlığını işçi sınıfının sürekli sömürüsüne dayandırır. Bunu da, kendi denetimindeki şiddet araçlarını, yani devlet, polis, hapishane, vs. kullanarak yapar. Aynı durum feminizm için de geçerlidir.

Bu görüş, feminizmin de bir anlamda eşitsizliği ele alışı ile tutarlı görülebilir; ama bu çok farklı bir alanda; ama cinsler arasındaki eşitsizliktir ve özdeşlik bundan bir adım öteye gitmez. Bu eşitsizlik, hakim erkeğin mazlum kadını “sömürmesine” dayanır.

Burada sömürü kavramı, Marksist literatürdeki biçiminden tümüyle farklılık gösterir. Eşler arasında tümüyle iki kişinin yer aldığı ilişkinin bayağı kullanılışı sömürü olarak tanımlanabilir olsa da, kurulmaya çalışılan benzerlik bağlamında bu tür bir ilişki hiçbir kanıt sağlamaz.

Bu “sömürü” ilişkisinde kadına çocuk yetiştirme, erkeğe hizmet ve düşük gelirli işlerde çalışma biçiminde kendini gösterdiği söylenir. Erkek bu “sömürüsünü” fiziksel gücü ile kadına, hamile kadına ve çocuk yetiştiren zayıf düşmüş kadına uygulamaktadır. Ayrıca onu hamile bırakma gücüne sahiptir. “Sömürü”, erkeğin şiddet veya şiddet tehdidi ile gerçekleştirilir.

Ne var ki, feminist hareketin öngördüğü çelişkinin iki kişi ile ve çok sınırlı olduğunu söylemek gerekir. En azından cinsel şiddetin derecesini ele aldığımızda, bunun daha fazla baskı altına alınan yoksul, işçi sınıfı veya üçüncü dünya kadınlarının maruz kaldığını kabul etmek gerekir ki, bu durumda bir kez daha sınıf kavramı ile ilişkisi olduğu görülecektir. Kadınlar kaçınılmaz olarak sınıf gerçeği ile karşı karşıya kalacaklardır, çünkü onlar da sonuçta bir sınıf üyesidir. Bir kez daha, kadınlara uygulanan şiddet gibi, toplumda eğitim, cinsiyet, sosyal olanaklar, sağlık, aile, müzik, vs. kısaca kültürel üst yapıda karşılaşılan haksızlıkların tümü ister istemez kapitalist üst yapı ile bağlantılı olacaktır. Bütün bu alanlarda eşitsizlik ve ayrıcalıkların tümüyle kapitalizmden kaynaklandığı görülecektir. Feministler, salt cinsel ayrım dünyasından çıkıp kendilerini toplumun tüm alanlarında yer alıyor gördüklerinde, kendilerini bütünüyle kapitalist sisteme bağlı olan bu çelişkiler yumağı içinde bulacaklardır.

Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi ardından ortaya çıkan feminist hareket, bundan sonraki on yıl içinde tüm kadın hareketine damgasını vurdu. Ne var ki harekete daha yakından bakıldığında, feminizm için genel olarak yapılan eleştirilere ek olarak, Türkiye’ye özgü bir yanının olduğu görülecektir. Feminist hareket, öneki dönemde Sol hareket içinde yer alanların öncülüğünde başlatıldı. Ancak bu gerçekte olumlu anlamda değil, ama olumsuz anlamda inkâr niteliğindedir. Bir başka deyişle feministler, Sol siyaseti, örgütlenmesini ve mücadele biçimini inkâr ederek, sadece inkâr etmeyip ona karşı çıkarak feminizmi benimsediler.

Bu arada siyaset arenasında sırtı sıvazlanarak yer alan feministler için en büyük zaaflardan biri bu oldu. Kendi varlıklarını adeta hakim sınıfın temel kurumları ile uyum içinde olmakta buldular. Bu zaten modern egemen sınıfların öngördüğü, göz yumduğu ve hatta teşvik ettiği bir durumdu; yeter ki feminist yada bir başka sistemle uyum için olan aktivistler kendilerine muarız siyasi hareketlerle ilişkide olmasınlar, onları dışlasınlar. Eğer bunu yaparlarsa, hakim sınıflardan himaye bile görebileceklerdir.

Gerçekten de feministler bu himayeyi görmekte gecikmediler. Şimdilerde kendilerine uzatılan yeni “nemalı” olanaklar çerçevesinde iyice parasal konularla uğraşa dursunlar, hayatın akışı devam ediyor ve kadın siyaseti de gerçek mecrasına, sınıf örgütleri içinde sınıf siyasetine emin edimlerle geri dönüyor.

Küfür Romanları

12 Eylül’ü en iyi anlatan eserlerdin biri, Y. Küçük’ün Küfür Romanları adlı çalışmasıdır. Bu çalışma, 12 Eylül’ün ideolojisinin yansıtması açısından önem taşın. Y Küçük’ün eseri içindeki değerlendirmeler, özet olarak aşağıda aktarılıyor.

Y. Küçük, 12 Eylül amaç ve tanımı ile ilgili şunları aktarır:

“Eylülist rejim, 12 Eylül öncesinin tüm değerlerini yasaklamayı temel ilke saydı. Bunların bir bölümünü yasalarla, bir bölümünü baskılarla, bir bölümünü tekelci ekonomik zorlamalarla gerçekleştirmeye çalıştı. Edebiyat ve sanatta ise, 12 Eylül öncesi yaratılanları tümden unutturan ve reddeden bir eğilim oluşturuldu.”

Eylülist kimdir ve ne yapar? Eylülist tanımını nesnel öğelerden bulmak gerekiyor. Bu bağlamda üç öğe sayılabilir;

Bir: Eylülist, 12 Eylül öncesinde önü kapalı ve çıkışı olmayan bir konumda bulunması gerekiyor.

İki: 12 Eylül ile bir kaybının olmaması gerekiyor.

Üç: 12 Eylül ile 12 Eylül olmasa hiç gelemeyeceği bir yere gelmiş olması gerekiyor.”

12 Eylül sonrasında bu üç öğeyi karşılayan özelliklere sahip olanlar eylülisttir. Tanımlama şu şekilde genişletiliyor:

“Yukarıda verilen konuma sahip biri Eylülisttir. 12 Eylül öncesine karşı olmasa bile, zaman içinde eylülist ideolojiyi benimseyerek 12 Eylül öncesinde her türlü kötülüğü bulabilecek bir bakış açısını benimseyenler eylülisttir.

Askeri rejime karşı yönetime gelen T. Özal eylülisttir. Zira zamanla eylülist rejimle tam bir uyum içinde olmuştur. 12 Eylül sonrasında, Türk basınında övgü kampanyasına konu yapılan L. Tekin, A. Altan, E. Çölaşan, M.A. Birand, eylülisttir. 12 Eylül öncesinde Mao’cu Aydınlık hareketi içinde yer aldıktan sonra, Cumhuriyet gazetesi kitap araştırma sayfası sorumlusu olan Ş. Alpay eylülisttir.

Eylülistin oluşum süreci, aşağıda verilen süreçleri içirir:

Metamorfoz

Y. Küçük’ün tanımlamalarının, eylülist kavramı durağan değil, değişken, devingen bir durumu anlattığına deyinmek gerek. Herhangi bir kişi, bir şekilde önceki konumundan farklı olarak bir şekilde 12 Eylül’den yararlanma durumunda olabiliyor. Ama buradaki devingenlik, bakış açısı ile ilgili. 12 Eylül, ideolojik etkinlik olarak bakış açısının değişkenliği ilkesine odaklanıyor. Yukarıda belirtildi. Eylülist tanımlama içinde yatan en önemli öğe de bu. Bakış açısının etkinliği. 12 Eylül, bunu ideolojisinin yaygınlaştırılması için temel araç olarak kullandı. Onun 12 Eylül bakış açısıyla eski dönemi karalamak, böylesine bir metamorfozdan geçen bakış açısı gerektiriyor. 12 Eylül öncesi önü tıkalı, 12 Eylül sonrası önü açılan, bu şekilde minnettar, kendini borçlu hisseden, baskı, yıldırma ve işkencelerle belleği silinmiş, tanımları çıkartılmış ve bozulmuş zayıf insanları etkisi altına alabilecek nitelikte önceki döneme ait kimliklere sahip veya sahip olabilecek nitelik taşıyan insanlar.

Bakış açısının yansıtılması, iki biçimde yapıldı. Birincisi, şematize etme. İkincisi ise görselleştirme. Her ikisi de gerçekte aynı amaca, basitleştirerek bayağılaştırma amacını taşıyor. “Sanatta yaratıcılık sanatla özdeş ve son derece öznel”. Bu durum okuyucu için de geçerli. Sanat ve sanatsever, aynı bütünün iki parçası. Ama sanat ve edebiyat, eylülist bakış açısı için malzeme seçilince, o zaman onların şematize edilmesi ve görselleştirilmesi gerek. Ancak böylelikle kitlelere ulaşabilir. 12 Eylül’ün yapılandırmak istediği insanlara ancak bu şekilde erişilebilir.

Doğaüstücülük

Şematizmin en sıklıkla başvurduğu yöntemlerden biri, kurgulanan olayların cin, peri, cadı, vs. gibi doğaüstü karakterlerle anlatılması. Buradaki tiplemeler şablon niteliğinde. Doğaüstü kimliğe bürünen insanlar, böylece bildik karakterlere bürünüyor, iyi cin, kötü cadı.

“Sarıkız’ın nice erkeğin aklının başından aldığını bilen kadınlar, sabaha karşı taşlaya taşlaya köyden çıkarırlar. Sarıkız, belenin başında kırbacını yere vura vura küfürler savurdu ve tek kavağın dibinde gözden kayboldu.” (L.Tekin, a.g.e., s. 49) Böylece Akçalı köyü, cin taşlayarak kurtuluş yolunu buluyor.”

“Bu tür din-öncesi batıl inançlar, doğaüstü güçlerin varlığına dayanıyor, doğaüstü güçler, hareket noktası ediliyor. Oysa doğaüstü güçlere inanmak, insanın zavallılığıdır. İnsan olmaktan çıkışını gösterir.”

Baskı ve çaresizlik dönemlerinde dinsel inançla birlikte her türlü batıl görüş taraftarlarının çoğalmasına yol açıyor. Bu dönemler, insanın insanlığını kaybetmesini sağlıyorlar ve ayrıca bunu amaç ediniyorlar.

Eylülistler, önceki dönemle ilgili ileri sürdükleri solda çok büyük bir parçalanma yaşanan, çeşitli sol parti ve grup-grupçukların ideolojik olarak en yakınını "baş düşman" gibi görüp, ona göre politika yaptığı, şiddetin siyasetin önüne geçtiği bir dönem böylesine bir batıl dönemi anlatıyor.

1 yorum:

  1. Feminizmi hiç anlamamış, muhtemelen basılı hiçbir kaynağını okumamış, Türkiye'de kadınların durumundan bihaber, sadece Feministleri etiketlemekle uğraşan birinin kaleminden çıkmış çok komik bir yazı. Bu siteye bakan da solcu filan zanneder. Dünyadaki yeni akımlardan haberiniz yok. Bu akımları sol içerisine adapte etmedikçe bir arpa boyu yol alamayacaksınız. Allah'tan size akıl fikir ve sağduyu vermesini diliyorum.

    YanıtlaSil