13 Nisan 2011 Çarşamba

Küresel Sermaye ve Bütünleşik Hegemonya – II

İşçi Davası’nın Şubat 2011 sayısında, Gramscici bütünleşik hegemonya olgusu ele alınmış ve sermayenin uluslararasılaşmasının sonuçları üzerinde durulmuştu. Bu bağlamda bu sürecinin aynı zamanda küresel bütünleşik hegemonya olarak ortaya çıktığı söylenmişti.[i] Öte yandan, Marksist anlayışa uygun olarak, "tarih boyunca üretim güçlerinin kendisine denk düşen üretim ilişkileri içine girdiği” gerçeğinden hareketle, bu oluşum sonucu ortaya çıkan küresel egemen blok hakim sınıf olarak adlandırılmış olsa bile, bunun karşısında sınıf hareketinde uluslar-üstü nitelik kazanacak bir bütünleşmenin olmadığı söylenmiş; işçi sınıfının böyle bir bütünleşmesi bir yana, tersine ulus ölçeğinde bile parçalanmakta olduğu söylenmişti

Küreselleşme sürecinde üzerinde durulmaya değer sonuçlara varıyor olsa da, Gramscici yaklaşımın biçimci niteliği emek cephesi için değil, ama aynı zamanda bütünleşerek yeni bir aşamaya karşılık geldiği ileri sürülen sermaye cephesi için de geçerli. Gramsci’den sonra Althusser tarafından geliştirilen devletin ideolojik aygıtları[ii] anlayışı ile sergilendiği gibi, burjuva egemenliği kurumlar, sosyal ilişkiler ve ideoloji aracılığı ile sürdürülür. O halde, bu ilişkilerin ulus ölçeğinden uluslar üstü düzeye nasıl çıkartıldığını ve eğer hakim sınıf olarak böyle bir ulus üstü egemen blok varsa, bunun somut olarak nasıl oluşturulduğuna bakmak gerekiyor.

Ayrıntılara girmeden önce, iki husus üzerinde durmak gerekiyor. Bunlardan birincisi, emperyal gücün sadece ve sadece kar ve aşırı kar amacıyla mal ve sermaye ihracı aracılığı ile yürüttüğü küreselleşme öncesi dönemde de uluslararası sermayeden söz edilebiliyordu. Bu dönemde merkez ülkelerde sermaye ulusal pazarlar olduğu kadar, uluslararası pazarda da faaliyet göstermekteydi.

Ancak yağmacı sömürgecilik dönemi geride kaldı. Uluslararası sermaye şimdi küreselleşme döneminde merkezden çevreye doğru iç içe geçmiş bir sermaye ağı ile küresel egemenliğini sadece pazar değil, aynı zamanda başta işgücü, hammadde ve enerji kaynakları olmak üzere, çok yönlü geliştirilen jeopolitik stratejilere temellendirerek yürütmekte. Bu egemenliğini, deyim yerindeyse, tek tek ulusal sınırlar içinde yer alan sermaye çevreleri ile oluşturduğu “egemen blok” aracılığı ile oluşturmakta.

İkincisi, sermayenin günümüzdeki bu süreci, salt uluslar üstü şirketler veya ülkeye aracısız gelen yabancı sermaye yatırımı ile sağlanıyor olduğu sanılmamalı. Özellikle sosyalist sistemin yıkılması ve ardından küresel sermaye egemenliğinde tek kutuplu dünya sonrasında, küreselleşme ile emeğin uluslararası işbölümünün ile birlikte ele alınması gerekiyor. Dahası, bu işbölümünün farklı sermaye grupları arasında bir karşı karşıya gelme veya dayatma biçiminde değil, ama giderek ulusal ve uluslararası sermaye arasında tam bir bütünleşmeye yol açan gönüllü rol paylaşım biçiminde olduğu kabul edilmelidir.

Bu açıdan bakıldığına, daha önce emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin geride kaldığını belirtmek gerekiyor. Her iki dünya savaşını tetikleyen böyle bir çelişkinin kapitalist sistem için ne ölçüde yıkıcı sonuçlara yol açtığı anlaşıldı. Bu bunalımın aşılması için elbirliği yapılması gerektiği ortaya çıktı. Herkesin çıkarına olanın, farklı sermaye grupları arasında dayanışma ve yakınlaşma sonucunda engellerin aşılması ve güç birliğine gidilmesi olduğu konusunda tam bir uzlaşma sağlandı.

Ama kapitalist ülkelerin dünya savaşları döneminin ardından aralarında küreselleşme ile sonlanan bütünleşme arayışına kendi iradeleri ile değil, ama buna mecbur kaldıkları için girmişlerdi. Avrupa savaş sonrası tam bir çöküntü içindeydi. Savaş sonunda kimin galip, kimin mağlup olduğu belli değildi. Ama belli olan bir şey vardıysa, o da savaşa yol açan nedenler ve onun çevresinde tümüyle kapitalist dünyaya ait değerlerin birer birer çökmesiydi. Savaşta en büyük darbeyi yiyen Sovyetler Birliği, şimdi artık çevresini kuşatan diğer sosyalist ülkelerle birlikte, savaştan tek galip çıkan taraf gibi görünmekteydi.

İttifak ve itilaf devletleri olarak iki kamp içinde yer alan emperyalist ülkeler arası rekabetin her iki kampı da uçurumun ve yok oluşun eşiğine getiren dünya savaşına yol açacak düzeyde derinleşmesi boşuna değildi. Dünyada “başına buyruk” birden fazla emperyalist odağın bir arada bulunmasının mümkün olmadığı ortaya çıktı.

Sermaye birikimi ve sonrası

ABD sayesinde kapitalist sistem yıkılmaktan kurtulmuştu, ama bu her zaman böyle olmayabilirdi. Neredeyse herkesin kaybettiği bir dünya savaşına bir kez daha yol açılmaması için elden gelen her çaba gösterildi. Hiç akla gelmeyecek Keynesçi uygulamalar ile kapitalizmin kurtarılması ve yükselen komünizm “tehlikesi” karşısında ayakta kalabilmesi için tarafların olağanüstü çaba göstermeleri sağlandı. İlgili taraflar böylesi bir felaketin bir daha yaşanmaması için gerekli bütün katkıları ve fedakârlıkları göze aldı ve piyasa ekonomisine kesin hatlarla müdahaleleri içeren Keynesçi sosyal devlet politikaları kurumsallaştırıldı.

Ama yine de, küreselleşme sürecinde her şeyin güllük gülistanlık olmadığını da bilmek gerekiyor. Sovyetlerin yıkılmasının ardından hız kazanan küresel egemenliğin içinde çok çeşitli “uç” odaklar olduğu gibi, merkezi egemen "odağın” da tüm küresel süreci sorunsuz bir biçimde yönetecek kapasitede olmadığı ortaya çıktı. Kimi zaman karizmatik liderliğin aşırılığı, kimi zaman da hammadde ve enerji kaynaklarına erişimde yaşanan çekişmelerin sonucu çıkan sürtüşmeler zaman zaman ciddi karşıtlıkları da beraberinde getirdi.

Yakın zamanda enerji kaynaklarının denetimi için tırmandırılan karşıtlıkların, küreselleşme sürecini ciddi biçimde baltaladığı ileri sürülüyor. Son olarak süper güç ABD’nin jeopolitik stratejilerini uygulamada sınır tanımaması ile gelinen noktada, oluşturulan kapitalist bloğun çatladığı ve gelişmelerin hızla yeni bir soğuk savaşa doğru sürüklendiğini söyleyenler var.

Böyle bir çatlağın varit olduğu ve bunun kimi yerde ciddi bölgesel çatışmalara ve gerginliklere de yol açabileceği mümkün ama küreselleşme sürecinin geri dönülemez olduğunu görmek gerek. Bu sermayenin bir yazgısı. Bundan kaçınmak mümkün değil. Her ne pahasına bu sürecin tüm küresel alanları içine alacak biçimde geliştirilmesi ve bunun için her türlü maliyetin göze alınması gerek. Çünkü sürecin dinamiğini sermayenin kendini yenileme kaygısı oluşturuyor. Her ne pahasına olursa olsun, bunun kesintiye uğratılmaması gerek. Bunun için küresel egemen blok her şeyi göze almak zorunda. Sermaye için yaşanan sorunlar, önceki dönemde olduğundan çok daha ciddi.

Yakın dönemde sermaye birikimi öylesine fazla ki, bu kadar büyük sermayenin çevrilmesi için sadece geleneksel tedbirleri; yani hammadde ve enerji kaynaklarında küresel hâkimiyet kurmak, sermaye ürünlerine küresel pazar oluşturmak, işçi sınıfı ile öteden beri sürdürdüğü toplumsal uzlaşmayı rafa kaldırmak ve işçilik maliyetlerini en düşük düzeye getirmek için ücretleri baskılamak ve sosyal hakları yok etmek yeterli olmuyor. Aynı zamanda uluslararası işbölümünü olabilecek en kapsamlı biçimde sağlamak amacıyla, emperyalist gücün sahip olduğu küresel baskı araçları aracılığı ile ulusal ekonomileri tam anlamıyla güdümüne almak kaçınılmaz görünüyor. Bu bağlamda Gramsci’nin bütünleşik hegemonya kavramı önem kazanıyor.

Enerji ve hammadde kaynaklarının denetimi için Afganistan ve Irak’ta bilânçosu çok ağır katliamlar yürütülmesi yetmedi. Uluslararası işbölümüne en uç noktaya getirmek amacıyla, tek tek her bir bölge ve ülkede ulusal ve bölgesel ekonomiler için biçtiği rolleri benimsetmek doğrultusunda geliştirilen jeopolitik stratejiler yürürlüğe konmakta. Bunun için Avrasya’ya hâkimiyet sağlamak; Ortadoğu’yu tümüyle çember içine alarak burayı bölgesel güçlerin bloğuna emanet etmek, Avrupa’da medeniyetler çatışması kisvesi altında Hıristiyan boyunduruğu takmak, Doğu Avrupa ülkelerini uydulaştırmak ve Avrupa ve Asya sahillerinde her türlü bölgesel egemenliği tesis edecek mevziler oluşturmak amaçlanmakta.

Bu amaç doğrultusunda ilk başta Rusya olmak üzere, şer ekseni olarak ilan edilen İran, K. Kore gibi ülkelerin soğuk savaş dönemini aratmayacak biçimde kuşatılması hedefleniyor. Bunun için Rusya’yı çevreleyen ülkelerde birinci sınıf vurucu güçlerle donatılmış askeri üsler ve füze rampaları yerleştiriliyor. Tüm Rusya ve Çin’de ulusal bütünlüğü torpilleyecek etnik aykırılıklar NATO bombardımanları aracılığı ile yürürlüğe sokuluyor. Avrasya bölgesinde yer alan başta Türkiye olmak üzere, tüm devletlerin haritaları, etnik minyatür devletler oluşturulacak şekilde yeniden düzenleniyor ve İsrail ve topraklarında U-2 casus uçaklarının üslendiği 10 bine yakın askeri ve sivil personel bulunan Kıbrıs Rum Kesimi benzeri yeni devletler oluşturuluyor.--

Küreselleşme sürecinin sorunları

Sovyetler Birliği ve sosyalist devletlerin dağılma sürecinin de tamamlanması ile hız kazanmış görünen küreselleşmenin yakın zamanlarda bazı sorunlarla karşılaştığı görülüyor. Yeni bin yıla giriş ile daha da belirgin biçimde gözlenen bu süreç, yaşanan küresel ekonomik bunalım ile kendini iyice belli ediyor. Kapitalizmin onulmaz yarası olan kendini yeniden üretmek ve daha fazla yatırım alanları ve yeni pazarlar bulmak için her zamankinden daha fazla sabırsızlanan finans sermayesi, sınır tanımaksızın ulusal ekonomilere girerek orada tehlikeli boyutlara varabilecek çalkantılara yol açılıyor. Bu durum, finans sermayesi biçiminde oraya çıkan ve küresel düzeyde esneklik ve hareketlilik kazanan uluslararası sermeye, ulusal düzeyde çok daha derin yaralara yol açıyor. Döviz spekülasyonları, bankerlik faaliyetleri ve portföy yatırımları ile kendini gösteren bu hareketlilik, ulus düzeyinde geçici olarak getirdiği rahatlığın ardından bir an içinde gerisinde enkaz bırakacak tehlikeli ilişkiler geliştiriyor.

Spekülatif nitelikte finans hareketliliğin ekonomilerde yarattığı bir başka sıkıntı, toplumda gelir farklılıklarında geleneksel dengesizliğin daha da çarpıcı hale gelmesi ile kendini gösteriyor. Gelir dağılımındaki dengesizlik artar ve bunun getirdiği kutuplaşma tehlikeli boyutlara ulaşırken, kendine yaşam alanları bulduğu çevre bölgelerinde küreselleşme onulmaz yaralara yol açıyor. Buradaki halkların yaşam koşullarını iyice zorlaştırırken, bu sefer tersine kendisi için güvenli liman oluşturacak bu olanağı da kendi elleri ile baltalamış ve yok etmiş oluyor.

Bu bağlamda küreselleşme sürecinde dikkate değer yol kazaları yaşandı. Bunlar arasında 1995 Meksika bunalımı, 1997 Asya Bunalımı gibi mevzi nitelikte, ama oldukça ciddi bunalımlar yanı sıra ve yeni bin yılın başında yılı başında yaşanan ve Türkiye’ye de derinden etkisi altına alan genel dünya bunalımından söz etmek gerekiyor.

Bu gelişmenin küreselleşme açısından en dikkate değer yanı, geleneksel Gramscici küresel egemen blok yaklaşımı ile ilgili. Bir kez daha yinelemekte fayda var. Bu kuram, küreselleşmenin yönlendirilmiş ve yönetilen bir süreç olduğu anlayışına dayanıyor ve böyle olduğunda da, küresel egemen bloktan söz edilebilir oluyor. Dünya çapında egemen böyle bir bloğun yönettiği küreselleşme süreci ile eşdeğer nitelikte küresel bir sömürü sistemi yürürlükte oluyor.

Oysa yakın bir döneme geriye dönüp bakıldığında, bu küreselleşmenin de kendine özgü sorunları olduğu, yaşanan bu sorunların başlangıçta yerel de olsa giderek küresel nitelik taşıyabilecek düzeyde yaygınlaştığına tanık olunuyor. Gerçekten de, küreselleşmede sorunların yaşanması ile birlikte yerel düzeyde gözlenen bir iki kıpırdanmanın ardından şimdi bu sorunların yeni bin yıl ve sonrasında en alt noktalara ulaşan ekonomik durgunluk ile birlikte bunalım sürecin de küresel nitelik kazandığı görülüyor.

Siyasi katılım tam bir dağınıklık sergiliyor ve sendikal örgütlülüğü hiç olmayacak düzeyde parçalanmış bile olsa, işçi sınıfı dünyanın dört bir köşesinde sermayeye karşı bölük pörçük ama yükselen direnişini izlemek mümkün. İlk bakışta küresel bütünleşik sermayenin canlılığını hep koruyan işçi sınıfı hareketine karşı ne ölçüde büyük başarı elde ettiğini gösteriyorsa da, aynı zamanda da umutların hiçbir zaman tükenmeyeceğini de çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Özellikle yakın zamanda metropol ülkelerde işçi sınıfı hakaretinin yoğunlaştığına tanık olunuyor. ABD’de ülkenin orta kuzey ve doğu kesimlerinde, işçi sınıfının yoğun olduğu bölgede sanki yüz yıllık süren bir uykudan uyarış gözleniyor. Sermayenin doğrudan saldırıya geçmesi sonucu bu hareketin yaygınlaşması muhtemel. İngiltere’de basın yayın organlarında pek yansımayan parçalı, ama biteviye sürüp giden bir kalkışma yaşanıyor. Avrupa’da kendini özellikle çevrede ülkeler; Yunanistan, İspanya ve Portekiz’de gösteren ciddi ve adeta günlük çalkalanmalar sürüp gidiyor. Böylesine yaygın olmasına karşın, bu muhalefetin de her zamankinden daha dağınık ve daha az siyasi öngörüler ve hedeflerle yönlendirildiği, ama çoğunlukla kendiliğinden ve günlük sorunlarla bağlantılı olarak ortaya çıktığı, bu bakımından da sermaye için her zamankinden daha fazla yönlendirilebilir ve yönetilebilir “zararsız” nitelikte olduğu düşünülebilir.

Ama bu muhalefetin her zamankinden daha somut temelleri olduğundan da söz etmek gerekiyor. İşsizlik de küreselleşti ve hiç olmadık düzeyde zengin fakir ayrımı yapmaksızın bütün ülkeleri içine alıyor. Sosyal devlet anlayışının öteden beri rafa kaldırılmış olması, geniş düşük ve orta gelirli kitlelerde tepkilere yol açıyor. Salt bu hedefe yönelik genel grevler tüm ülkelerde yaygınlık kazanmaya başladı. Öte yandan gelir dağılımında bozulma temposu, eskiden olduğu gibi bugün de hız kesmedi ve bunu telafi etmeye ve yumuşatmaya yönelik sosyal politikaların da rafa kaldırılması ile bütün ülkelerde farklı gelir grupları ve sınıflar arasında kutuplaşma her zamankinden daha fazla gündeme geldi.

Sermayenin küreselleşmesine inat, onun yarattığı sorunlar için olduğu gibi, buna karşı küresel hegemonya da küresel önlemlere yönelmekte gecikmiyor. Şimdi bu sürecin toplumun düşük ve orta gelirli kesimlerine açtığı yaraların sarılması yerine yükselen toplumsal muhalefetin bastırılması için küresel düzeyde bir baskı rejimine geçiş gözleniyor. 11 Eylül saldırıları ABD için öteden beri ülkede sürdürülen böylesi küresel militarist baskı rejiminin daha da pekiştirilmesi için bir vesile oluştururken, Batı ülkeleri de aynı polisiye tedbirleri hayata geçirmekte gecikmedi. Başta İngiltere ve onu izleyen Avrupa ülkelerinde komünist partileri yasaklamaya kadar cüret edebilen muhafazakâr, gerici ve yer yer faşist ve ırkçı politikalarla desteklenen yeni rejim arayışları gözleniyor.

Küreselleşme yeni bir aşama değil

Sonuç olarak gelinen noktada, küreselleşme ekonomik bunalımlarla at başı giderken, buna alternatif olarak baskı rejimlerinden başka bir seçenek çıkartılmadı. Bu süreç, uzun vadeli kalıcılık için bundan daha farklı bir toplumsal düzen bulup ortaya koyması gerekiyor. Çok denenen baskı rejimlerinin pek işe yaramadığı tarihsel bir gerçek. Bunun mutlaka dikkate alınması gerek.

Küreselleşmenin yakın zamanlarda içinde bulunduğu sürece bakıldığında daha da açık bir biçimde gözlenebilecek farklı bir tablo ile karşılaşılmaktadır. Bu süreç gelişmenin zaman içinde evrim geçirerek niteliksel bir dönüşüme yol açılması ve yeni bir olgu olarak ortaya çıkmasından çok denize düşen yılana sarılır gibi sermayenin egemen olduğu ulusal sınırların yok edilmesine boyun eğmeleri ve kendilerine dayatılan acı ilacı etmeyi kabul etmelerine benzemektedir. Artık sermaye hem kendi çiftçiğinde artık borusunu öttüremediği gibi el edilen toplam hâsıladan kendisine düşen yapı almakla yetinir hale gelmiştir.

Bu sonuca varmak için iki temel gerekçe gösterilebilir. Birincisi, küreselleşmenin ikili yanı ile bağlantılıdır. Küreselleşme süreci, bir taraftan işbölümünün ulusal ölçekten uluslararası ölçeğe geçişi ile kendini gösterirken, diğer taraftan finans da alanında uluslararası piyasaların ortaya çıkmasıdır. Küreselleşmenin bu iki farklı yönü birbirleri ile yakın bir ilişkide olsalar bile, bir bakımıyla tümüyle farklı bir durumu da yansıtmaktadır. Sanki ilki kapitalizme olumlu yönde, ona yeni bir adım attırma bağlamında katkı sağlarken, ikincisi ise her şeyi berbat etmektedir.

Hiç kuşku yok ki, işbölümünün ulus üstü ölçeği, çok daha olumlu bir aşamaya denk gelir. Bu sayede üretim altyapısı için olası en etkili işbölümü yapılabilir olmaktadır. Ama öte yandan finans sermayesi, sahip olduğu esnekliği ve gücü ile finans-kapital işbirliğinde baskın olan taraf haline gelmiş ve öne çıkmıştır. Sanayi sermayesini kuşatmış ve onu kendine mahkûm ettirmiştir. Şimdi sanki bu işbirliğine gerek duymayacak nitelikte oluşturduğu uluslararası para piyasaları aracılığı ile kendi bildiğini okumaktadır. Ama bu şekilde yürüttüğü sömürü düzeni, tam anlamıyla bir vurgun düzenidir.

Çoğu zaman uluslararası finans sermayesi çevre ülkelerde faaliyet göstermiş, L. Amerika ve Asya'da ilk anda bir atılım, ama ardından tam bir felaketle sonuçlanan senaryolar gerçekleştirmiştir. Ama sanki şimdi giderek büyür ve daha büyük kar peşinde koşmak kaçınılmaz hale geldiğinde ise, bu sefer metropol ülkelere dönmüş ve bunalımı ABD ve Avrupa'nın göbeğine taşımıştır.

Bütün bunlara bakarak, küreselleşmenin karşı çıkılmayacak ve hatta kabul edilebilir olduğunu da eklemek gerekir. Nitekim bu Marksizm tarafından da öngörülmüş ve kaçınılmaz bir süreç olarak benimsenmiştir. Ama bu sürecin kapitalizm içinde yeni bir aşamaya karşılık geldiği, özellikle sürece denk gelen bütünleşik hegemonya ve bunun karşısında uluslararası işçi sınıfının yer aldığı bir diyalektik içinde ortaya çıktığını söylemek gereksizdir.

____________________ 
[i] Gramsci’nin egemen blok kavramının bir zamanlar Avrupa’da “sağ” ve “sol” öro-komünizm için esin kaynağı olduğu söylenir (bkz: Gülnur Acar Savran, Özne-Yapı Gerilimi, Kanat Yay. Haz. 2006, s. 172.). Ama Gramci’nin egemen blok kavramı reformist anlayışlara kaynaklık etmiş olsa bile onu çok fazla suçlamak mümkün değil. Zira bundan hareket ederek egemen blok içinde yer alan “belirli kesimlerin” sınıf hareketine çekilmesini öngörün bir taktik anlayışın genelleştirilerek temel bir reformist anlayışın üretilmesinde araç yapılmış olmasında Gramci’nin bir günahının olmadığı açık.
[ii] L. Althusser, bu aygıtları bir liste halinde sıralar: din, eğitim sistemi, aile, siyasi sistem ve siyasi partiler, sendikalar, basın yayın ve kültür. Bunlar devletin resmi kurumları olmasalar da bireye devletin değerlerini benimsetmek, düzeni sağlamak ve özellikle kapitalist üretim ilişkilerini yeniden oluşturmak için kullandığı ideolojik araçlarıdır. Althuser’in bu kuramı, devleti öne çıkarması, sınıf mücadelesini sermaye ilişkileri dışında onun aralarına yöneltilmiş bir mücadele olarak göstererek basitleştirmesi açılarından eleştirilmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder