5 Haziran 2010 Cumartesi

Burjuva Demokrasinin Anayasa Sendromu

Burjuva demokrasisi ile bağlantılı gözden kaçan bir özelliğin altını çizmek gerekiyor. Yakın zamanda AKP iktidarının içinde bulunduğu durum ile bağlantılı olarak yaşanan güçlükler ve sıkıntılı dönem, sanki burjuva egemenliği ile bağlantılı düşünülüyor. Anayasaların sanki burjuva egemenliği için bir ayak bağı olabilirmiş yanılgısına düşünülüyor.

Oysa anayasalar burjuvazinin egemenliğinin tescili veya onun meşruiyeti için düzenlenmiyor. Sadece burjuvazinin kendine yakın sınıflara yönelik vaatleri ile onun karşısına dikilen işçi sınıfına teklif ettiği bir “uzlaşma” metnidir söz konusu edilen.

Yani kısaca, bir tarafta burjuvazi ve diğer tarafta orta sınıflar ve işçi sınıfı var. Anayasa, orta sınıfların kendi egemenliğini desteklemesi karşılığında ona sağlayacağı imkânları sıralarken; işçi sınıfına da "barış içinde bir arada yaşama” karşılığında onlara vereceği tavizleri gösteriyor.

Bu açıdan bakıldığında, burjuva demokrasisinin içine düştüğü anayasa bunalımı gibi yansıyan son gelişmelere aldanmamak gerek. Egemenlik ile ilgili bir bunalım yok. Çünkü orta sınıfların işsizlik, ekonomik durum, vs. ile ilgili yakınmaları yeni bir durum değil. Burjuvazi bundan çekinmiyor. Bunu sadece ekonominin gidişatı ile ilgili bir gösterge gibi algılar, o kadar.

Ama bu orta sınıfların burjuvazi için kimi zaman çok ciddi boyutlara varabilecek sorunlar çıkmayacağı anlamını taşımıyor. Nitekim 12 Mart ve 12 Eylül hareketleri böyle bir sıkıntının yansımasıydı. İşçi sınıfı hareketliliği, orta sınıfı da etkilemiş ve onları harekete geçirmişti. İşçi sınıfı ideolojisini benimser görünmüşler ve kısa süre içinde radikal bir çizgiye gelmişlerdi. 27 Mayıs eylemi ile bir süre iktidarı paylaşmışlar, ama daha sonra geriye çekilmek zorunda bırakılmışlardı.

Şimdi oyunbozanlık yapan orta sınıflara, komünizmden daha fazla işlerine yarayacak bir ideoloji gerekiyordu. 12 Eylül rejimi bunu sağladı. Yaygın olarak sanılanın aksine, anayasa içine dinci ideoloji yanı sıra, Atatürkçülük de ilk kez böylesine kapsamlı "sol" ideoloji olarak orta sınıfın önüne konmaktaydı.

Egemenliğinin sürdürülmesi için burjuvazi, değişen koşulların gereği atılacak her ciddi adımda işbirliği yaptığı veya tahakküm ettiği sınıfların mızıklanması ve direnişleri ile karşı karşıya kalıyor. Bunların üstesinden gelmek için yeni yeni yöntemlere başvuruyor. Gerçekte burjuvazinin sınıf egemenliği için elinde hazır bir reçete yok. O da her aşamada ve her dönemeçte duruma göre geliştirdiği yöntemleri yaşama geçiriyor.

Şimdilerde burjuvazinin serüveninde bir kez daha bir dönemeç alınıyor ve sınıflar arası toplumsal sözleşme maddelerinin elden geçirilmesi gerekiyor. Yeni anayasa düzenleniyor.

Yanlış anlaşılmaların önlenmesi için altını çizerek belirtmek gerekiyor. Temel sorun, belli bir sıçramayı da içeren hareketliliği ve bunun daha da sürdürüleceğine ilişkin tehditlerine karşın işçi sınıfından kaynaklanmıyor. Nitekim 2 saatlik genel grev sonrasında, taslağın hiç bir taahhüt içermeksizin “yeniden görüşülebilir” olduğunun hemen benimsenmesi bunu gösteriyor. Bu durum, hala daha sendikacılığın sınıf hareketi içinde etkili ve hakim olduğunu gösteriyor. Bu açıdan burjuvazi için hiçbir endişe yok. Genel grev uzun zamandır ilk defa ciddi bir girişim gibi görünse bile, her şey kontrol altında. Hareket, sendikaların öncülüğünde yürütülüyor.

Dolaysıyla kimi çevrelerde hükümet için ciddi bir handikap olarak yorumlanan parti kapatma davasının kamuoyunda abartılması, hele hele bunun bir anayasa bunalımı niteliğine dönüşmüş gibi yansıtılması doğru değil. Burjuva demokrasisinde yargının bu doğrultudaki cesur girişiminin basına yansıtılmasından sonra, hükümet yetkililerinin yargıya karşı takındığı küstah tutum da, gerçekte yargıyı değil, seçmenleri etkilemeye yönelik. Yoksa burjuvazi için göstermelik “kuvvetler ayrılığı” da sorun değil. Bunu sorun olmadığı hem iç siyaset, hem de dış siyasette çok açık ve belirgin örneklerini görmek mümkün.

Kuvvetler ayrılığı olarak dile getirilen olgu, gerçekte hakim sınıfın kendi egemenliği içinde güç dengelerinin oturmuş ve istikrarlı olduğu döneme karşılık gelir. Rejimi oluşturan güçlerin, görece “bağımsız” ve kendi içinde egemen olduğu görüntüsü, rejim için olduğu kadar, egemen ve sömürülen kesimler bakımından da en uygun görüntüdür. Böyle bir dengeye bakarak egemen kesim, ortada bir sorun olmadığını görmüş olur. Öte yandan, bu dengenin yansıttığı “demokratik” imaj diğer sınıf ve tabakalar için her şey yolunda olarak algılanır.

Bugün olduğu gibi, kuvvetler dengesinin bozulmasına yol açan iki temel neden, açıkça anlaşılacağı gibi, tarafların aralarında vardıkları sözleşmeyi değiştirmek istemeleridir. Yani taraflardan biri verdiği tavizleri çok görmekte yada bir diğeri daha fazlasını istemektedir.

Mevcut statükonun bozulması, dengenin alt üst olmasına yol açacak böyle bir durum, bir bakıma “mini devrim” niteliğindedir. Çünkü dengenin sürdürülmesi, reformist düzenlemelerle mümkün olmamıştır. Böyle olduğunda da, bugün olduğu gibi, hakim taraf olan burjuvazinin ilgili taraflara “patronun kim olduğunu” göstermesi gerekir. Böyle olduğunda da bu “devrimci” durum ortaya çıkar: artık kuvvetler ayrılığı ilkesi bir tarafa atılır. Bugün olduğu gibi, hakim sınıfların temsilcileri “halkın temsilcileri” rolünü oynamaya başlar.

İlk aşamada yasama organı tam bağımlı hale getirilir. Tek tek atanmış temsilciler, çok çeşitli seçim hileleri ile çoğunluk meclisinde temsil niteliği katlanmış halde, yürütme organının karşısında hazırol bekletilir. Daha sonra sıra “devrim” uygulamalarına gelir. Yargıdan bir cızırtı çıktığında da, halkın temsilciliğinden kaynaklanan meşruiyet edebiyatı yapılmaya başlanır.

“Devrim” yasalarının uygulanması ve dediğim dedik yaklaşımının uygulanması kaçınılmazdır. Çünkü burjuvazi, orta sınıfın gerçekten tam desteğine ihtiyacı vardır: Onun tüm yürütme, yasama ve yargı erkinin temsilcileri gerçekte orta sınıftan gelmektedir. Burjuvazinin tüm kurumsal üstyapısını, devletin tüm kadrolarını orta sınıf oluşturur. Öyle ki, devlet görevinde bulunanlar, devlet erki ile tanışır ve sarhoş olurlar. Onları ikna etmek, patronun kim olduğunu hatırlatmak gerekir. Zorlama bu nedenledir.

Burjuvazinin günümüzde içinde bulunduğu süreç, gerçekten birçok yönü ile kapsamlı dönüşümleri içermektedir. Burjuvazi, 12 Eylül anayasası ile getirilen ve hala daha kurtulamadığı tavizci anlayıştan, yani “sosyal devlet” uygulamalarından iyice kurtulmak ve aynı zamanda işçi sınıfı sömürüsünü de olası en son sınırına götürmek istemektedir. Küresel sermaye ile bütünleşmesinin getirdiği kaçınılmaz bir zorunluluk bunların yapılmasını gerektirmektedir.

12 Eylül rejimi, giderek radikalleşen orta sınıfın eylemlerinden ciddi olarak endişelenmişti. Komünizme yakın söylemleri içeren radikalizm, orta sınıfları bir araya getirebilecek düzeyde keskinleşmiş, asker, sivil ve aydın üçlemesi tepeden inmeci yöntemlerle burjuvaziyi endişeye sevk etmişti. Burjuvazi, orta sınıflara izlemesi gerektiği geleneksel ideolojik hedefi yeniden hatırlatır ve bunu anayasa ilkesi olarak yerleştirirken, aynı zamanda onlara vereceği vaatleri de 12 Eylül anayasasını düzenlerken alt alta sıralamıştı. Orta sınıflara yaptığı vaatleri derli toplu tanımlanmış kurumsal alt yapı niteliğinde ortaya konması gerekiyordu ve o nedenle, sözüm ona sosyal devlet anlayışını korumak ve hatta onu yeni kurumları ile pekiştirmek durumundaydı.

Nitekim 27 Mayıs anayasası ile getirilen kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da pekiştirilmiş, bu anayasa ile buna ilişkin getirilen Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar aynen korunurken, Devlet Denetleme Kurumu, vs. gibi ek önlemlerle çok daha tavizkar bir yapı geliştirilmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder