25 Mayıs 2011 Çarşamba

Radikal Kürt Hareketi-I

Türkiye ve bölge ülkelerinde Kürt radikal hareketinin uzun bir geçmişe sahip olduğu biliniyor. Ama günümüzde bu hareketin hiçbir dönemde olmayan biçimde geleneksel çizgisini yitirerek tekleştiği ve genel Kürt hareketi ile eklemlenerek birleştiği gözleniyor. Son genel seçimlerde oluşturulan ittifakların da bu süreci tamamladığı görülüyor. Artık bölgede hakim büyük güçlerin dayatması ile belirlenecek bir gelecek kaçınılmaz görünüyor Kürt halkı için.


ABD’nin Irak hareketi ile Kürtlerin uysallaştırılması ve bağımlılaştırılmasının ardından bu kaçınılmaz bir durumdu zaten. Ama radikal Kürt hareketinin yok edilişi bölge için olduğu kadar, özellikle de Türk işçi sınıfı hareketi içinde çok derin etkiler yaratacak. Bunun tanıklığı, bu hareketin tarihinde apaçık yatıyor.

* * *

Takrir_i Sükûn uygulaması, Kürt halkı için olduğu kadar, belki çok daha fazla Türk halkı için yürürlüğe sokulmuş ve ülkenin batısında yaşayanlar için görece özgürlük ve demokrasinin de iyice rafa kaldırılmasına yol açmıştı.

Türkiye’de siyasi ortamın yumuşaması ile birlikte yeniden siyasi mücadeleye soyunan Kürt radikalleri, sorunun ezilen halklar ile bağlantılı olmadığı gerçeğinden hareket etmişler, bu nedenle de Türk radikalleri ile omuz omuza, sorunun asıl kaynağı olan burjuvaziye karşı proletaryanın mücadelesi için çalışmaya başlamışlardı.

Bunu yaparken de oldukça isabetli davranmışlardı. Çünkü Kürt halkının tarih boyunca bir ulus olarak bir araya gelecek bir deneyimi, ulus tarihi yoktu.[1] Bu durum, sebepleri ne olursa olsun, Kürtlerin bir ulus kavramı içinde bütünleştirecek bir gelenek, sosyal ve kültürel evrimi yaşamamış olmalarından kaynaklanır. Gerçekten de, bölgede dört bin yıldan daha uzun süredir yaşıyor olmalarına karşın, Med'lerden gelme Ari ırktan halklarla ilgili yazılı tarih kayıtları pek azdır. Ancak tüm bölgeyi derinden etkileyen, örneğin, 7. yüzyılda İslam dininin yaygınlaştırıldığı fetih hareketleri, 13. yüzyılda Moğolların istilası, vs. bile Kürtlerin böyle bir evrimi geçirmeleri için yeterli dinamizmi sağlamadığı anlaşılıyor. Bu durum Osmanlıların bölgeye hâkimiyetinden sonra da devam eder. Böylelikle Kürt halkları, çeşitli etnik ve bölgesel farklılıklar gösteren aşiretlerin göreceli tarihsel suskunluğu altında 20. yüzyılın başlarına kadar gelecektir.

Oysa Kürt halklarının yaşadığı dünyanın sayılı petrol kaynaklarına bakan tepeler, asırlar boyunca dünyayı şekillendiren tarihi olayların sahnelendiği Mezopotamya’ya hakim konumdaydı. Ne var ki, bu tepeler içinde barındırdığı halklara yeterli koruma ve güvence sağlamış olacak ki, onları uzunca dönem yeni bir arayışa itmeyecekti. Onlara nimetlerini cömertçe bağışlarken, aynı zamanda da çok çetin yaşama koşulları bu insanlar için eğitici olmuş, onları kendine bağlamış ve doğa ve insan bütünlüğünü oluşturmuştu. Bu çetin koşullar, her zaman Kürt halklarını aynı biçimde çetin ve savaşçı ve bir o kadar da dayanıklı yapmıştı. Bölgeyi istila eden Moğollar bile, bu dağlarda yaşamaya kalkışmamıştı. Daha sonraki dönemde Osmanlı ve İran egemenlikleri de, onların yarı-özerk, kendine özgü bağımsızlıları üzerinde pek etkili olmamıştı.

Barındırdığı insanlara gerekli koruma ve geçim kaynağı sağlayan bölge koşulları, burada yaşayan insanların asırlar boyunca içinde bulundukları toplumsal ilişkileri değiştirme gereksinimi duymaksızın aynı aşiret ilişkileri içinde, birbirinden kopuk ve aşiretler arası çekişme ve kavganın eksik olmadığı ulus-öncesi yaşam biçimini koruyabilmelerine yol açmıştır. Kürtler, eski zamandan biri savaşkan nitelikleri ile tanınmışlardır. Aşiret hayatının gereği olarak, aile yapısı da askeri kurallara göre oluşturulmuştur. Uzun yıllar at üzerinde, kılıç ve ok kullanmışlar, daha sonra bunların yerini ateşli silahlar almış; sarp ve geçit vermez doğa, esas olarak göçebe olan aşiretler için günümüze kadar varlıklarını sürdürebilmelerine olanak vermiştir. Kısacası, Kürt halkı, ulus-öncesi içinde olmayı sürdüre gelmiş, bu ulus-öncesi yapı içinde bir anlamda "mutlu" olmuş, o yapıyı bozmaya yeltenmemiştir.

Kuşkusuz, doğa koşullarının insan yaşamlarını derinden etkilediği çok açık bir gerçek olsa da, bunun insan toplumlarının tarihini tek başına açıklamaya yeterli olduğu söylenemez. Bugünkü Türkiye, Irak ve İran sınırlarının geçtiği dağlarda yaşayan insanların asırlar boyu esaslı değişime uğramaksızın süregelen yaşamlarında onları rahatsız eden ve zorunlu olarak yeni arayışlara iten unsur, söylendiği gibi, hiç de kapitalizmin nimetlerinden yararlanmak değildi. Ama dağlık bölgelerde birbirlerine karşı ezeli düşmanlıklar içinde olagelmiş aşiretler, emperyalistlerin bölgenin yakınında bulunan petrol yatakları üzerindeki egemenliklerini sürdürebilmek için bir araç olarak kullanılabilirdi. Nitekim de öyle oldu. Emperyalistlerin petrol konusunda bölge içindeki emellerinin ne denli önemli olduğunu bugün artık çok daha iyi biliniyor. Bu doğrultuda, uzun yıllar edindikleri deneyimler onlara, Irak'ta, halkın desteğini almış sivil bir hükümetin kendi çıkarları için hiç uygun olmadığını göstermişti. Bu nedenle, Irak'ta şu yada bu şekilde sivil olmayan yönetimlerin hâkimiyetinin sağlanması gerekmekteydi.

Ne zaman Irak'ta sivil bir hükümet başa geldi ise, karşısında bu sivil yönetime tehdit oluşturabilecek unsurların varlığından ve bunların rejim için yarattığı tehlikelerden söz eden askeri çevreler dikiliyordu.[2] 1965 yılı sonlarında Irak'ta sivil yönetim oluşturan hükümet de, askerlerin bu niyetini çok iyi biliyordu. Daha önceki askeri yönetimlerce demokratik görüşleri nedeniyle baskı görmüş olan A.R. el-Bazzaz hükümeti, uzun süren Kürt sorununu sona erdirmek istiyordu. Ama bu onun için hiç de kolay olmayacaktı. Ülkede askeri unsurların, çıkarlarından ötürü dağlarda Kürtlere karşı uzun bir savaştan yana olduklarını biliyordu.[3]

Emperyalist ülkelerin, bölgedeki çıkarlarını koruma doğrultusunda ülke yönetiminde askeri unsurları sürekli öne çıkarma kaygıları, "Irak Kürt Ulusal" hareketini yetirince açıklar nitelik taşımaktadır. Gerçekten de Irak'ta artık sıcak ilişkiler çerçevesinde emperyalist çıkarların korunması mümkün değildir. Bölge içinde oluşan siyasi gelişmeler, artık ülke içinde doğrudan güdümlü yönetimlerin sürdürülmesine olanak tanımamaktadır. Ama bu güdümlü yönetim, bir başka şekilde sürdürülebilir. Bu da, ülke içinde sivil yönetimlerin oluşumunu güçleştiren, onların hareket özgürlüğünü kısıtlayan, sivil kurumları baskı altına alan askeri çevrelerin doğrudan veya dolaylı baskılarını ön plana çıkartmaktır. Irak, bu bakımdan emperyalistlerin uyguladığı mükemmel örneklerle doludur.

Irak'ta, 1960 ila 1970 yılları arasında Kürtlere karşı yapılan dört askeri hareketin her biri, tümüyle, tek yanlı olarak Irak askeri yetkililerinin inisiyatifinde başlatıldı. Irak'a askeri unsurların ön plana çıkartılması, böylelikle ülkede emperyalistlerin petrol çıkarlarına karşı olabilecek muhtemel bir sivil yönetimin etkinliğinin bastırılması ya da en aza indirilmesinin biricik yöntemiydi. Yoksa Irak'a askerlerin bir saldırı başlatmalarını gerektirecek biçimde Kürtlerin bir isyanı, başkaldırısı, vs. söz konusu değildi. Bunun başka türlü olması da düşünülemezdi; çünkü özellikle görece bağımsız topluluklar biçiminde olan Irak Kürt halkı hiç bir zaman aşiret reislerinin dışında bir halk hareketine dönüşememişti.

Irak’a saldıran koalisyon güçlerinin yaptığı hesapların başında, Irak’ı oluşturan farklı halklar arasında yaratılacak husumet ve düşmanlık esasına dayalı böl yönet politikası geliyor. Oysa bugün Irak’ta gelinen son noktada, Kürtlerin devlet kurmaya her zamankinden daha yakın olmasına karşın, bunun hiç de iyi bir fikir olmadığını artık herkes görüyor. Bizzat Kürtlerin kendileri de bunun bugünden yarına gerçekleştirilebilecek somut bir proje olmadığını son anda farkına vardılar. Sanki emperyalistlerin bu hesapları tutmamış gibi görünüyor, hatta özellikle ABD’nin bölge halklarını tanımadığı, halkın ülkeye yapılan dış saldırı karşısında bütünleşeceğini göz önünde bulundurmadığı ileri sürülüyor. Oysa emperyalizmin bugün içinde bulunduğu duruma bakıldığında, onun politikalarını biraz daha farklı açıdan bakmak ve bu politikaların sonuçlarını böyle bir bakış açısı ile emperyalizme neler kazandırdığını veya kaybettirdiğini düşünmek gerek.

ABD’nin Irak’a müdahalesinin İsrail’in hiç de parlak görünmeyen geleceğini kurtarmak, yakın bir gelecekte iyice değer kazanacak enerji kaynaklarının hâkimiyetini ele geçirmek, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu’da son zamanlarda elde ettiği mevzileri geri almak, savaş sanayisi için yeni pazar olanakları yaratmak yada dünya hâkimiyetine yönelik stratejisini adım adım hayata geçirmek, vs. gibi amaçlarla yapıldığı söyleniyor. Bunların hepsi belli ölçüde doğru. Ama bütün bunlara bakıldığında, hepsinde ortak olan yan, bütün bu politikaların hiçbirinin yirmi birinci yüzyılın aklı açısından kesinlikle makul kabul edilebilecek hiç bir tutarlı yanı olmaması. Emperyalizmin günümüzde sağladığı en büyük kazanç da bu zaten. Artık politikalarının hiç birinde akla mantığa uygun bir yan yok. Belki de emperyalizm, daha önceki benzer müdahalelerinde o kadar belirgin olmayan muazzam bir başarı elde etti ve bütün dünyanın gözü önünde, bir zamanlar gaz odalarında insanları yakan anlayış ile insanların üzerine ölüm kusarken, aynı zamanda da bunu bütün insanlığın gözü önünde, güçlü olan haklıdır mantığı ile dünyanın dört bir tarafında bütün insan hakları kurumları, barış ve özgürlük yanlısı sivil toplum örgütlerini hiç bir şekilde umursamaksızın yapmayı başardı.

Irak örneğinde de görüldüğü gibi, ABD ve gibi Avrupa emperyalistlerin de “ezilen halk”, “etnik azınlık”, vs. gibi etnik kışkırtma politikaları uygulamaları hiç de bu politikaların tutarlı bir yanı olabileceğini göstermiyor. Bugün Türkiye’de herkes, Avrupa’nın üniter devlet niteliğinde Türkiye’yi üye yapma niyetinde olmadığını, adaylık süreci içinde bir şekilde Diyarbakır merkezli, devletse devlet, olmadı ayrı ve özel statüye sahip bölge oluşturmak, böylelikle en azından temel konularda Türkiye’nin ortaklık içindeki ağırlığını kaldırmak amacında olduğunu görüyor. Kuşkusuz, bu durum Türk siyasetçilerin bir şekilde basiret gösterip her türlü tavizi vererek illa tam üyelikte sonuna kadar ısrar etmeleri durumunda devreye sokulacak bir başka plan olarak düşünülüyor. Burada bir kere daha, Türkiye’nin batı bölgelerinde, kimi zaman belli mahallerde toplanma eğilimi gösterse de, çok büyük ölçüde Türk kökenli insanlarla tümüyle iç içe, buralarda yerleşmiş ve kök salmış Kürtlerin bir başka devlet veya bölge olarak ayrılmalarının akla mantığa aykırı oluşu, onların bu politikada ısrarlı olmalarına, sürekli Kürt ayrımcılığı yapmalarına, Diyarbakır ile Ankara’yı eş düzeyde görme girişiminde bulunmalarına engel değil. Irak örneğinde de görüldüğü gibi, emperyalist politikalar, hiçbir şekilde akla ve mantığa dayalı gerekçelerle ortaya atılmıyor. Ama tümüyle dayatma biçiminde ortaya atılıyor ve uygulanıyor.[5]

Bir taraftan ABD, diğer taraftan Avrupa’nın ulus, halk, etnik; belki de kısaca “ırk” sorunu ile çözümsüz bir bağdaşıklık içinde olduğu gözleniyor. Bu sorunun her iki kıta üzerinde çok büyük sıkıntılara yol açması, belki de, bu bölgelerde yaşanan ideolojik boşluk ile bağlantılı olabilir. Kuşkusuz, böyle bir varlığın boşluğu epey zamandır hissediliyor. Uluslaşma hareketinin başlaması ile burjuvazinin bayraktarlığını yaptığı demokrasi ve özgürlük ve bunun üzerine temellendirilen aydınlanma felsefesinin tökezlenmesi çok zaman almamıştı. Yirminci yüzyıl başlarında birbirine düşen emperyalist ülkeler içine düştükleri bunalımı ve kitlelerin umutsuzluğunu “üstün ırk” aldatmacası ile giderilebilmişti. Öyle anlaşılıyor ki, o zaman da bu denli insanlık dramı acılar ve felaketler bile onların aklını başına getirebilmiş değil. Bugün olduğu gibi, o zaman da Nazizmin şaşaalı yükselişinin cazibesine kapılan neredeyse bütün Avrupa ülkelerde burjuvazi ideolojik boşluğunu “ırkçılık” ile doldurmuştu. Bu boşluk, bir taraftan burjuvazinin artık çağdışı olmasından kaynaklanan kültürel yoksunluktan olduğu kadar, işçi sınıfı hareketinin çok hızlı bir yükselmesi sonucunda yaşanan korkudan kaynaklanıyordu.

Bugün benzer bir gelişme yaşanıyor gibidir. Günümüzde burjuvazi, var oluşunu anlamlı kılacak ideolojiye ona gözgü kültüre kavuşabilmiş değil. Savaş alanında yenik düşürdüğü ona karşıt ideolojinin üstünlüğü devam ediyor. Yaşanan ilk şaşkınlık sonrasında komünist idealler, yeniden yoksul milyonlarca insanın umudu olmayı sürdürüyor. Uzun yıllardan bu yana harcanan çabaya ve siyasi etkinliği en alt düzeye indirilmiş olmasına karşın ideolojisi hala kitleleri kucaklıyor. Bu durum burjuvazinin korku duyması için yeterli. Salt bu nedenle, bir taraftan Irak’ta masum yüz binlerce insanın üzerine ölüm kusarken, hala daha Türkiye’de Kürt halkının insan hakları adına sahip çıkma yüzsüzlüğünü gösterebiliyorlar.

Etnik kışkırtmanın önemli ve üzerinde enine boyuna durulması gereken bir bileşeni de, bu şekilde sınıf çelişkilerinin etkili bir şekilde gizleyebilmesidir. Bu açıdan ele alındığında, etnik ayrımcılık ne kadar tutarsız ve temelsiz de olsa, sınıf çelişkilerinin örtbas edilmesi ve geri plana itilmesi, emek sermaye çelişkisi yerine hakim ulus-ezilen ulus çelişkisinin konması, işçi sınıfı ideolojisi temelinde, sınıf siyaseti yürütülmesi amacı ile kurulmuş veya kurulan partilerin giderek halkçı, popülist politikalara yönlendirilmesi, ister Türk, ister Kürt, ister bir başka halka mensup insanları hiç bir ayrım gözetmeksizin, sömüren burjuvazinin yerini hakim ulusu temsil eden, devlet ve kolluk kuvvetlerinin alması, ülke içinde burjuva demokrasisi çerçevesi içinde ele alınan insan hakları kavramının tümüyle Kürt halkına yapılan haksızlıklar olarak anlaşılması, Türkiye’nin doğusunda PKK militanları ile sıcak çatışma döneminde yaşanan haksızlıklar, köy yakmalar, yargısız infazlar gündemin birinci maddesi yapılması, ama aynı şekilde işçi sınıfı ve onun siyasetini savunan sosyalist ve komünistlere karşı cumhuriyetin ilk döneminden başlayarak yürütülen yargısız infazlardan her türlü baskı ve işkenceyi de içine alan yıldırma politikası neredeyse gündemden düşürülmüş olması bunun tersini doğruluyor ve etnik çatışmaların emperyalizm için ve burjuvazi için oldukça yararlı bir politika olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Bütün bunlara bakıp, neredeyse Türk hükümetinin, Avrupa’nın ikinci adres olarak Diyarbakır’ı gösterme cüretinde bulunmasına ses çıkarmamasını da düşünerek, Kürt politikası konusunda Avrupa ile sanki bir işbirliği içinde olduğu yargısına bile varılabilir. Nitekim fısıltı gazetelerinde söylenen de bunu teyit etmektedir. Buna göre Türkiye, uzunca bir dönem ve belli ölçüde PKK varlığının sürmesini istemiştir. Gerçekten de, bunun aynen Irak’a olduğu gibi, iç siyasette ne ölçüde yarar sağlayacağı ortadadır.

Sol siyasetin kitle ile buluştuğu ve bu açıdan gelişme seyri açısından daha az güdümlü olduğu 60’lı yıllardan bu yana Kürt sorunu tartışıla geldi. Oluşturulan sınıf partileri, Kürt hareketini kucaklamayı başardı. Kürt halkının bu dönemde savunulması genel sınıf politikaları ile tam bir uyum içinde görünüyordu. Ne de olsa, partilerin sınıf politikaları da çok fazla sınıfsal nitelik taşımıyor, genelde işçi sınıfı yerine emekçi kavramı ön plana çıkıyor, sömürüden çok, yoksulluk, fakirlik vurgusu yapılıyordu. Ama zamanla durum değişti. Arka arkaya gelen askeri darbeler, genelde popülist politika yapan sınıf partilerine hiç de popülist yaklaşım göstermediler ve burjuvazi, onları kendilerine ciddi rakip olarak gördü ve sınıf hareketi, onun siyasi temsilcileri ile neredeyse tümüyle ezildi. Ortalık tam bir sessizliğe gömülmüş olduğunda PKK örgütlenmesi ortaya çıktı. Kısa bir süre sonra, geleneksel “halkın kurtuluşu” hareketlerinde olduğu gibi, kendine “Marksist” bir kimlik edindi. Bundan sona PKK sadece Kürt halkının değil, tüm Türkiye’nin onurlu temsilcisi oldu. Örgüt kısa zamanda sol siyasetin gündemine, çizgisine, söylemine, vs. her şeyine damgasını vurdu. Denilebilir ki, hareketinin doğudan çok batıda taraftarı vardı. Artık sınıf yerine halk, burjuvazi yerine faşistler ve faşizm vardı. Marksizm yine her zaman vardı. Ama artık bunu kimse tartışmıyordu. Nasıl olsa Marksizm’in yerini Lenin, bütün ülkelerin işçileri birleşin yerine ulusların kendi kaderini tayin hakkı almıştı, sınıf mücadelesinin yerini de halkın mücadelesi gündemdeydi.

_________________

[1] R. Luxemburg, bundan neredeyse yüzyıl öncesinde Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı konusunda Lenin ile girdiği polemikte, bunun ayırt edici niteliğine deyinir. Finler, Çekler ve Polonyalılardan farklı olarak, Rus aristokrasisinin baskısı altında olan Ukrayna ve Baltık Ülkelerinin kendilerine özgün bir ulusal tarihleri olmadığını söyler. Özellikle, Ukrayna, kendine özgü bir ulusal birliği, hükümeti olmadığı gibi gerici-romantik şair Sevçenko dışında, geleneksel bir kültüre de sahip değildir. Böyle olduğu için de, Alman işgaline karşı direnecek bir ulusal kimlik, ruh ve birlik oluşturamayacaklardır. Olsa olsa, Alman emperyalizmine bağımlı bir alt kimlik olarak proletarya devleti için yeni bir tehdit oluşturmaktan öteye gidemeyeceklerdir. R. Luxemburg, The National Question, Marksist Internet Archive.


[2] Eylül 1965’te askeri çevrelerden gelen her türlü muhalefete rağmen bir avukat olan Bazzaz hükümeti işbaşına geçmişti. Bazzaz hükümetinin sivil yönetime geçiş ve ordunun etsisini azaltma planları emperyalistlerin hiç işine gelmiyordu.


[3] E. O'Ballance. a.g.e., s. 199. İngiliz yazarın aktardığına, bize emperyalistlerin Irak'ta sürekli olarak "Kürt" kartını oynadıklarını gösteriyor: "Ülkede birçok general ve askeri bağlantıları olan siyasetlerin etkinliğinin sürdürülmesi, orduyu ülkede önemli bir faktör haline getirme, yüksek bir askeri bütçe gerekliliğini sürdürme için, Kürtlerle savaşı iyi bir mazeret olarak ileri sürmeleri" tümüyle emperyalist amaçlara yöneliktir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder