10 Eylül 2010 Cuma

Mollalar Rejimini Bekleyen Sorunlar

Son günlerde AKP’nin dinci geçinen hükümetinin içinde düştüğü kaçınılmaz sorunlarına çare arayışları, yaygın olarak geleneksel Batı ekseninden sapma arayışları olarak yorumlanıyor. Nasıl demokrasi ve özgürlük havarisi kesilen burjuvazinin sınıf egemenliğine baş kaldıranlara karşı her türlü demokrasi karşıtı ve zalim davranabiliyorsa, “dinci” söylemin ardında çıkar gruplarını çeşitlendirme çabası içinde olan şimdiki hükümetin de bunu daha fazla sürdüremediği ortaya çıktı ve temsil etmeyi vaat ettiği ve dinsel değerlere çok uzak kesimlerin feryadı karşısında rotayı şaşırdı. Bütün olup biten bu kadar basit ve hükümetin bundan sıyrılma çabası içinde dış politikada serseri mayın benzeri önüne gelene çarpıp toslayarak kabadayılık taslaması ile sıkıntıyı aşma çabası, bilinçli bir tercih niteliğinde “eksen arayışları” ile açıklamak da bir o kadar beyhude bir çaba.

Dinlerin kaynağı, toplumların derin bunalımına denk gelir ve artık iş “gaipten gelen seslerle iletişim sağlayanlara” kaldığında, ortaya atılan dini ritüeller, kesinlikle dünyevi değerleri dışlarlar. Hıristiyanlıkta İsa’ya atfedilen “din her türlü mülkiyetten soyutlanmadır” anlamına gelen sözleri bunu çok açık ortaya koyar. Ama bu durum gerçekçi olamazdı ve kısa sürede din erbabının ayakları yere değecekti.

"Dünya bir lâşedir, onu isteyen köpektir" diyen Tasavvuf anlayışı, giderek evrimleşti ve şimdi üstelik bu lâşeye bile tenezzül edip mazlum rolleri ile dünyanın en büyük nimetine kondu. Ama bu dinci muhafazakâr yönetimin çevresinde oluşturulan Kadiriye, Rafaiye, Bedeviye, Dussukiye, ve daha birçok tarikat çemberinden sıyrılarak bir adım öne geçen M. Bahauddin Nakşibent’in tarikatını bu nimetin paylaşımında yaşanacak zorluklar bekliyor.

Tarikatlar geleneksel sosyal güvenlik kurumları niteliğini taşıyan güçlü mekanizmalar oluşturarak asırlar boyu Türk İslam toplum yaşamında vazgeçilmez bir konuma sahip oldu. Zamanla şeyh-mürit ilişkisi “patron-çırak” ilişkisine dönüştürülerek gelenek modern çağlara uyduruldu.

Türk-İslam yaşam tarzına özgü bu durum, geleneği zorlayan “ideolojik” yapıdaki tarikatlar söz konusu olduğunda önemli farklılıklar gösterir. Bu tip tarikatlar, toplumsal yaşamı İslam esaslara göre yorumlamakta, bunu sağlamak için de tarikat bağlantısını ideolojik temelde örgütlemektedirler.

Kolayca anlaşılacağı gibi, ideolojik tarikatlar, bu amaçlarını modern yaşama uygun dönüşümlerle sürdürme için büyük gayret içindeler. Ayakta kalabilmeleri için tarikat adına ekonomik faaliyetler oluşturmayı ve müritlerinin beklentilerine yönelik toplumsal ve ekonomik ilişkiler düzenlemeye çalışmaktalar.

Kuşkusuz bu ekonomik yapılanma, çok farklı becerileri öne çıkarmakta ve tarikatlar arasında ayakta kalma mücadelesi giderek ekonomik alanda rekabete dönüşmektedir. Bu çaba içinde de kimi ideolojik tarikatlar öne çıkmakta, örneğin, yukarıda belirtiler tarikatlar arasında bazıları giderek etkilerini yitirirken, Nakşibendî, Süleymancı, vs. gibi tarikatlar öne çıkmaktadır.

İslam'ı yeniden üretme

İslam, geleneksel toplumlarda ideoloji işlevi görmekteydi. Ama modern toplumlarda bunun yerine piyasa ilişkileri ve bu şekilde oluşturulan ekonomik güce dayalı ideoloji alınca İslam’ın bu yeni koşullara göre yeniden üretilmesi kaçınılmaz oldu.

Üstelik yeniden üretilmesi gereken İslam, ilk defa ortaya atıldığında olduğundan çok daha karmaşık bir toplum yapısını hedef alacak şekilde tasarlanmalıydı. İslam’ı kucaklayan alt orta ve üst orta tabakalar arasında Türkiye’de çok belirgin ekonomik güç ve sınıfsal değer faklılıkları bulunmaktaydı. Belki bunu yapmak kolay olabilirdi; ama bunda bir başka güçlük de artık İslam’ın ilk doğuşu ile kıyaslandığında çok başlı bir yapı kazanmış olmasıydı. Yeniden üretme, somut temellere dayanmalıydı; oysa şimdi aynı taban üzerinde faaliyet gösteren çok sayıda tarikat vardı. Endişe duyulan bir başka husus, İslam yaşam tarzını giderek gelişen ve insanları cezbeden modern yaşam ile uyumlaştırma zorunluluğu idi. İslam, geleneksel olarak yeniliğe "din dışı” yaklaşımı ile karşı çıkmıştı. Ama şimdi bunu yapmak mümkün olmazdı. Bir zamanlar matbaaya sadece din dışı kitap basma koşulu ile izin verilmişti. Şimdi ise, İslami edebiyat günümüzde çok yaygın bir sektör haline dönüşebilmiştir. Daha yakın bir zamanda, fotoğraf konusunda anlaşmazlığa düşen İslam liderleri, şimdi görüntülü medya araçlarını en yaygın olarak kullananlar oldular. Bir zamanlar teknik gelişmeleri inatla reddeden dinciler şimdi onu yaygın olarak kullanan kesim olarak tanınıyorlar.

Bu durum, sadece edebiyat ve sanat gibi biçimsel sosyal etkinliklerle sınırlı kalmıyor. Artık İslam, yaygın kültür yanı sıra, geleneksel radikal anlayışın sergilendiği tarzda “etkinliklerin” altına imza atarak kendi İslami anlayışı gündelik yaşama da sokmayı tasarlıyor. Bu bağlamda, yeni bir pop-İslam yaşam tarzının ortaya çıktığı görülüyor.

İslam'ın gündelik yaşam biçimi olarak kendini ifade etmesi, aynı zamanda geleneksel dini “ritüellerin” yaygınlaştırılması için de büyük bir fırsat. Bu durum, başta türban olmak üzere, alışılmış türbanlı İslami giyinişe uygun giysilerin tanıtımıyla ilk defa moda dünyasında başlatıldı. Türban defilelerini, onu bütünleyen ve uzun etekli, uzun kollu kapalı elbise, pardösü, vs. gibi tekstil ana ve aksesuar malzemeleri ile sürdürüldü. Salt İslami tekstile yönelik ticaret dünyası oluştu.

Sesini duyuramamanın verdiği sıkıntıyı bir nebze kitap fuarları ile atmaya çalışan radikal kesime öykünen İslami basın yayın dünyası, onları aratmayacak içerik ve katılımcı sayısı ile kitap fuarları düzenliyor ve “Kuran’ın yorumu", din kuralları kitabı “ilmihal” satışları rekor düzeyde gerçekleştiriliyor. Türbanlı, ama spor, abiye ve günlük olmak üzere her koşula uyan kılık kıyafetleri ile “modern” İslami tarza uygun “pop-müslüman gençlik” on binleri aşan İslami-popçuları konserlerinde alabildiğine coşuyorlar.

İslam artık günümüz Türkiye’sinde bir zamanların Camiler, Ramazan ayları, Cuma namazları ile sıkıştığı ve Erbakan’ın “baklavanın dibi yandı mı yanmadı mı” çıkışları ile açılım peşinde koştuğu günlerini geride bıraktı. Artık İslam adım başı Türkiye’nin günlük hayatında yerini almaya başladı.

Allah’ın Düzeni"Laşe” bir yana, artık dünya nimetlerinden yararlanma yolunda işi çok sıkı tutarak dünyanın tepesine yerleşmeyi hedefleyen İslam, Türkiye’de iktidardaki hâkimiyetini giderek pekiştirmekle bu doğrultuda önemli bir mesafe almış oldu. Emperyalizmin çıkış yolu olarak medeniyetler çatışması ile kışkırtılan İslam'ın değil Türkiye’de Cumhuriyetin tüm kurum ve kuruluşlarına göz dikmeye cüret etmesi, Allah’ın düzenini tüm dünya çapında oluşturmayı hedeflemiş bulunuyor.

İslami fanatizm, öteden beri propagandasını böyle bir karşı karşıya gelme üzerine temellendirmekteydi. Ama şimdi bu Allah’a inananların yanı sıra, Allah’ın yolundan gitmeyi kendine yaşam tarzı seçmiş olan ve kendini “Dinci” olarak değerlendirenlerin de paylaştığı bir durum haline geldi. Gerçekten, medeniyetler çatışması olgusundan söz edilmesi bunun çoktandır bir gerçeklik olarak ortaya çıktığını gösteriyor.

Artık cihat çağrıları, “sokaktaki” sıradan Müslümanların söylediği biçimde, Allahın Düzeni olarak tanımlanan bir hedefi öngörüyor. Bu da Müslümanları savaşa çağıran emperyalistlerin Yeni Dünya Düzeni hedefine karşılık geliyor ve tüm dünyada İslam'ı yerleştirmeyi hedefliyor.

İnanç ve ideoloji

Kuşku yok ki, böyle bir hedef için, ilk önce Türkiye’de karşılaşılan pürüzleri gidermek gerekiyor. O nedenle, İslam düzeninin tam olarak yerleştirilmesi gerekiyor ve bunun için hala daha girilememiş devlet kurumlarının ele geçirilmesi gerekiyor.

Ama dünya çapında yeni düzenin kurulması çabası içinde sırıtan çelişkili durum ile olduğu gibi, Türkiye’de de iktidarı onun tüm kurumları ile ele geçirerek bir Molla yönetimi oluşturulması ciddi sorunlara gebe. Bilindiği gibi, emperyalist ülkeler, 2. dünya savaşından sonra sınırlarını genişleterek bir dünya sistemi olarak ortaya çıkan sosyalizmi kuşatmak için oluşturduğu Demirperde işe yaramayınca, bu sefer sosyalist ideolojinin yayılmasını “Yeşil Kuşak” ile çevrelemiş ve bunda başarılı olmuştu. Ama işte şimdi yeşil ideoloji emperyalizmi hedef alınca ona karşı “Haçlı Seferi” başlatıyordu.

Kuşkusuz inanç ve ideoloji birbirine yakın olgular olmasına karşın, aralarındaki ince ayrıntı temel bir farklılığa yol açıyor. İlki mistik, ikincisi ise elle tutulur somut gerçeklik ile ilişkili. İlki rasyonel olduğu ölçüde zayıflıyor, ikincisi ise bunun tersine güçleniyor. İnanç ideolojiye dönüştürüldüğü ölçüde rasyonel olmaya yüz tutuyor ve giderek ideolojiye teslim oluyor.

Gerek dünya düzeni olarak ve gerekse Türkiye’de oluşturulmaya çalışan Molla düzeninin bağrında bu çelişki yatıyor. Allah inancı bir dünya veya toplum düzeni yapılmaya çalışıldığında ve ona rasyonel kılıf giydirilmeye kalkındığında, gerçeklik duvarı ile karşı karşıya kalıyor ve gülünç duruma düşüyor.

İktidar nimetlerinden yararlanma

Ekonomik sektör ayrımı yapılmaksızın, tüm tarikatların Molla iktidarı nimetlerinden yararlanma için büyük bir yarışa girdiği görülüyor. Yeni Molla iktidarı döneminde bu yarışın daha da hızlanması bekleniyor. Aynı dinden ve mezhepten olan insanların oluşturduğu farklı tarikatlar, giderek somutlaşan toplum düzeninde pay almaya kalktıkça karşı karşıya geliyorlar.

Bu nimetlerin başında, tarikat vakıfları için sağlanan vergi muafiyeti en ön sırada geliyor. Bilindiği gibi, Eylül 2003 tarihi itibarı ile vakıf kuruluşları için sağlanan vergi muafiyetleri yeniden düzenledi. Muafiyetten yararlanma, vakfın sağlık, sosyal yardım, eğitim, vs. gibi sosyal amaçlı faaliyetlerde bulunması koşuluna bağlanıyor. Ama yasanın getirdiği muğlâk tanımlama, uygulamada idareyi neredeyse mutlak bir keyfi tercih yapabilmesini sağlıyor.

Muafiyet sağlayan vakıf, katma değer, veraset ve intikal, emlak, dahil, pratik olarak kurumların tabi olduğu her türlü vergiden kurtulmuş oluyor ki, bu gerçekten büyük bir maddi olanak.

5284 sayılı yasada Ocak 2004’te yapılan bir değişiklik ile fakirlere yardım faaliyetlerinde bulunan kuruluşlara yapılan bağışlar vergi dışı tutuldu. Buna göre, bir şekilde tüzüğüne yardım amacı ekleyen kuruluşlar bu vergi muafiyetinden yararlanabilecek.

Şimdi her tarafta vakıf kisvesi altında faaliyet gösteren ve doğrudan parasal yardım toplayan kuruluşların mantar gibi bittiği görülüyor. Bu tür kuruluşlar hakkında ileri sürülen suiistimal iddialarının ardı arkası kesilmiyor.

Yetkililer, en yetkili ağızdan yaptıkları açıklamalar ile "kamu yararı” görülen ve muafiyet sağlanan 18 vakıf ve dernek olduğunu söylerken, Gelirler İdaresi Başkanlığı’na göre bu tür kuruluşların sayısı 236. Aralarında İslami ilimler, Vakfı, İnanç Vakfı gibi, niyetleri açık olarak belirtilmiş olanlar yanı sıra, İlim Yayma Vakfı gibi tescilli olan vakıflar da bulunuyor.

Tarikatlar ve ekonomik sektörler

Alçakgönüllü inanç ve itikada bağlı tarikatlar yüz yıllar boyunca dönüşüm geçirerek artık örneğin, MÜSİAD çatısı altında bir araya gelen bir ekonomik güce ulaştılar. Şimdi karşılaşılan sorunlar ve çelişkiler de o ölçüde karmaşık ve kapsamlı olarak ortaya çıkıyor. Çelişkilerin bizatihi bu gelişme süreci ve yaşanan dönüşüm ile bağlantılı.

Tarikatlar ekonomik girişimi başlattıklarında, küçük ve orta sermaye niteliğinde yola koyuldular. Kuşkusuz tarikat sermayesi çoğunlukla bu niteliğini korudu, ama içlerinden bazıları atak yaparak büyük sermayeye katıldılar. Aynı dönüşüm süreci, siyasi alanda da kendini gösterdi. Dinci ideoloji, küçük ve orta sermaye ile yola çıkan, ama daha sonra büyüyerek Anadolu sermayesi olarak tanımlanan kesimin temsilciliğini yapan Erbakan'dan çekerek artık tercihini açık bir biçimde büyük sermayeden yana koyan ve onların temsilcisi niteliğine dönüşen Erdoğan'a evrim gösterdi. Çelişkinin temeli de burada yatıyor.

Bu çelişkinin temel bir zıtlık içinde olduğunu söylemek mümkün değil kuşkusuz. Ama yabana da atılmaz. En azından çok kapsamlı talepler konusunda kendisini gösteriyor. Örneğin, enerji maliyetleri, girdi maliyetleri. Faiz oranları. Vergi indirimi oranları. Bunlar artık günümüzde bir ekonomik kuruluşun ayakta kalıp kalmamasını belirleyecek temel kıstaslar ve bu bakımdan hayati öneme sahipler.

Faiz oranlarını yüksek tutup Türkiye pazarını tümüyle uluslararası sermayenin hizmetine veren hükümet, esas olarak üretim sanayisinde yoğunlaşmış ve reel sektör olarak tanımlanan kesimden büyük tepki çekiyor. Üretim faaliyetleri büyük ölçüde kredi kaynakları gerektiriyor. Faizlerin yüksek tutulması, bu kesimin belini büküyor.

Israrlı bir ağır sanayileşme politikası savunarak bir anlamda "kendi kendine yeterlilik" anlayışı doğrultusunda Anadolu sermayesi temsilciliğinden sınıf atlanarak Erdoğan ile uluslararası sermayenin temsilciliğine geçildi. Hiç kuşku yok ki bu kaçınılmaz bir durum, ama çok daha ciddi zıtlıkları da bağrında taşıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder