
Anayasalar
toplumu oluşturan sınıflar arası dengeyi belirler. Toplumda hakim ve ona tabi sınıfların
hiyerarşik dizilim içinde yetki ve görevleri üzerinde karşılıklı güç ilişkilerine
dayalı bir sözleşme niteliğindedir. Sözleşme hükümleri, en tepedeki sınıf için
yetkileri belirlerken, el alttakiler içinse yükümlülükleri tanımlar. Mevcut
anayasa metnine bakıldığında, bu durum çok açık biçimde kendini gösterir. Sözü edilen
sınıf ayrımı her ne kadar anayasa metni içinde zenginler, orta halliler ve
fakirler gibi sınıfsal konumu yarı-açık tanımlayan ifadeler yer almasa bile – yoksa o zaman bir ülkede zengin ve fakir
olgusu resmen meşrulaştırılmış ve tanınmış olur – toplumun bu veri yapısı buna
temellendirilen bir yönetim biçimi ile tanımlanır. Böyle bir yönetim biçimi
olan cumhuriyet, halkın özgür iradesi ile katıldığı seçimler sonucu oluşturulan
parlamenter rejim anlamını taşımaktadır. Bu parlamenter rejimin toplum bireylerinin
özgür iradeleri oy verdikleri seçimler sonucu oluştuğu söylenir.
Ama seçmenlerin
özgür iradesi tek başına oluşmaz. Toplumda bireyin özgür olduğu söylenen iradesinin
vücut bulmasını sağlayan birtakım güçler vardır: bu güçleri elinde
bulunduranlar, seçmelerin özgür iradelerini kendi beklenti ve menfaatleri
doğrultusunda rahatlıkla yönlendirebilir. Medya organları, TV, radyo, gazete bu
iradeyi koşullandıran unsurlardır. Bireylere sağlanan iş, sağlık, eğitim, yaşam
koşulları, vs. bireylerin özgür iradesi üzerinde doğrudan etki yapar. Bireyin
özgür bu iradesinin bu olanakları temin edenler lehine tecelli etmesi sağlanır.
Genel olarak bir
toplumda hakim sınıfın ideolojik aygıtları vardır. Hakim sınıflar – devlet ile iç içe çalışan bu aygıtlar;
örneğin burjuva ideolojisinin yaygınlaştırılmasını sağlar. Toplumu oluşturan
bireylerin kimlikleri, bireylerin kendilerini ve toplum içinde üstlenmiş
oldukları rolleri ile ilgili algıları, bu ideolojik aygıtların bireylere
benimsettiği maddi ideoloji aynalarında görerek kazanılır. Bireyler bu
ideolojinin nesneleri haline gelirler. Özgür olduğunu düşündükleri iradelerini
bu yönlendirme ile kullanırlar ve tercihlerini yaparlar.
Yürürlükte olan
anayasanın tamı tamına bizim toplumumuza özgü nitelikte bir güç dengesini yansıttığını
görmek mümkündür: yapılan tanımlamada cumhuriyet yönetiminden söz edilir; ama
sadece bu değil. Buna bir de Atatürk milliyetçiliği eklenmiştir. Buna ulusal
bütünlük - tek merkezden yönetim - ve
laik, sosyal ve hukuk devlet unsurları eklenir. Bu da cumhuriyeti kuran asker,
sivil ve aydınların güç dengesi içinde bize özgü bir yer alışı tanımlar.
Böylesi bize
özgü yerelliğe karşın, bu hiç de olağan dışı bir durum değildir. Bütün bu tür
cumhuriyet rejimlerine özgü parlamenter işleyişlerde belli bir coğrafyaya bağlı
ve veri koşullara uygun değişen güç dengesini yansıtan cumhuriyet biçimleri
olabilmektedir. Bunun gibi, bize özgün cumhuriyet biçiminde, emperyalist işgali
altındaki eski feodal toplumdan bugünün cumhuriyetine gelişte önemli bir rol
üstlenmiş sözü edilen “ara sınıfların” uzun bir dönemden bu yana belirleyici
niteliklerini yitirmiş olmalarına karşın etkinliğini en azından anayasa metni
ile sınırlı olsa bile koruduğu görülmektedir.
Şimdi bu temelden
bir değişim sürecine sokulmaktadır. Hakim sınıf – sermaye, bugünkü hali ile
cumhuriyet rejiminin içerdiği bu topluma özgü yerelliklerin zayıflığını fark
etmekte gecikmemiştir. Atatürk milliyetçiliği yada laisizm gibi biri evrensel
nitelik taşımayan ve diğeri görecelilik unsurlarını barındıran kavramları
tartışmaya açmış ve bunlara bir anayasa metni içinde yer verilmesinin doğru
olmadığı tezini benimsetmiş yada en azından bunların değiştirilemez anayasa
maddeleri içinde yer almalarına karşın tartışılabilir olduğunu kabul
ettirmiştir.
Ama yeni anayasanın
bundan çok daha önemli bir düzenlemeyi resmileştireceği anlaşılıyor. Yakın
zamana kadar günümüz burjuva toplumlarında siyaset kuramı olarak getirilen
sınıflar arası uzlaşma hegemonik blok olarak tanımlanabilecek yapı içinde
ifadesini bulmuştu. Bu anlatım bir önceki dönemde sermaye ve sermaye dışı sınıf
ve tabakaların iktidar bloğu içinde sahip oldukları güçlerine denk gelecek bir
bileşim ile yer almalarını anlatıyordu. Ama bugün bu yapı küresel sermaye ile
hızlı bir bütünleşme sonrasında ihtiyaca cevap veremez hale geldi. Yaşanan
başdöndürücü süreç, Türkiye’de taşların yerinden oynatılması ve iktidarın
yeniden biçimlendirilmesini zorunlu kıldığı anlaşılıyor. Şimdi bu blok
sadeleştirilmekte veya tekleştirilmektedir.
Eski hegemonik yapıya kıyasla
toplumu oluşturan sınıfların güç dengelerinde çok hızlı bir değişim süreci
yaşandığı açık. Uzun bir zamandır sosyalist ülkeleri çevreleyen yeşil kuşak
içinde yer alan Türkiye’nin bu konumu değişti. Sosyalist sistemin dağılması ile
birlikte jeopolitik olarak önem arz eden konumu daha bir farklı nitelik
kazandı.
Bundan sonra uluslararası sermaye
bölge üzerinde projeler geliştirmeye başladı. Türkiye’ye başat misyon yükleyen bir
eylem planı ile yola çıkıldı. Bu arada sermaye, cumhuriyetin kurucusu sıfatıyla
sürekli önünü kesen sınıflara olan bağımlılığından kurtuluyor ve onlara
demokrasiye vesayet koymakla suçlayarak iktidarı kendi bünyesinde “konsolide etme”
sürecini başlatıyordu. Kısaca sermaye, daha önce kendi dışındaki sınıf ve
tabakalar – özellikle de orta sınıflar zorunlu
olarak paylaştığı iktidarını konsolide ederek ona tek başına sahiplenme için
yola çıkıyordu.
Sınıf-içi ve sınıflar arası çatışmalar
Bunun için esaslı bir dönüşüm
sürecine girildiği görülüyor. Yeni dönem gerçekten de ülke dışında olduğu gibi,
ülke içinde de tam bir dişe diş çatışma halinde geçecek gibi. Önceki dönemlerde
yaşadığı inişli çıkışlı serüveninde istikrar için iktidardan pay isteyen çeşitli
sınıf ve tabakalar ile uzlaşmak zorunda kalmıştı. Ama o günden bu yana çok
zaman geçti ve çok şey değişti.
Kozmopolit – Rum, Yahudi ve Türk sermayenin 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra
başlattığı süreç, uluslaşma döneminde kaçınılmaz bir kırılma ile sonuçlandı. Cumhuriyetin
etnik ve din birliğine dayalı üniter yapısı ülke üzerindeki uzun vadeli süregelen
bir emperyalist projenin müdahalesinden kurtulamamıştı. Bu müdahale ile tek başına
kalan yerli ticaret burjuvazisi neredeyse her şeyi yüzüne gözüne bulaştıracak
ve tüm cumhuriyet projesini durma noktasına gelecekken, bir önceki döneme geniş
bir yönetim deneyimine sahip sivil ve asker bürokrasisi imdadına yetişmişti. Bu
arada ulusal bütünlüğün sağlanması çabalarında olduğu gibi, bu sefer ülkenin
ekonomik altyapısında temel hamlelerin atılmasında kuzey komşusunun sağladığı
büyük destekten de söz etmek gerekiyor.
Korporatist ögelerle takviye
edilen iktidar kısa sürede tarımda sağlanan gelişmeler ile ayakta kalmayı
başarmış ve kendi yarattığı tarım burjuvazisinin iktidar taleplerine makul bir
düzeyde karşılamıştı. Ama tarih boyunca ceberrut devlete boyun eğdikten sonra
özgürlüğün tadına varan tarım burjuvazisi, uluslararası sermaye ile işbirliğine
yanaşmadı ve kendini disipline etmek istemedi. Ama buna karşı çok sert bir
darbe aldı ve bir daha belini doğrultamadı. Bundan sonra da rejimi kurtarma
payesini kendine yakıştıran asker-sivil-aydın kesim tek başına kalan ve
emekleme döneminde olan sanayi sermayesine vesayet oluşturmakta hiç mi hiç
zorlanmadı.
Ama hayatın kendi doğal akışı
sürüyor ve kısa sürede ticari sermaye ile yollarını ayıran sanayi sermayesi
vesayete karşın kendi yolunda ilerlemeye devam ediyordu. Ne var ki, kısa sürede
karşısında bu kesimin ciddi muhalefetini buldu. Ama artık güven tazelemiş
sanayi sermayesi bir manevra ile bu saldırıyı savuşturdu. Ne var ki tehlike
geçmemişti. Bu sefer radikal kesimler işbirliği yaparak radikal söylemler ile muhalefete
geçeceklerdi. Bir kez daha, ama bu sefer karşı darbe çok şiddetli geldi. Bu
arada gelişen ülke ekonomisi, dünyada yaşanan hızlı gelişmeler sonrasında yeni
bir dönüşüm sürecine girmekteydi. Sanayi sermayesi, giderek küreselleşme
sürecinde yerini alacaktı. Bu darbenin gerçekleştirilmesinde en dikkate çeken
manevra, radikal blok içinde yaşanan çatlama olacaktı.
Artık ülke içinde sınıflararası
dengede yepyeni bir dönüşüm başlamıştı. Bu süreç bu güne kadar geldi ve durum
netlik kazanmış olmasına karşın henüz somut koşulları yansıtacak makul bir güç dengesinin
oluşturulması sancıları giderilemedi. Muhalif örgütlülüklerin ciddi bir
parçalanma içinde olmasına karşın henüz güçlerini yitirmedikleri açık. Küreselleşmenin
ciddi sorunlar içinde olması bir tarafta, çıkar çatışmalarının keskinleşmesi
diğer tarafta bu kesimin tabanının genişlemesine yol açtı. Şimdi radikal kesim
içinde bir zamanlar sermayenin temsilciliğini yapanlar ve tutucu kesim ile
diğer uçta da anayasacı olan ve olmayan asker-sivil-aydın kesim radikal sol
kesime kadar geniş bir yelpazede olanlar bir araya geliyor. İlginç olan husus, bu
kesimin iktidar bloğundan uzaklaştırılmış ve güç odaklarında netleşme nedeniyle
toplumda iktidara yakın kesimlerin patronajından yararlanamadığı için giderek
zorunlu proleterleşme sürecine tabi olmaları ile daha da radikalleşiyor
olmaları.
Bütün bu süreç içinde işçi sınıfı
hiçbir zaman güç odağı olarak ortaya çıkamadı. Sadece kısa bir süre; sanayi
sermayesinin ilk ortaya çıktığı ve çıraklık dönemine özgü işçi sınıfının siyasi
mücadeleyi başlatabildiği kısa bir dönem hariç, ne örgütlülük ne de siyasi
bilinç düzeyi bu süreç içinde etkili olabilecek seviyeye gelemedi.
Türkiye şansını kullanmak istiyor
Uzun bir süre Türkiye, uluslararası
ilişkilerde yardımcı roller üstlenmişti. Sırtı sürekli sıvazlanmış ama çok aza
kanaat ettirilmişti. Makûs talihi, onu kendini sonuna kadar sömürtecek
emperyalist işbirlikçilere esir etti. Son büyük savaş sonrası ekonomik bunalımdan
kurtulmak için Kore’de başlatılan sıcak savaşın en ön cephesinde yer aldı ve
bundan acı çekti. Karşılığında sadece karşı NATO vesayeti ile yetinmek zorunda
kaldı. Ama bunun için çok büyük bir risk almak zorunda kalmıştı. Topraklarına namlusu dost olmasa bile komşusu
ülkeye yöneltilmiş nükleer başlıklı Jüpiter füzelerini yerleştirildi. Türkiye dünyanın
sonunu getirecek dehşet dengesinin ön en cephesinde ateşe atılmış bir ülkeydi.
Bugün de ateş hattına sürülmek üzere.[i] Ama
bu sefer tarihinden gerekli dersini almış görünüyor.
Türkiye şimdi bir şans yakalamış
durumda. ABD için dünyanın en büyük ve etkili ordularından birine sahip olması ile
öne çıkan Türkiye, yanı sıra uluslararası sermayenin için ucuz işgücü peşinde
koşmaya yönelmesi belli ölçüde bu sermayeyi kendine çekebilir avantajlara
sahip. Ne de olsa hiç de yabana atılmayacak ucuz ve nitelikti işgücü ve aynı
zamanda Avrupa pazarlarına yakınlığı ile uluslararası sermaye için stratejik
konumlanma avantajları sunuyor.
Bütün mesele, bir taraftan işçi sınıfı
üzerinde bugün makul ve kabul edilebilir nitelikte olan hâkimiyetini orta ve
makul bir uzun vade içinde istikrar içinde sürdürebilmesi ve en az bunun kadar
önemli olan bir başka unsur olarak da, artık tüm kapitalist ülke yönetimlerinde
vazgeçilmez bir koşul olarak kabul edilmiş ve yürürlüğe sokulmuş biçimde
sermaye iktidarının uzlaşmacı bileşimine son verip tümüyle sermayenin emrine
verilmesini sağlamaktı. Türkiye’de yakın zamanda bunun için epey adım atılmış
ve hatta işçi sınıfının siyasi hareketi tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi,
adeta tümden yok edilebilmiş ve sendikal örgütlülüğü çökertilmişti.[ii] Ama
aynı şeyin orta sınıfların temsilcileri "radikal sol" kesim için
söylemek mümkün değildi.
Sorun sadece sermaye-dışı
kesimlere verilen tavizler ile de bitmiyordu. Ülke içinde sermaye sınıfı ile
bir biçimde tam bir kader birliği yapmayan, ama giderek güç kazanan kesimlerin
de hizaya getirilmesi gerekiyordu. Özellikle bu kesimler, sahip oldukları güç
ile, hakim yapı içinde başı buyruk davranışlar ile dikkati çekiyor ve örneğin,
elde ettikleri siyasi güç aracılığı ile topluma sempatik görünerek güç kazama
veya sahip oldukları medya aracılığı ile bu alandaki etkinliklerini bir koz
olarak kullanma eğilimine giriyorlardı.
Sermeye kesimi içinde belli bir hiyerarşik
yapının oluşturulamamış olması güvensizlik sorununu da içermekteydi. Bu dağınıklık,
aynı zamana sorumluluğu ele alacak kesimimin ideolojisi ile bir araya
getirildiğinde, bir bütün olarak bu kesimin istikrarsız oluşunu daha da belirginleştiren
bir manzara ortaya çıkartıyordu. Şimdiye kadar ana çizgi olarak piyasa
ekonomisi ve demokratik rejimin ülkeye özgü Kemalist ve laik yorumu izlenmişti.
Ama ayni ana çizginin farklı bir yorumu ne ölçüde bütünleştirici olabilirdi?
Kaldı ki, bu yorum, örneğin ABD’de açık ve Avrupa’da örtük bir biçimde eski
laik yorumun yerini alıyor olsa bile, Türkiye için durum farklıydı. Türkiye’de
dinde reform yapılmamıştı ve dinci
ideoloji fanatik bir öze sahipti. laik
kesim içinde ateist eğilim çok az bile olsa, dindar olanlar arasında dinci
yorum bu fanatik özelliği bakımından endişe kaynağı olmayı sürdürebilirdi.
Hakim sermaye sınıfının
geleneksel “toplumsal sözleşme” esaslarının değiştirilmesi mücadelesi ülkenin
böylesi zor bir dönem geçtiği bir zamanda gündeme getiriliyor. Bu talep
uyarınca başlatılan süreç, onu bütünleyen diğer girişimlerle birlikte, işçi
sınıfı içinde bir hayli tepkiye yol açmasına karşın kesintiye uğratılamadı.
Çelişkiler henüz çözümlenmiş değil ve tarafların aktif katılacağı olası
gelişmelere de gebe olduğu açık.
Başlatılan yeni süreçti ilk ve en
çetin kavga sermeyenin kendi içinde yaşandı. Topluma pek yansıtılmamış olmasına
karşın, kimi zaman uluslararası sermayenin doğrudan katılımı ve kimi zaman da
“burjuva demokrasisinin” yerleşik kurallarının aşırı zorlanması – özellikle medya sermayesi içindeki
çekişmelerde – sonucunda operasyonun ilk aşaması tamamlandı.[iii] Başta
enerji ve medya alanlarında öne çıkan sermaye kesimleri olmak üzere, kural
tanımayan ve başına buyruk sermaye ile çetin bir hesaplaşma yürütüldü. Bu arada
sermaye için tedirginlik ve endişe yaratacak girişimler üzerinde görüşmeler
sürdürüldü ve karşılıklı varılan anlaşmalar aile fotoğrafları aracılığı ile yansıtıldı.
Kimi sermaye çevrelerinden “demokratik makyaj” gerekliliği bahanesi ile çatlak
seslerin çıkmaması üzerinde görüş birliği sağlandı. Artık sermayenin medya
çalışması yeknesak ve tek elden yürütülecekti.
İç sorunlarını çözümleyen
sermaye, yüzünü ara sınıf ve tabakalara çevirdi. Burjuva demokrasisi
ideolojisini benimsemiş olmasına karşın, üretim araçları sahipliliği bağlamında
kendisini emekçi kesim alarak değerlendiren ara sınıflar, bürokrasinin
kendilerine sağladığı olanaklara ak olarak, demokratik mücadeleleri ile epey
sıkıntı yaratabilmişlerdi. Ama Sermaye bu sefer yürüttüğü mücadelesinde onların
kendi silahı ile vurmaya başladı. Bunu da hiç ummadığı kadar kolay bir biçimde
gerçekleştirmeyi başardı. Çünkü bu kesim, gerçekte burjuva ideolojisinin
başından sonuna desteklemişti. Muhalif olduğu tek durum, bu hizmeti
karşılığında yeterli ölçüde pay alamamasıydı. Oysa örneğin bir zamanlar ülkeyi
içine düştüğü umutsuz durumdan çekip çıkarmışlardı. Gerçi o zaman bile sermaye
onları üretim araçlarına bir adım bile yaklaştırmamıştı.
Bir zamanlar kendini ülkenin
hakimi olarak gören bu kesim, şimdi söylenenleri tıpış tıpış yerine getiriyor.
Sermaye bu konuda beceri, yetkinlik ve kararlılık konusunda gerçekten çok iyi
bir sınav veriyor. Burjuva demokrasisinin ne menem bir kavram olduğunu dosta
düşmana pek de veciz bir biçimde aktarıyor.
Sermayenin ara sınıf ve tabakalar
ile mücadelesinde pek dikkati çekmeyen bir başka yön daha var. Bir zamanlar
emekleme döneminde bu kesimin kaçınılmaz desteğine artık ihtiyaç duymadığının
açık ve seçik bir biçimde dile getirdi oldu. Zaten böyle olduğu için de, esas
itibarı ile onu egemen blok içinden dışlıyor. Askerinin yerine polisini,
doktoru, mühendisi, avukatı yerine kimi zaman yabancı uzmanını, yandaş
meslekten adamlarını, yada burjuva demokrasisini savunacak, onu yaşanacak her
bir sıkıntılı dönem ve darboğazlarda destekleyecek ve sırtlayacak aydın
kesiminin yerine de yandaş aydınını, bilim adamını veya akademisyenleri ile
değiştirebileceğini açık ve seçik bir biçimde gösterdi. Bundan sonra da şimdi
tüm bu kesimi eskiden beri yürütmekte olan proleterleşme sürecine eskisinden
çok daha hızlı ve kesin bir biçimde sokabildi.
Ama bu sefer sermaye, ABD’nin
yeni enerji kaynaklarında tam hâkimiyet sağlamak, Ortadoğu’da etkinliğini
sağlamlaştırmak ve Avrasya’ya açılmak için geliştirdiği strateji içinde
Türkiye’nin stratejik konumunu iyi değerlendirmiş görünüyor. NATO’nun Avrupalı
müttefiklerinin kendi iç sorunları ile boğuştuğu bir dönemde bu ülkelerde
olduğundan farklı bir biçimde dizginleri ele almayı başarmış görünen sermaye,
bütün bunlara karşın ülke sınırlarının bütünlüğünü koruma pazarlığında başarılı
olduğu anlaşılıyor.
Ne de olsa masaya yatırılan plan,
sermayenin elini oldukça güçlendiren kozlar içeriyor. Bir zamanlar ülke
sınırları içinde ülkenin kuzey komşusuna yönelik nükleer silah başlıkları
barındıran Türkiye, hala daha komşuları için bir nükleer içermeyen ülke
konumuna erişemediği [iv] gibi,
bir de, güney ülkesi İran’a yönelik bir füze kalkanının toprakları üzerine
yerleştirilmesine izin vermek durumundaydı. Bu Türkiye sermayesi için, bütün
Şii dünyasının öfkesini üstüne çekmek demekti. Üstelik komşularla sıfır sorun
politikası izlendiği bir dönemde ve adeta ülke dış politikasında söylenen
sözlerin sadece söz olarak kaldığı ve hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığı
imajını doğuracak bir biçimde. Dahası, bizzat başbakan tarafından, bir baka
sorunlu güney ülkesi Suriye başkanı için ülke iç işlerine müdahale niteliğinde
çekilme önerisinde bulunmuştu.
Düğüm noktası üniter devlet
Uludere’de yaşananlarla ilgili en
anlamlı açıklama, dış ticaret ile ilgili bakan yaptı. Bundan böyle, tüm Doğu
Anadolu ekonomisinin can damarını oluşturan kaçakçılık ekonomisi devlet eliyle
yürütülecek. 35 kişinin ölümü ile sonuçlanan bombalama olayı hakkında savcılık
soruşturma açılmasına karşın, alınan fotoğraflarının ortaya çıkmaması ve soruşturmada
gizlilik kararının çıkmasının ardından olayın üstünün örtüleceği ortaya çıktı.
Bu durum sermayenin asker ile ilgili tavrına ilişkin şifreleri de içermekteydi.
Ama gerçekte bunun PKK'nın bitirilmesine yönelik ilgili taraflar arasında
yürütülen görüşmelerin sonuçlandığı ve bunun uygulamaya sokulduğunun işareti
oldu. Çünkü K. Irak artık fiilen bir devlet olarak ortaya çıkmıştı. Uzun
zamandan bu yana oluşturulan Kürt ve Arap bölgelerini ayıran sınır bölgenin en
huzurlu yeri olmuştu. Şimdi aynı durum Kürt ve Türk sınır bölgesi içinde
oluşturulacaktı.
Bir ulusun birliği, o ulusun
hakim sermayesi için en vazgeçilmez bir durumdur. Gerçekte ulusun bütünlüğü,
sermaye için hayati nitelik taşıyan ve onun hâkimiyetindeki piyasa üzerinde
kontrolü ve denetimi için olmazsa olmaz koşuldur. Ama bu bütünlüğün,
kimilerince ileri sürüldüğü gibi, mutlaka “üniter” bir yapı içinde olması
gerekmez. Yerine göre, federal çözüm daha istikrarlı bir bütünleşme
sağlayabilir ve merkezi hükümetin çok daha sıkı bir piyasa hâkimiyeti tesis
etmesine yol açabilir. Ama böyle bir çözüm ilk kuruluş aşamasında veya
sonrasında bizde olduğu gibi zorunlu olarak ortaya çıkması durumunda, böyle bir
zorunluluğun sermayenin arzusu hilafına olması kabul edilemez. Nitekim bundan
önceki hükümetler de şimdiki hükümet de böyle bir çözüme hiç taraf olmamış ve
PKK ile var güçleri ile karşı durmuşlardı. Ama öyle anlaşılıyor ki, sorunun
çözümü şimdiki hükümet tarafından sağlanmış görünmektedir.
Uluslararası diplomaside bir
ülkenin muhaliflerinin sınır olan veya olmayan üçüncü taraf ülkelerce korunması
ve kollanması kabul gören bir uygulama. PKK esas itibarıyla yöre halkının geçim
kaynağı olan sınır kaçakçılığı üzerinde faaliyet gösteren bir apolitik yapı
iken, bölgede hâkimiyet kurmak isteyen ABD için bu örgüt bir taşla iki kuş
vurma olanağı sağlamaktaydı. Kürt realitesinin insancıl değerler bağlamında dünya
çapında gündeme taşınması sayesinde aynı zamanda birden çok ülkede yaşayan Kürt
halkının ayaklandırılması da sağlanacak ve bu ülkelerin merkezi hükümetlerine
karşı çok güçlü bir pazarlık gücü elde edilecekti. Kürt halkının sırtından
sağladığı bu güçle de bir hayli zamandır ilgili taraflar ile pazarlık
yapmaktaydı.[v]
Bu pazarlıkların tamamlanmış
olduğu gözleniyor. ABD K. Irak’ta İsrail ölçeğinde kendine bağımlı bir devlet
oluşumu sürecini tamamladı. Türkiye bu sürece sanıldığının aksine hiç köstek
olmadı. Tersine, K. Irak Kürt Devleti’nin oluşumuna en fazla lojistik destek
sağlayan ülke oldu. Her iki taraf da bundan memnun kaldı. Gerçekte, şimdi
ABD’nin Türkiye’ye şükran borcu var ve onun üniter devletinin sınırlarını
tanıması çok doğal.
Yeni dönem yeni anayasa
Bundan önceki dönemde iktidarın
paylaşılması olgusu, belli ölçüde sermaye için bir zafiyet anlamını da
taşımaktaydı. Sermaye tarihi boyunca böyle bir zafiyet içinde olagelmişti.
Toplumun çok az bir kesimini oluşturmasına ve buna karşın işçi sınıfına karşı
uyguladığı sömürü düzenini adil, insancıl, demokratik böyle olduğu için de
meşru olduğu görüntüsü verme çabası içinde, iktidarını sürdürebilmesi için işçi
sınıfı dışına olan ve kendine yakın kesimler ile işbirliğini zorunlu
görmekteydi.
Ama şimdi buna gerek duymuyor.
Gerçekte buna zorunlu olarak mecbur kalıyor. Kâr oranlarındaki azalma, bir
taraftan sermayeyi işçi sınıfına uyguladığı sömürü oranlarını artırmaya
iterken, diğer taraftan da işçi sınıfı dışında kalan kesimlerin proleterleştirilmesi
sürecine eskisinden olduğundan daha hızlı bir tempoda gerçekleştirilmesini
zorunlu kılıyor. Köyden kente göç ve kırsal nüfusun kentlere göç ettirilerek
ucuz işgücü ordusuna sorulması süreci hızla sürdürülüyor. Bu süreç, zamanlama
farkı dışında belki de şimdiye kadar gözlenmedik biçimde hızla sürdürülüyor.
Başta doktorlar ve öğretmenler
olmak üzere, yeni dönemin güvenlik ve ideolojik hizmetlerini sağlayan kesimler
dışında kalan bütün devlet memurları hızla proleterleştiriliyor. Türkiye’de en
fazla istihdamın gerçekleştirildiği sağlık kesiminde taşeronluk hızla
yaygınlaştırılıyor. Doktorlar performans sistemine kurban edilerek
kapasitelerinin üzerinde çalıştırılmaya zorlanıyor. Yüz binlerce öğretmenin
ataması yapılmayarak onların sözleşmeli yada taşeron elemanı olarak çok düşük
ücretlerle çalışmaya zorlanıyor. Dünya çapında ünlü uzmanlar, memurlar için
asgari nitelendirilebilecek ücretlerle çalışmaya zorlanıyor.
Bundan önceki dönemlerde,
sistemin örgütlenmesinde öncü görevi üstlenen merkezi idare – devletin anlayışı
değiştiriliyor. Onun geleneksel olarak üstlenmiş olduğu toplumsal refahın
sağlanması işlevi tümüyle kaldırılıyor. Devlet bir önceki hegemonik döneme özgü
toplumsal sözleşme ilkesi bağlamında bir tarafların hizmetinde bir araç
olmaktan çıkartılıyor; tümüyle sermayenin hizmetine veriliyor.
Kuşkusuz, burada ilave açıklığın
getirilmesi gerekli. Devletin bilinen geleneksel özünde hiç bir dönemde
değişiklik olmamış ve sermayenin egemenlik aracı olma işlevini sürdüregelmiştir.
Ama özellikle kapitalist sistemin canına ot tıkayacak ölçüde şiddetli
bunalımlarda devletin çıkış yolu olabileceği akla gelmiş ve bu gibi geçici
dönemlere özgü devletin "hizmet sağlayan bir kurum" olarak da bazı
işlevleri üstlenebileceği öngörülmüştür. Ama şimdi bu tümüyle geride kalmıştır.
Devlet günümüzde artık ilk başta olduğu gibi, sadece sermayenin hizmetinde olan
bir kurum olarak yeniden yapılandırılması gerekliliği ortaya çıkmıştır.
Devletin önceki
döneme özgü sermayenin güvenliği dışında sistemin istikrarı uğruna bir hizmet
organı olma işlevinden arındırılması ve tümüyle sermayenin emrine verilmesi
yanlış bir algılamayı da beraberinde getirmektedir. Sözü edilen hizmet
kuruluşları olarak belediyelerin öne çıkması, merkezi idarenin
yerelleştirilmesi olarak algılanmakta ve bu durum giderek siyasi örgütlenmenin
federatif yapıda yeniden düzenleneceği biçiminde yorumlanmaktadır. Bu
kesinlikle doğru değildir. Yeni düzenlemeler ve pratikten edinilen deneyimler,
belediyeciliğin yaygınlaşmasının ademi-merkeziyetçi bir yapıdan çok, iktidarın
doğrudan ve keyfi nitelikte müdahalesine açık bir yapının sağlanmasına olanak
sağladığını göstermektedir. Zira sermayenin iktidarında konsolidasyona gitmesi
ile, artık hiçbir sınıf ve tabakaya ödün vermek durumunda kalmayacaktır. Bundan
sonra belediyeler tümüyle merkezi idarenin gözü kulağı olarak ve onların
ideolojik koşullandırma aygıtı işlevini üstlenerek çalışma yapacaktır. Zira bu
yeni biçimiyle belediyecilik sivil toplum kuruluşları olmaktan hızla
çıkartılarak birer merkez organı niteliğine dönüştürülmüştür.
Yeni dönemde öteden beri devletin
sosyal güvenlik işlevini bir anayasal sorumluluk olarak üstlenmesinden
vazgeçilmesi ilkesi yerleştiriliyor. Bunun için anayasal bütünlüğün bozularak
yerel yönetimlerin devreye sokulması ile sosyal güvenlik sistemi yerel
yönetimlere devredilirken, aynı zamanda bireylerin sosyal güvenlik hakları
tanımı iğdiş edilmekte ve bir hak olmaktan çıkartılıp bir iane niteliğine
dönüştürülmektedir. Kimilerince bu gelişme, burjuva devletin geleneksel
konumunda çok ciddi bir aşındırma olarak yorumlanmaktadır. Oysa bu doğru
değildir. Tersine, bundan önce devletin anayasal hükümler doğrultusunda hizmet
verme kuruluşu olarak tanımlanmış olması eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur.
Sermaye açısından ele alındığında, bugün gerçekleştirilen yeni yapılanma,
devleti doğru konuma daha fazla yakınlaştırmış olacaktır.
Bundan böyle sadaka anlayışı ile
oluşturulacak yardımlaşma ağları belediyeler veya yerel cemaatler aracılığıyla
yürütülecektir. Bu da halkı yaşamlarını sürdürebilmek için bu ağların fiziki ya
da fikri mensupları olmaya itecektir. Yani sosyal güvence sağlanması için artık
vatandaş değil, cemaat üyesi olmak gerekecektir. Vatandaşlığın elden gitmesi de
cumhuriyetin yok edilmesi anlamını taşıyacaktır.
[i] 1960’lı yılların
başlarında Küba-Sovyetler Birliği işbirliği sürecinin artık ABD için kabul
edilemez bir küresel bir tehdit haline gelmesi üzerine CIA, dönemin başkanı
Kennedy’i Küba’ya saldırı için ikna eder. CIA, göze batmayacak küçük çapta bir
saldırının bu küçük ülkedeki muhalifleri rejime karşı ayaklandıracağını ve
ülkeyi kaosa sürükleyeceğini düşünmektedir. Ama Domuzlar Koyu Çıkartması olarak
bilinen operasyon tam bir “hezimet" olur. Çıkartma yapanlara hiçbir yardım
gelmez. Castro kuvvetleri 300 kişiyi öldürür, 1000 kişiyi öldürür. Bunun
üzerinde ABD filosundan 19 gemi, Küba’nın çevresinde 800 km çapında bir çember
oluşturur ve adayı abluka altına alır. Bu sırada 25 Sovyet gemisi Atlantik’te
Küba’ya doğru hareket halindedir. Dünya bir nükleer savaşın eşiğine gelmiştir.
Atmosfer o kadar gergindi ki, bütün dünya her an bir çatışmanın çıkmasını
beklemeye başlar. Olası bir çatışma ise, üçüncü dünya savaşı demek olacaktır. Bu
nedenle Sovyetler geri adım atar; Türkiye’de yerleştirilmiş Jüpiter füzelerinin
sökülmesi karşılığında Küba’daki askeri varlığına son vermeyi kabul eder. Dünya
rahat bir nefes almıştır.
[ii] İşçi sınıfı ile ilgili
abartılı ve kabul edilmesi bir hayli zor da olsa yapılan bir tespite burada yer
vermek gerekir: “Teslim etmek gerekir ki,
AKP’nin toplumsal alana yöneldiği dönemin karakteristiği, işçi sınıfının tüm örgütlülüğünün
ve mücadele kültürünü terk ederek sahneden çekilmiş olmasıdır. Bu çekilme işçi sınıfı çevresinde yer alan
“nesnel olmayan” hareketliliklerin de ya sahneden çekilmesi ya da liberal
kuşatmayla etkisizleşmiş olması sonucunu vermiştir. Toplumsal alandaki tablo
bir çöküntü manzarasıdır. Böylesine
bir manzarada, AKP’nin karşısına çıkan yegâne iki unsursa, ne 12 Eylül’ün ne de
10 yıla yakın AKP çürümesinin tüketebildiği Kürt ve Alevi dinamikleridir.” ”
Liberalizmin Hedefindeki Dinamik:
Aleviler, Turan Konu, Gelenek, Aylık Marksist Dergi, Ocak 20, Sayı 108,
Sayfa 32.
[iii] Bu bağlamda yaşanan en
büyük sıkıntılardan biri, doğulu dinlerde mistisizm ve bunun getirdiği ödünsüz
tavır alma sonucu sermayenin yeni yapılanmasında izlediği ideolojide bir çatlak
ortaya çıkması oldu. İman ila paranın bu kadar iç içe geçmesine karşı tepkinin
yükselmesi üzerine N. Erbakan, son bir vefa borcu olarak girişimde bulunması
etkili oldu. Ama bu tepkinin yatışmış olduğunu göstermez.
[iv] ABD’ni kontrolündeki
İncirlik Üssü’nde nükleer başlıklar olduğu gazete haberlerinde yer alıyor.
[v] İçişleri Bakanı Atalay,
Radikal gazetesinde çıkan demecinde, PKK’nın bitirilmesi için ABD ve Erbil
hükümeti ile gerçekleştirilen üçlü görüşmelerle ilgili olarak “Üçlü mekanizma içinde görüşüyoruz. İki yıla varan bir
süredir üçlü mekanizma çalışıyor. Son İstanbul toplantısında kabul ettiğimiz o eylem
planı üzerinde durduk” demekteydi. Radikal, 12 Aralık 2011.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder