1 Şubat 2010 Pazartesi

Mollalar Rejiminin Çağdaş Yolculuğu



"Dünya bir lâşedir, onu isteyen köpektir" diyen Tasavvuf anlayışı, giderek evrimleşti ve şimdi üstelik bu lâşeye bile tenezzül edip mazlum rolleri ile dünyanın en büyük nimetine kondu. Ama bu dinci muhafazakâr yönetimin çevresinde oluşturulan Kadiriye, Rafaiye, Bedeviye, Dussukiye ve daha birçok tarikat çemberinden sıyrılarak bir adım öne geçen M. Bahuddin Nakşibent’in tarikatını bu nimetin paylaşımında yaşanacak zorluklar bekliyor.

Tarikatlar geleneksel sosyal güvenlik kurumları niteliğini taşıyan güçlü mekanizmalar oluşturarak asırlar boyu Türk İslam toplum yaşamında vazgeçilmez bir konuma sahip oldu. Zamanla şeyh-mürit ilişkisi “patron-çırak” ilişkisine dönüştürülerek gelenek modern çağlara uyduruldu.

Türk-İslam yaşam tarzına özgü bu durum, geleneği zorlayan “ideolojik” yapıdaki tarikatlar söz konusu olduğunda önemli farklılıklar gösterir. Bu tip tarikatlar, toplumsal yaşamı İslam esaslara göre yorumlamakta, bunu sağlamak için de tarikat bağlantısını ideolojik temelde örgütlemektedirler.

Kolayca anlaşılacağı gibi, ideolojik tarikatlar, bu amaçlarını modern yaşama uygun dönüşümlerle sürdürme için büyük gayret içindeler. Ayakta kalabilmeleri için tarikat adına ekonomik faaliyetler oluşturmayı ve müritlerinin beklentilerine yönelik toplumsal ve ekonomik ilişkiler düzenlemeye çalışmaktalar.

Kuşkusuz bu ekonomik yapılanma, çok farklı becerileri öne çıkarmakta ve tarikatlar arasında ayakta kalma mücadelesi giderek ekonomik alanda rekabete dönüşmektedir. Bu çaba içinde de kimi ideolojik tarikatlar öne çıkmakta, örneğin, yukarıda belirtiler tarikatlar arasında bazıları giderek etkilerini yitirirken, Nakşibendî, Süleymancı, vs. gibi tarikatlar öne çıkmaktadır.

İslam'ı yeniden üretme

İslam, geleneksel toplumlarda ideoloji işlevi görmekteydi. Ama modern toplumlarda bunun yerine piyasa ilişkileri ve bu şekilde oluşturulan ekonomik güce dayalı ideoloji alınca İslam’ın bu yeni koşullara göre yeniden üretilmesi kaçınılmaz oldu.

Üstelik yeniden üretilmesi gereken İslam, ilk defa ortaya atıldığında olduğundan çok daha karmaşık bir toplum yapısını hedef alacak şekilde tasarlanmalıydı. İslam’ı kucaklayan alt orta ve üst orta tabakalar arasında Türkiye’de çok belirgin ekonomik güç ve sınıfsal değer faklılıkları bulunmaktaydı. Belki bunu yapmak kolay olabilirdi; ama bunda bir başka güçlük de artık İslam’ın ilk doğuşu ile kıyaslandığında çok başlı bir yapı kazanmış olmasıydı. Yeniden üretme, somut temellere dayanmalıydı; oysa şimdi aynı taban üzerinde faaliyet gösteren çok sayıda tarikat vardı.

Endişe duyulan bir başka husus, İslam yaşam tarzını giderek gelişen ve insanları cezbeden modern yaşam ile uyumlaştırma zorunluluğu idi. İslam, geleneksel olarak yeniliğe "din dışı” yaklaşımı ile karşı çıkmıştı. Ama şimdi bunu yapmak mümkün olmazdı. Bir zamanlar matbaaya sadece din dışı kitap basma koşulu ile izin verilmişti. Şimdi ise, İslami edebiyat günümüzde çok yaygın bir sektör haline dönüşebilmiştir. Daha yakın bir zamanda, fotoğraf konusunda anlaşmazlığa düşen İslam liderleri, şimdi görüntülü medya araçlarını en yaygın olarak kullananlar oldular. Bir zamanlar teknik gelişmeleri inatla reddeden dinciler şimdi onu yaygın olarak kullanan kesim olarak tanınıyorlar.

Bu durum, sadece edebiyat ve sanat gibi biçimsel sosyal etkinliklerle sınırlı kalmıyor. Artık İslam, popülist kültür yanı sıra, geleneksel radikal anlayışın sergilendiği tarzda “etkinliklerin” altına imza atarak kendi İslami anlayışı gündelik yaşama da sokmayı tasarlıyor. Bu bağlamda, yeni bir pop-İslam yaşam tarzının ortaya çıktığı görülüyor.

İslam'ın gündelik yaşam biçimi olarak kendini ifade etmesi, aynı zamanda geleneksel dini “ritüellerin” yaygınlaştırılması için de büyük bir fırsat. Bu durum, başta türban olmak üzere, alışılmış türbanlı İslami giyinişe uygun giysilerin tanıtımıyla ilk defa moda dünyasında başlatıldı. Türban defilelerini, onu bütünleyen ve uzun etekli, uzun kollu kapalı elbise, pardösü, vs. gibi tekstil ana ve aksesuar malzemeleri ile sürdürüldü. Salt İslami tekstile yönelik ticaret dünyası oluştu.

Sesini duyuramamanın verdiği sıkıntıyı bir nebze kitap fuarları ile atmaya çalışan radikal kesime öykünen İslami basın yayın dünyası, onları aratmayacak içerik ve katılımcı sayısı ile kitap fuarları düzenliyor ve “Kuran’ın yorumu", din kuralları kitabı “ilmihal” satışları rekor düzeyde gerçekleştiriliyor.

Türbanlı, ama spor, abiye ve günlük olmak üzere her koşula uyan kılık kıyafetleri ile “modern” İslami tarza uygun “pop-müslüman gençlik” on binleri aşan İslami-popçuları konserlerinde alabildiğine coşuyorlar.

Allah’ın Düzeni

"Lâşe” bir yana, artık dünya nimetlerinden yararlanma yolunda işi çok sıkı tutarak dünyanın tepesine yerleşmeyi hedefleyen İslam, Türkiye’de iktidardaki hâkimiyetini giderek pekiştirmekle bu doğrultuda önemli bir mesafe almış oldu. Emperyalizmin çıkış yolu olarak medeniyetler çatışması ile kışkırtılan İslam'ın değil Türkiye’de Cumhuriyetin tüm kurum ve kuruluşlarına göz dikmeye cüret etmesi, Allah’ın düzenini tüm dünya çapında oluşturmayı hedeflemiş bulunuyor.

İslami fanatizm, öteden beri propagandasını böyle bir karşı karşıya gelme üzerine temellendirmekteydi. Ama şimdi bu Allah’a inananların yanı sıra, Allah’ın yolundan gitmeyi kendine yaşam tarzı seçmiş olan ve kendini “Dinci” olarak değerlendirenlerin de paylaştığı bir durum haline geldi. Gerçekten, medeniyetler çatışması olgusundan söz edilmesi bunun çoktandır bir gerçeklik olarak ortaya çıktığını gösteriyor.

Artık cihat çağrıları, “sokaktaki” sıradan Müslümanların söylediği biçimde, Allahın Düzeni olarak tanımlanan bir hedefi öngörüyor. Bu da Müslümanları savaşa çağıran emperyalistlerin Yeni Dünya Düzeni hedefine karşılık geliyor ve tüm dünyada İslam'ı yerleştirmeyi hedefliyor.

İnanç ve ideoloji

Kuşku yok ki, böyle bir hedef için, ilk önce Türkiye’de karşılaşılan pürüzleri gidermek gerekiyor. O nedenle, İslam düzeninin tam olarak yerleştirilmesi gerekiyor ve bunun için hala daha girilememiş devlet kurumlarının ele geçirilmesi gerekiyor.

Ama dünya çapında yeni düzenin kurulması çabası içinde sırıtan çelişkili durum ile olduğu gibi, Türkiye’de de iktidarı onun tüm kurumları ile ele geçirerek bir Molla yönetimi oluşturulması ciddi sorunlara gebe.

Bilindiği gibi, emperyalist ülkeler, 2. dünya savaşından sonra sınırlarını genişleterek bir dünya sistemi olarak ortaya çıkan sosyalizmi kuşatmak için oluşturduğu Demirperde işe yaramayınca, bu sefer sosyalist ideolojinin yayılmasını “Yeşil Kuşak” ile çevrelemiş ve bunda başarılı olmuştu. Ama işte şimdi yeşil ideoloji emperyalizmi hedef alınca ona karşı “Haçlı Seferi” başlatıyordu.

Kuşkusuz inanç ve ideoloji birbirine yakın olgular olmasına karşın, aralarındaki ince ayrıntı temel bir farklılığa yol açıyor. İlki mistik, ikincisi ise elle tutulur somut gerçeklik ile ilişkili. İlki rasyonel olduğu ölçüde zayıflıyor, ikincisi ise bunun tersine güçleniyor. İnanç ideolojiye dönüştürüldüğü ölçüde rasyonel olmaya yüz tutuyor ve giderek ideolojiye teslim oluyor.

Gerek dünya düzeni olarak ve gerekse Türkiye’de oluşturulmaya çalışan Molla düzeninin bağrında bu çelişki yatıyor. Allah inancı bir dünya veya toplum düzeni yapılmaya çalışıldığında ve ona rasyonel kılıf giydirilmeye kalkındığında, gerçeklik duvarı ile karşı karşıya kalıyor ve gülünç duruma düşüyor.

İktidar nimetlerinden yararlanma

Ekonomik sektör ayrımı yapılmaksızın, tüm tarikatların Molla iktidarı nimetlerinden yararlanma için büyük bir yarışa girdiği görülüyor. Yeni Molla iktidarı döneminde bu yarışın daha da hızlanması bekleniyor. Aynı dinden ve mezhepten olan insanların oluşturduğu farklı tarikatlar, giderek somutlaşan toplum düzeninde pay almaya kalktıkça karşı karşıya geliyorlar.

Bu nimetlerin başında, tarikat vakıfları için sağlanan vergi muafiyeti en ön sırada geliyor. Bilindiği gibi, Eylül 2003 tarihi itibarı ile vakıf kuruluşları için sağlanan vergi muafiyetleri yeniden düzenledi. Muafiyetten yararlanma, vakfın sağlık, sosyal yardım, eğitim, vs. gibi sosyal amaçlı faaliyetlerde bulunması koşuluna bağlanıyor. Ama yasanın getirdiği muğlâk tanımlama, uygulamada idareyi neredeyse mutlak bir keyfi tercih yapabilmesini sağlıyor.

Muafiyet sağlayan vakıf, katma değer, veraset ve intikal, emlak, dahil, pratik olarak kurumların tabi olduğu her türlü vergiden kurtulmuş oluyor ki, bu gerçekten büyük bir maddi olanak.

5284 sayılı yasada Ocak 2004’te yapılan bir değişiklik ile fakirlere yardım faaliyetlerinde bulunan kuruluşlara yapılan bağışlar vergi dışı tutuldu. Buna göre, bir şekilde tüzüğüne yardım amacı ekleyen kuruluşlar bu vergi muafiyetinden yararlanabilecek.

Şimdi her tarafta vakıf kisvesi altında faaliyet gösteren ve doğrudan parasal yardım toplayan kuruluşların mantar gibi bittiği görülüyor. Bu tür kuruluşlar hakkında ileri sürülen suiistimal iddialarının ardı arkası kesilmiyor.

Yetkililer, en yetkili ağızdan yaptıkları açıklamalar ile "kamu yararı” görülen ve muafiyet sağlanan 18 vakıf ve dernek olduğunu söylerken, Gelirler İdaresi Başkanlığı’na göre bu tür kuruluşların sayısı 236. Aralarında İslami ilimler, Vakfı, İnanç Vakfı gibi, niyetleri açık olarak belirtilmiş olanlar yanı sıra, İlim Yayma Vakfı gibi tescilli olan vakıflar da bulunuyor.

Tarikatlar ve ekonomik sektörler

Alçakgönüllü inanç ve itikada bağlı tarikatlar yüz yıllar boyunca dönüşüm geçirerek artık örneğin, MÜSİAD çatısı altında bir araya gelen bir ekonomik güce ulaştılar. Şimdi karşılaşılan sorunlar ve çelişkiler de o ölçüde karmaşık ve kapsamlı olarak ortaya çıkıyor. Çelişkilerin bizatihi bu gelişme süreci ve yaşanan dönüşüm ile bağlantılı.

Tarikatlar ekonomik girişimi başlattıklarında, küçük ve orta sermaye niteliğinde yola koyuldular. Kuşkusuz tarikat sermayesi çoğunlukla bu niteliğini korudu, ama içlerinden bazıları atak yaparak büyük sermayeye katıldılar.

Aynı dönüşüm süreci, siyasi alanda da kendini gösterdi. Dinci ideoloji, küçük ve orta sermaye ile yola çıkan, ama daha sonra büyüyerek Anadolu sermayesi olarak tanımlanan kesimin temsilciliğini yapan Erbakan'dan çekerek artık tercihini açık bir biçimde büyük sermayeden yana koyan ve onların temsilcisi niteliğine dönüşen Erdoğan'a evrim gösterdi. Çelişkinin temeli de burada yatıyor.

Bu çelişkinin temel bir zıtlık içinde olduğunu söylemek mümkün değil kuşkusuz. Ama yabana da atılmaz. En azından çok kapsamlı talepler konusunda kendisini gösteriyor. Örneğin, enerji maliyetleri, girdi maliyetleri. Faiz oranları. Vergi indirimi oranları. Bunlar artık günümüzde bir ekonomik kuruluşun ayakta kalıp kalmamasını belirleyecek temel kıstaslar ve bu bakımdan hayati öneme sahipler.

Faiz oranlarını yüksek tutup Türkiye pazarını tümüyle uluslararası sermayenin hizmetine veren hükümet, esas olarak üretim sanayisinde yoğunlaşmış ve reel sektör olarak tanımlanan kesimden büyük tepki çekiyor. Üretim faaliyetleri büyük ölçüde kredi kaynakları gerektiriyor. Faizlerin yüksek tutulması, bu kesimin belini büküyor.

Israrlı bir ağır sanayileşme politikası savunarak bir anlamda "kendi kendine yeterlilik" anlayışı doğrultusunda Anadolu sermayesi temsilciliğinden sınıf atlanarak uluslararası sermayenin temsilciliğine geçildi. Hiç kuşku yok ki bu kaçınılmaz bir durum, ama çok daha ciddi zıtlıkları da bağrında taşıyor.

Dinci oligarşi

Burjuvazinin en başta dışladığı dini söylemlere yeniden sarılması ise anlaşılır bir durum; ancak onu toplum ideolojisine dönüştürmesi söz konusu olamaz. Bugün "dinci" olarak değerlendirilen veya dinin giderek yaygınlık kazandığı ülkelere yakından bakıldığında, bu gelişmenin toplumun maddi güce dayalı egemen sınıf yapısında hiç bir değişikliğe yol açmadığı anlaşılacaktır. En bağnaz ülkelerde bile, din egemen ideolojinin çok sayıda bileşenlerinden sadece biridir ve hiç bir zaman bunun ötesine geçemez.

Vatikan, muazzam bir kapitalist ilişkileri olan devlettir. Son zamanlarda İslam'ın yükselişinin arkasında kitlelerin dini duygulara giderek yakınlık duymaya başlaması değil, Suudi sermayesi yatmaktadır.

Dinci ideoloji bir bütün olarak feodal toplumun çimentosu olmuş ve egemen sınıf için gücün kaynağı niteliğini kazanmıştı, ama bu durum, onun yerine geçen kapitalist toplum için hiç de esin kaynağı olmadı demek değil. Kapitalist sistem, gerçekte ilk ortaya çıkışını dine karşı tavır olarak ortaya koymuş ve dinci bağnaz geleneği parçalamak amacıyla dinde reformu uygulamaya sokmuştu. Fakat bu onun güçten azat edilmiş de olsa, din olgusunu çöpe atmasını gerektirmiyordu.

Din, kapitalist toplumun altyapısını oluşturmuyor idiyse de, onun üst yapısı, yani sermayenin egemenliğinin bileşenlerinden biri olmayı her zaman sürdürmüştü. Doğuda ve Batıda, günümüzdeki gibi hezeyana varan ölçüde olmasa bile, din kapitalist sistemin üstyapısını oluşturan ideolojisinin bir parçası olmayı her zaman sürdürdü.

Ne var ki, günümüzde artık bir dünya sistemi haline gelmesine karşın her zamankinden daha zor durumda kalan kapitalizm, gerek metropol ülkelerde, gerekse periferide, yani gerek zengin Avrupa ve ABD'de ve gerekse fakir ülkelerde giderek daha fazla esas olarak “laik” olarak nitelendirilebilecek kapitalist ideolojinin içinde yükselme eğilimine girdi.

Zaten, güçten ve iktidardan düşürülmüş olsa da dinin afyon olarak kullanılmayı çağlar boyunca sürdürüldüğü ortada.

Çok uzağa gitmeye gerek yok. Avrupa demokrasilerinde (!) yaygın olarak tanık olunuyor. Avrupa'nın gerçekte bir Hıristiyan Birliği olduğu ortaya çıktı. Vatikan, bunun özde olduğu gibi, biçimsel olarak da hayata geçirilmesi için var gücü ile çalışıyor. Yeniden yazılmaya çalışılan Avrupa Anayasa'sı girişinde Hıristiyanlığa atıf yapılarak bunun ilk adımı atılacak.

Medeniyetler çatışması, dini temellerde Hıristiyan-Müslüman zıtlığı olarak sergileniyor.

Bu durum Dinci Oligarşi olarak tanımlanabilir; ama bu Oligarşi kavramı ile olduğu gibi, kapitalist toplumun hakim sınıf ve sömürülen sınıf yapısını gizlemeye çalışan bir tanımlama olan Oligarşi kavramı için ilave açıklık sağlamaz.

Oligarşi denen hakim çevreler, gizemli, mistik veya ruhani bir güç değil. Tam tersine, bizim gibi sıradan insanlar olan ve kapitalist sistem içinde hakim sınıfı oluşturan, adına “resmi” söylemde burjuvazi dediğimiz kapitalist, sermayedar, para babası veya patron diye tanımlanan insanlar. Bu insanların hiçbir özgün, farklı veya onları sıradan insanlardan, işçi, memur, öğretmen, asker vs. ayıran bir ekstra vasıfları yok. Sadece kapitalist ilişki içinde hakim kesimi oluşturmaları, sahip oldukları parasal güçten kaynaklanıyor. Bir başka güçten değil.

Oligarşi denen patronlar sınıfının güç kaynağı, eskiden olduğu gibi bir tarikat şeyhi, imam, yada bugün olduğu gibi, asker veya polis gibi resmi veya mafya, çete gibi gayrı resmi silahlı güce sahip olanlar hiç değil.

Oligarşi tanımı ile sadece parasal (yani sermaye ve üretim araçları sahipleri) güce sahip patronlar (sermaye sahibi, kapitalist, burjuvazi) güce sahip olanlar anlaşılacaksa, o zaman illa bu tanımı kullanmada ısrar neden? Üstelik Dinci Oligarşi tanımı yaparak bu kapalılığa bir de karışıklık eklemek neden? Paranın dini olduğu nerede görülmüş?

Günümüzde, özellikle ekonomik gelişmişlik düzeyi açısından yaşanan sıkıntıların insanları geleneklerine bağlı kılmaya ittiği İslam dünyasında tarikat şeyhleri, vs. gibi dini liderlerin hükmü, ancak onların sermaye sahipliliği ölçüsünde olabiliyor.

Zaten bu nedenle, Türkiye’de örneğin o kadar çok sayıdaki tarikatlar arasında, ekonomik güç sahibi olanlar öne çıkıyor ve etkilerini genişletebiliyorlar. Bu nedenle dünya nimetlerine her zamankinden daha fazla ilgi duyuyorlar ve yoğun bir biçimde zenginleşmek için ellerinden gelen çabayı gösteriyorlar.

Günümüzde hakim tek güç para, sermaye. Bunun dışında dini, askeri, polisiye, vs. güçler ikinci planda kalıyor. Kuşkusuz hiç yok değil, ama sermaye dışındaki güçler ancak sermayenin gücünü tamamlayan, onu destekleyen ikincil güçler.

ABD, İslam’a karşı savaş açtı. ABD’li şahinler, İslam’a karşı Haçlı Seferleri başlattı. Bu tür seferler, din uğruna ve din güdüsü ile değil, ama emperyalistlerin sahip olduğu tahrip gücü muazzam düzeylere çıkan ve hepsi de ekonomik güç ile elde edilebilen silahlarla düzenleniyor. Belki de ana amaç, ABD’de silah sanayisine yeni piyasa olanakları sağlamak. Haçlı seferleri ile amaç Hıristiyanlık dinini yaymak değil, emperyalist sömürüyü gerçekleştirmek.

Oligarşinin, eğer sermaye düzenini illa oligarşi diye tanımlamak gerekiyorsa, dinci olanı, din “sömürüsü” falan yapmıyor. Din “sömürüsü” kimsenin karnını doyurmaz, yeter ki gerçek sömürüyü kolaylaştırmak, gizlemek, yani sermaye sömürüsüne katkıda bulunmak için kullanılmamışsa. O zaman Dinci Oligarşi bize hiçbir şey anlatmaz.

Dinin bizde yada ABD’de veya diğer bazı ülkelerde yükselmesi, hiçbir şekilde yeni bir durum değil. Din eğer tehlike ise (kuşkusuz, sermaye sömürüsüne yardım ve yataklık eden her şey tehlikelidir), bu tehlike her zaman vardı. Hiç kuşku yok ki, “laikler” olarak tanımlaman kesimin varlığı böyle bir tehlikenin bertaraf edilmesi için hiçbir zaman bir güvence olamaz. Çünkü onların da sermayenin sömürüsüne dur demedikleri ortada. Tersine, laikler sermaye sömürüsü içinde olanlar veya bu sömürüden pay alma yarışında olanlardan oluşuyor.

Laiklerin din konusunda haklı olduğu bir yan var ise, o da dinci anlayışın yükselmesinin zamanla farklı dinci anlayışlar arasındaki zıtlıkların ve çelişkilerin derinleşmesi ile, ulusun bütünlüğünün giderek din temelinde zedelenecek olması.

Aynen Irak ile olduğu gibi. Orada da bizdeki Hanefi-Alevi iki başlı din anlayışı var. Bu tüm ülkeyi çok ciddi bir kırılma noktasına getirebilir ki, bu hiç de istenilecek bir durum değil.

Dini ritüellerin modern dünyamızda bilimsel rasyonellik ile giderek daha fazla zıtlık içinde olduğu biliniyor. Gençlere dini eğitim verilmesi ve dinin benimsetilmesi giderek zorlaşıyor. Çünkü günümüz dünyasında rasyonel bilgi geçerli oluyor. Çocuk ve genç insan, “neden” sorusunu soruyor.

Bu durum, dini eğitimde rasyonel olmayan unsurların kullanılmasını zorunlu kılıyor. Bunların başında da, ezber geliyor. Bu ezberi bozan farklı anlayış içeren inanışlar batıl olarak ilan ediliyor. Aleviliğin Yahudilikten daha tehlikeli olduğu inancı din eğitiminde böyle bir akıl dışı yöntem izleme zorunluluğundan kaynaklanıyor. Alevilikte din büyüklerinin farklı bir gözle bakılması çok tehlikeli kabul ediliyor. Zira bu durum, din eğitiminde akılcı ve eleştirel bir yaklaşıma yol açabilir ki, temelde tüm dini bütünlük sarsılabilir.

Laiklerin bu endişesi ne kadar haklıysa, dincilerin de kendilerine göre o denli haklı gerekçeleri var kapitalist sistemi ayakta tutmak için. Bu nedenledir ki, burjuvazinin her kesimden temsilcileri AKP ve onun liderlerine adeta tapıyorlar. Laiklerin ulusal bütünlüğün zedelenmesi uyarılarına kulak tıkıyorlar.

1 yorum: