10 Temmuz 2011 Pazar

Lenin ve Proletarya Diktatörlüğü - II

Lenin’in üzerinde en çok tartışılan eserlerinin başında gelen Devlet ve Devrim adlı eseri, esas olarak iki yönü ile öne çıkar. Birincisi, Marx ve Engels’in, sosyalist ve komünist toplumun örgütlenişi hakkında Komünist Manifesto’dan başlayarak Paris Komünü deneyimine kadar söylediklerini özetler, son olarak Marx’ın Paris Komünü’nün 20. yıl dönümü vesilesiyle Fransa’da İç Savaş’ın Almanca üçüncü baskısında, Engels’in Komün’den sonra geçen yirmi yıllık gelişmelerin kısa bir değerlendirmesini aktarır. Bununla kalmaz, Mark ve Engels’in proletarya devleti hakkındaki düşüncelerinin gelişimini onların somut gelişmeler bağlamında evrimini çizer.[1]


Eylül 1917 tarihini taşıyan Devlet ve Devrim’in ikinci özelliği, Lenin’in artık çok yakın bir tarihte gerçekleşmesi an meselesi olan proletarya devletinin biçimi ile bağlantılı bir arayışını içeriyor olmasıdır. Lenin’in bu çalışması içinde onun için çoğu zaman bir olduğu gibi, devrim sürecinin pratik dönüm noktasını oluşturan bir aşamada karşı karşıya kaldığı kuramsal ve pratik sorunları çözme amacını taşımasıdır. Ama bu sefer karşılaştığı pratik sorun, o zamana kadar karşılaştıklarından hepsinden daha büyüktür: Rusya’da devrim artık kaçınılmaz bir ivme ile gelişmektedir. Ama Rusya topraklarında devrimin karşı karşıya kaldığı sorunlar, işçi sınıfı hareketinin uzun zamandır tarih sahnesine çıktığı ve önemli aşamalar kaydettiği Avrupa’da olduğu kadar net ve belirgin değildir. Ne var ki, Rusya devrime daha yakın görünmektedir ve bu da devrimin öncülerinin göreceli olarak puslu da olsa bu yolda ilerlemelerini gerektirmektedir. Burada da Lenin, devrimin eli kulağında olmasına ve genel olarak devrimi yapacak proletaryanın tam olgunlaşmamış ve halkın henüz küçük bir kesimini oluşturması sorununu aşma çabası içindedir. Lenin’in bu koşullar altında belli zorlamalara ve sübjektif değerlendirmelere girmesi kaçınılmaz görünmektedir. Nitekim, bunu devrim arifesinde Lenin’in düşüncesinde Devlet ve Devrim içinde yansıdığı görebilmek mümkündür.

Mark ve Engels, proletaryanın mevcut devlet gücünü onu olduğu gibi kullanmak için ele geçirmekten çok, bu devlet gücünü ordusu, polisi ve bürokrasisi ile dağıtıp, parçalayıp yerine kendi devletini, proletarya devletini koyması gerektiğini söyler. Proletarya devleti ile ne kastedildiği de Komün örneğinde olduğu gibi düzenli ordu ve polis yerine, silahlı proletaryadan oluşan milis kuvveti, bürokrasi yerine de seçimle işbaşına gelen ve işçilerle aynı koşullarda olacak seçilmiş memurlar tanımı yapılır. Görüldüğü gibi, Marx ve Engels burada proletarya devleti için geleneksel burjuva devletinden çok farklı bir örgütlenme biçimi önermektedir.

Ama Lenin bu konuda farklı düşünür. Lenin, Marx ve Engels’in geçiş döneminde esas olarak burjuvazinin saldırılarına karşı koymak için zorunlu olduğunu belirttikleri proletarya devleti kavramını fazlası ile öne çıkartmaktadır. Devlet ve Devrim içinde bu konuda şunları söyler: “Kapitalizme karşı mücadelesinde proletarya, cumhuriyetçi burjuvazi de dahil, tüm burjuvaziyi, onun ordusunu, polisi ve bürokrasisi ile birlikte ezer, atomlarına ayırır ve yeryüzünden siler ve onun yerine, tüm halkın katıldığı milis gücü niteliğinde silahlı işçilerden oluşan devlet makinesini ama sonuçta yine bir devlet makinesini niteliğinde olan daha demokratik devlet makinesini geçirir”.[2]

Lenin, bu eserinde sık sık “zora dayanan devrim” kavramı üzerinde durmaktadır. Marx ve Engels proletarya diktatoryası kavramı içinde zor unsuruna deyinir, ama bundan Lenin’in söylediği gibi burjuvazinin ezilmesi, atomlarına ayrılması ve yeryüzünden silinmesi anlamı çıkartılamaz. Burada Lenin’in yaptığı tanımlama ve onu dile getiriş biçimi, farklı bir yaklaşımı sergiler. Mark ve Engels’in önerilerinde zor kavramı kesin olarak görecelidir; bir başka deyişle, kapitalizmin vadesinin dolduğu ve burjuvazinin ülkeyi yönetemez duruma geldiği andan itibaren proletaryanın önü açılmış demektir. Ama bu yetmez. Proletarya, egemenliği ele geçirmek için son müdahaleyi yapması, devrimi gerçekleştirmesi gerekir. Bundan sonrası, Marx ve Engels’in tanımlaması ile, tümüyle devrimin karşı karşıya kaldığı somut koşullarla belirlenecektir. Bunun için Paris Komünü, Şubat ve Ekim devrimi çok zengin ipuçları sağlar. Hepsinin ortak yönü, devrimin burjuvazinin tükenmesi ve işçi sınıfının proletarya devletini kurma iradesidir. Bu irade, Komün ve Sovyetlerin oluşturulması ile kendini gösterdi. Silahlı proleterlerin oluşturduğu Komün ve Sovyetler, her üç durumda proletarya devletinin somutlaşması, devrimin gerçekleştirilmesi anlamını taşıdı. Bundan sonra devrim, silahlı proletaryanın gücü ile yoluna devam etti.[3]

Lenin, “zora dayanan devrim” konusunda bir yerde şunları söyler: "Burjuva devleti, genel kural olarak zora dayanan devrim ile sona erdirilebilir. Bunun kaçınılmazlığı yürek pekliği ile açıkça Felsefenin Sefaleti ve Komünist Manifesto’da yer alır. Marx’ın Gotha Programını eleştirisini de unutmayalım. Tüm Marx ve Engels’in teorisinin temelinde kesin olarak böylesi zora dayalı devrim anlayışının kitlelere sistematik olarak benimsetilmesi zorunluluğu yatar. Kautkist eğilimlerin temelinde bu propaganda ve ajitasyonun ihmal edilmesi yatar.”[4] Ne var ki, Marx ve Engels’in teorisinin temelinde zora dayanan devrimin yattığını, sadece yatmakla kalmayıp bunu kitlelere ısrarlı bir biçimde propaganda yapılması ve ajite edilmesi gerektiğini kabul etmek mümkün değildir. Zor kavramı, Marx ve Engels’in eserlerinde hiç yok demek değil, ama Lenin’in yukarıda sözünü ettiği eserlerde, tam olarak devrimi zorunlu “zor” kavramı ile bağdaştıran yalnızca Komünist Manifesto’da, o da yalnızca iki yerde var. İlkinde, devrimin o zora dayanan, parıltılı anı geldiği noktada denilirken, burada zorun kimin tarafından uygulandığı belirsizdir. İkincisinde açıkça, burjuvazinin zora başvurularak devrilmesinden söz edilir.[5] Ama bunun dışında Marx ve Engels’in ısrarla durduğu konu burjuvazinin esas olarak kurumsal niteliği ile tasfiye edilmesi, varlığına son verilmesi, ortadan kaldırılması, vs.’dir. Kuşkusuz burada zor de gerekecektir. Ama sadece zor yetmez; ama daha önemli olan, proletaryanın burjuvazinin egemenliğine alternatif olabilecek toplum düzenini kurabilmesi becerisidir. Bunun bileşenlerinden biri de, proletarya devletinin sadece ve sadece burjuvazinin düşmanlıklarını zor kullanarak engellemek amacıyla ve sırf buna yönelik örgütlemesidir. Marx ve Engels, bu iki örnek dışında devrimin zora dayanan yönünü öne çıkarmaz. Bunu kabul etmediklerinden, yada böyle bir tutumu sakıncalı gördüklerinden değil, kesinlikle. Ama, Marx ve Engels’in asıl ilgilendiği, Lenin’den farklı olarak, burjuvazinin artık çağdışı kalması sonucu ülkeyi yönetememesi, öte yandan proletaryanın egemenliği eline geçirmesi iradesini gösterebilmesidir.

Lenin’in devrimci zor kavramını tüm Marksizm öğretisinin temel anlayışı düzeyine yükseltmesi, bir anlamda proletaryanın devrim sonrası geleneksel burjuva devleti ve egemenliğine karşılık gelen görevlerini geleneksel devlet örgütlenmesi dışında kendine özgü demokratik örgütlenişi içinde – biri dışında, o da burjuvazinin saldırılarını zora başvurarak karşı koyacak proletarya devleti dışında – göz ardı etmekte, bunu proletarya devleti sorumluluğuna vermektedir. Nitekim, Lenin, şöyle demektedir: “Devlet “özel baskı gücüdür. Burjuvazinin proletaryayı egemenlik altına alan “özel baskı gücü” – burjuva devleti- proletaryanın “özel baskı gücü” – proletarya devleti- ile yer değiştirmelidir.”[6]

Lenin, burjuva demokratik devletini yıkan proletaryanın onun yerine, daha demokratik nitelikte de olsa, sonuç olarak yine bir başka devlet makinesini getirir derken, Marx ve Engels’in proletarya devletinin gerçekte bir devlet niteliğinde olamayacağı hakkında söylediklerini unutmuş görünüyor.[7] Marx ve Engels’in Paris Komünü’den ve Komünist Manifesto’da yapılan düzeltmeden sonra, öteden beri üzerinde durdukları proletarya devletinin niteliği ve oluşumu konusunda çok ihtiyatlı davranırlar. Engels, proletarya devrimden sonra da devlete gereksinim duyacaksa, bunu özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için uygulayacaktır. Bu nedenle devlet kelimesinden çok, Fransızca komün yerine geçecek ortaklaşacılık demenin daha doğru olacağını, programda devlet kelimesi yerine bunun kullanılmasını öneriyoruz, der. Biz derken, o sırada birlikte olduğu Marx’ı kasteder.

Böyle olmasına karşın, Ekim devrimi öncesi arayışı içinde olan Lenin, devleti devrim sonrasında eski biçimiyle yeniden gündeme getirir. Lenin bununla da kalmaz, bu katkısını bir adım daha ileri götürür, şöyle devam eder: “Komünizm döneminde belli bir süre yalnızca burjuva yasaları geçerliliğini korumaz; aynı zamanda burjuvasız burjuva devleti de varlığını sürdürür!”[8] Açıktır ki, Lenin artık aradığını bulmuştur! Rusya proletaryası, artık öteden beri söylendiği gibi, devleti yeniden kurma zahmetine katlanmayacaktır. Nasıl olsa, böyle bir burjuva devleti vardır. Hem, Rusya kapitalizm açısından az gelişmiş bir ülke olarak değerlendirildiğine bakılarak, bunun zorunlu bile olduğunu söylemek mümkündür.

Lenin’in böyle bir sonuca nasıl vardığı, tek başına yukarıda verilen ayrıntıdan anlaşılıyor. Devrim ile birlikte sistemin işleyişinde bıçak gibi kesilme söz konusu olamaz, eski sistemin burjuva yasaları devam eder, demek ki, burjuva devleti de devam etmelidir. Ama bu gerekçesini şu şekilde destekler Lenin: “Komünizmin ilk evresinde, kapitalizmin kalıntılarından tümüyle kurtulmak mümkün olmaz. Bu yüzden, komünist rejimde, bu rejimin ilk evresinde “burjuva hukukunun sınırlı ufku” korunur. Kuşkusuz, burjuva hukuku, tüketim nesnelerinin bölüşümü bakımından, zorunlu olarak bir burjuva devlet’e dayanır; çünkü, koyduğu kurallara uymaya zorlamaya yetenekli bir aygıt olmaksızın, hukuk hiç bir şey değildir.”[9]

Lenin’in bu katkısı ve onu bu sonuca götüren gerekçeler üzerinde durmadan, onun önerisinde sosyalist ya da komünist toplumda, burjuva devletinin nasıl söneceği ve yok olacağının yer almadığını hatırlatmak yeterli olacaktır. Oysa Marx ve Engels’in önerisinde bu çok açık ve oldukça anlaşılır niteliktedir: Proletarya devleti, sadece ve sadece düşmanı burjuvaziyi baskı altına tutmak (onu ezmek veya atomlarına ayırıp yeryüzünden silmek için değil) örgütlenecektir. Bu baskı altında burjuvazinin doğal olarak çözülmesi sürecine paralel olarak salt bu amaçla kurulmuş olan proletarya devleti de, bu şekilde sınıfların yok olması ile kendi doğal çözülme sürecine girmiş olacaktır.

Marx ve Engels’in devlet ve proletarya devleti – ortaklaşacılığı- üzerinde çok duyarlı Paris Komünü ile edindikleri zengin deneyim yanı sıra Engels’in devlet konusunda yapmış olduğu kapsamlı çalışmalara dayanır. Engels, bu çalışmalar sonucunda devletin çok özgün bir niteliği üzeride durur ve şunları söyler: “Toplum, kendisinden vazgeçemeyeceği bazı ortak görevler yaratır. Bu görevlere atanan kişiler, toplumun bünyesinde, işbölümünün yeni bir dalını meydana getirirler. Böylece, söz konusu kişiler, kendilerine vekillik verenlerin karşısında da bir takım özel çıkarlar elde ederler ve onların karşısında bağımsızlaşırlar.”[10]

Sömüren sınıfların sömürülen sınıflara olan egemenliği hiç de yabana atılmayacak bir karşılık ile temin edilebilmektedir; devlet giderek hizmet verdiği sömürücü sınıflardan bağımsızlaşabilmektedir.[11] Engels, bu karşılığın hiç de yabana atılamayacak kadar kapsamlı olduğunu aktarıyor. Bir kez bağımsızlığını elde eden bu güç, toplumda egemen sınıflar arası çelişkilerden yararlanarak kendi özgücüne kavuşan yeni siyasal güç haline gelir. Öyle ki, devlet iktidarı – bağımsız güç olarak – ekonomik gelişme üzerinde yapıcı etki yapabildiği gibi, bu gelişimin tersi yönde etkide bulunur. Öyle ki, kimi zaman gelişme yollarını tıkar; toplumu iflasa sürükler. Bazı durumlarda gelişmeye ağır zararlar verir ve yığınla enerji ve malzemenin çar çur edilmesine yol açar.

Engels’in de belirttiği gibi devlet, sahip olduğu bu güç ve göreceli bağımsızlık ile, burjuvazinin egemenliği için tehlike oluşturabilecek nitelik kazanabilir. Şüphesiz, burada altı çizilmesi gereken nokta, proletaryanın burjuva egemenliğine son verilmesi için onun egemenliğini temsil eden devletin burjuvazi için de tehlikeli olabilecek bu özgün niteliğini, onun burjuvaziden bağımsız olma özelliğini de göz önünde bulundurması gerektiğidir. Devletin bu bağımsız niteliğinin, burjuvazinin artık derin bunalımlarını simgeleyen emperyalist dönemde çok daha belirgin olarak ortaya çıktığı görülüyor. Devlet burada, kapitalizmi ayakta tutabilme amacıyla eskisinden çok daha güçlü bir konuma gelmiştir. Bu şekilde, emperyalist dönemde devlet, burjuvazinin sınıf egemenliğinin ayakta tutan ordusu, polisi, bürokratı yanı sıra, aynı zamanda içine kapitalizmin bunalımını denetleyici ve düzenleyici işlevi üstlenen kadroların oluşturduğu geniş bir orta sınıf temeli üzerinde yükselir hale gelmektedir. Engels, burjuvazi, kendi egemenliğini temsil eden devlet ile birlikte, aynı zamanda tarih sahnesine devleti etten kemikten temsil eden orta sınıfın sahneye çıktığını söyler. O zaman da işçi sınıfının, yalnızca burjuvazinin egemenliğine son vermekle kalmayıp, aynı zamanda devleti bir noktadan sonra sırf kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda ve en alçak yöntemlerle kullanan orta sınıf ile mücadele etmek durumunda kaldığını göz önünde bulundurmak gerekir.

Marx, burjuva devletini, onun tüm kurumları ile birlikte ortadan kaldırılması üzerinde ısrarla durması bu bakımdan da önemlidir. Devletin görece bağımsızlığından sonuna kadar yararlanan orta sınıflar, proletarya için başlı başına bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenledir ki Marx, Paris Komünü’nün, ilk uygulama olarak daimi orduyu lağvetmesi ve bunun yerini behemehal silahlı halkın almasını alkışlamaktadır. Bizatihi Komüncüler, kentin çeşitli bölgeleri temsil için seçilmiş, çoğunlukla işçi sınıfından gelen ve kısa süreli görev için atanmış ve herhangi bir anda görevine son verilecek Komün üyelerinden oluşur. Polis merkezi hükümetin adamı olmaktan çıkartılır, her an görevden alınabilecek nitelikte Komün hizmetine verilir. Aynı şey, bütün idari kademelerde bulunan devlet memurları için de geçerlidir. Komün temsili nitelikte, yani parlamenter organ olmaktan çok, aynı zamanda yürütme ve yargıdan sorumlu çalışan bir organdır. Komün üyelerinden başlayarak, bütün devlet memurları, işçilerle aynı ücreti alır. Yalnızca kent yönetimi değil, ama, devletin elinde olan her türlü yetki, Komün'e devredilir!

Devletin Tasfiyesinin Kaçınılmazlığı

Engels’in yapmış olduğu kapsamlı çalışmalar devlet ile orta sınıf özdeşliğini açıkça sergiler. Devlet örgütlenmesi içinde toplumda belirli kesimi halkın üzerinde bir konuma çıkartan görece elverişli, rahat ve saygın görevler dağıtılır. Dağıtılan bu görev, ordusu, polisi ve memuru ile burjuvazinin egemenliğinin temsil edilmesidir. Kuşkusuz, burada altı çizilmesi gereken nokta, burjuva egemenliğine son verilmesinin yeterli olmayacağıdır. Çünkü, sayıca çok az olan burjuvazi, egemenliğini burjuva demokrasisi içinde meşru olarak temsil etmesi için devlet ile birlikte, onu devleti etten kemikten temsil eden geniş bir asalak orta sınıf ile ittifak yapmak zorundadır. Bu nedenle, işçi sınıfı bir taraftan burjuvazinin egemenliğine son verirken, aynı zamanda devleti oluşturan orta sınıf ile mücadele etmek durumundadır.

Belirli koşullar altında birbirleri ile sürekli mücadele içinde olan burjuvazi ve proletarya arasında kimi zaman sözde aracı konumunda bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur. Bir bakıma, burjuva egemenliğini yansıtan devlet, yukarıda Engels’in de değinmiş olduğu gibi, sahip olduğu bu güç ve göreceli bağımsızlık ile, burjuvazinin egemenliği için tehlike oluşturabilecek nitelik kazanabilir. Engels, buna örnek olarak Fransa’da Bonapart, Almanya’da Bismark’ı gösterir. Devlet, bu görece denge içinde adeta tarafsız, sınıflar üstü ve her şeyden önemlisi de, Bonapartist nitelik kazanır. Bu durum, proletaryanın mücadelesinde çok farklı bir nitelik kazandırır. Devleti oluşturan ve burjuvazinin egemenliğinin temsil görevini üstlenmiş orta sınıfların burjuvazi ile yapmış oldukları işbirliğini kırmak ve orta sınıfları burjuvaziden izole etmek mümkün olmaz. Bonapartist nitelikteki devlet içinde orta sınıflar da, aynen üretim araçlarına sahip olan burjuvazi gibi, proletaryanın karşısına dikilir, onunla dişe diş mücadeleye girişir.

Bütün bunlar, Marx ve Engels’i, burjuva devletinin tek tek her kurumunu, ordusundan memuruna kadar, hatta ne kadar ulusal ve saygın nitelik taşırsa taşısınlar, Paris Komünü örneğinde olduğu gibi, ulusal bankaları da dahil tasfiye edilmesi, dağıtılması gerektiğini söyler. Engels, vaktiyle sınıfların ne kadar kaçınılmaz biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar da kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacağını söyler; bunlarla birlikte devlet de aynı şekilde kaçınılmaz birlikte yok olacaktır. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, tüm devlet makinesini bundan böyle kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır: asar-ı antika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına”.



________________________________________

[1] Lenin, bu alanda Marksist öğretinin özetlemesini oldukça sağlıklı yapar. Öyle ki, Komünist Manifesto’nun 1872 yılındaki Almanca baskısındaki önsöz içindeki değişikliğin önemine deyinir ve Komünist Manifesto’yu okuyanların çoğunun bu değişikliği ve bunun önemini görmediğini söyler. Ne var ki Lenin, Marx’ın proletarya egemenliği ile devlet kavramının uzaktan yakından ilgisi olmadığı ve proletaryanın devlet makinesini her ne pahasına olursa olsun parçalanması gerektiği konusundaki uyarılarının farkındadır; ama Sovyetler Birliği içinde bunu başaramayacaktır.



[2] V. Lenin, State and Revolution, Seçme Eserler, cilt 25, s. 381-490.

[3] “24 Ekim 1917 gecesi, zor kullanılmadan, dirençsiz ve hemen hemen tek kurşunsuz geçip gitti. Gerçekten bu devrim miydi? Ertesi sabah erken saatlerde belli olmuştu ki, gerçekten devrimdi: Hükümetin tüm görevini geçici şekilde yüklenen Sovyet Devrimci Askeri Komite imzalı bülten sokak duvarlarına asılmış bulunuyordu. Bu bülten, yeni rejimin bir çeşit doğum belgesidir. ”, François-Xavier Coquin, 1917 Rus Devrimi, May Yay., s. 123.

[4] V. Lenin, State and Revolution, Seçme Eserler, cilt 25, s. 381-490.

[5] Lenin’in burada söylediklerinin geçerliliği kuşkuludur. K. Marx’ın Felsefenin Sefaleti adlı eserinde zora dayalı devrim unsurunu ancak satır aralarında bulmak mümkün. Bu, biraz da proletaryanın devrim hareketi ve onun niteliğini hakkında Marx’ın başvurulacak en son eserlerinden biri olmasından kaynaklanır. Ama en fazla işçi sınıfının tarihsel uzlaşmazlığı ile ilgili olarak söylenenler olarak şu açıklamalar yer alır: “Ezilen sınıfın kurtuluşu demek, yeni bir topumun yaratılması demek olmaktadır böylece. Ezilen sınıfın kendini kurtarabilmesi için, o ana dek elde edilmiş üretici güçlerle varolan toplumsal ilişkilerin artık yan yana olmamaları gerekir... Burjuva düzeninin kurtuluş yolu nasıl tüm katman ve zümrelerin kaldırılması olduysa, işçi sınıfının kurtuluş koşulu da bütün sınıfların kaldırılmasıdır”.... İşçi sınıfı, uzlaşmaz karşıtlıklarını dışta bırakacak bir birlik koyacaktır ve bu anlamıyla politik iktidar diye bir şey kalmayacaktır.... Bu öylesine bir mücadeledir ki, en yüksek ifadesine götürüldüğünde, toptan bir devrim olur... Ancak sınıfların ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının artık bulunmadığı bir düzende toplumsal evrimler, politik devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana dek, toplumun her genel yeniden altüst oluşunun arifesinde, toplumsal bilimin son sözü hep şu olacaktır: Le combat ou la mort: la lutte sanguinaire ou le néant. C’est ansi que la question est invinciblement posée (G. Sand) – Ya savaş, ya ölüm, ya kanlı mücadele, ya yok olma. Sorun işte böyle amansızca konulmuştur.” Bunların dışında, Marx ve Engels’te zora dayalı devrimin Marksizm'in temel yasası olduğunu belirten herhangi bir tanımlamaya rastlanmaz.

[6] V. Lenin, State and Revolution, Seçme Eserler, cilt 25, s. 381-490.

[7] R. Luxemburg’da, bu konuda Lenin’i eleştirir ve şunları söyler: “Lenin, “Devlet ve Devrim: Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş” adlı eserinde, şöyle diyor: “Burjuva devleti, işçi sınıfı için bir baskı aracını işlevi görür; sosyalist devlette ise burjuvazi için bir baskı aracı olacaktır.” Bu şekilde Lenin, sosyalizmi bir bakıma baş aşağı çevrilmiş bir kapitalist devlet olarak tanımlamış oluyor. Ama bu basitleştirme, temel bir hususu gözden kaçırıyor: burjuva sınıfının halkın tümünü politik eğitim ve öğretimden geçirmesine gereksinimi yoktur, yada bunu çok sınırlı ölçüde tutması mümkündür. Oysa, proletarya diktatörlüğünün var olabilmesi için bu husus hayati önem taşır.”

[8] V. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 109.

[9] V. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 108.

[10] F. Engels, Conrad Scmidt’e 27.10.1890 tarihli mektup (Marx/Engels Seçme yazılar, 22. Baskı, 1974), Marx ve Engels, Devlet ve Hukuk Üzerine, May yay. 1977, s. 64.

[11] Devletin böyle bir dönüşüm sürecine girişi, tümüyle kapitalizmin bunalımı ile bağlantılı bir durumdur. Kapitalist üretim anarşisi zamanla tüm sistemin çökmesine yol açabilen zıtlıkları barındırır. Bunun en tipik örneği İngiltere’deki On Saat Yasası’dır. Kâr oranlarındaki düşme eğilimi giderek işçilerin günde 16 saat çalışmalarını gerektirecek düzeye geldiğinde ve artık bu koşullar altında işçi sınıfının ayakta kalamayarak yok oluş sürecine girmesi ile devlet kapitalist sistem adına müdahale ederek sermayenin aleyhine, ama kapitalist sistemin tümü yararına çalışma saatlerini düşürmek durumunda kalır. Günümüzde, kapitalist sistem içinde devletin sahip olduğu yetkiler, dünya savaşları aracılığı ile kitlelerin mahvına yol açabilecek düzeyde vahim kararlar alacak düzeye ulaşmıştır. ABD yönetimi, artık Kore, Vietnam ve bugüne kadar olan süreçte benzeri kitle katliamlarını içeren savaşlara karar verebilmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder