8 Temmuz 2012 Pazar

Sendikal Harekette Birlik Perspektifi

Türk sendikal hareketinde yakın zamandaki değişim dikkat çekici. Bir taraftan sermaye adeta gözü dönmüş bir biçimde sendikacılığın kökünü kazımak için işçi sınıfına büyük bir saldırıya geçti. Sendikalar uzun yıllar boyunca kazanılmış tüm haklarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya. Sendikal örgütlenme giderek zorlaşıyor, sendikalar her geçen gün kan kaybediyor. Sendikalaşma oranı düşüyor. Ama bütün bunlara karşı işçi sınıfının mücadele kararlılığı ve bilinç düzeyinin değil azalmak, tam tersine artışına tanıklık eden gelişmeler yaşanıyor.
Bu bağlamda çok ilginç bir gelişme, İstanbul’da 1 Mayıs 2007 kutlamaları sırasında gözlendi. O yıl kutlamalar Türk-İş ve DİSK tarafından Kadıköy ve Taksim’de ayrı ayrı düzenlendi. Kadıköy’deki kutlamalara biraz da dudak bükerek katılanlar, etkinliğin düzeyine bakarak bir an şaşkınlığa uğradılar. Önde Türk-İş ve bağlı sendikalar, arkada ise siyasi kuruluş ve gençlik örgütleri olmak üzere düzenli yürüyüş kolu coşku içinde toplantı alanına yürüdü. Daha sonra Türk-İş sendika yetkilileri, genç kadın ve erkek işçiler, işçi sınıfının mücadele ruhuna yakışır biçimde coşkulu konuşmalar yaptılar. Bu konuşmaları, dönemin Türk-İş başkanı Salih Yıldız’ın çok uzaklardan yankılanan gür sesi ile yaptığı konuşması izledi. O günkü kutlamalar düzenli yürüyüş kolu ve disiplini ve coşkulu konuşmalar ile dikkati çekti. Türk-İş’in öncülüğündeki 1 Mayıs yürüyüşü sık sık “1 Mayıs”, “Örgütlü Mücadele”, “İşçilerin Birliği”, “Halkların Kardeşliği”, “1 Mayıs Alanı Taksim ”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “Emekçi Düşmanı Vali İstifa”, “Katil ABD” “IMF Defol”, “Bu Memleket Bizim”, “Şeriat ve Darbe’ye Hayır”, “Demokrasi” “Toplu Sözleşme”, “Sağlık, Eğitim ve Sosyal Güvenlik” için atılan çeşitli sloganları eşliğinde gerçekleşti. Hükümetin özelleştirme, sosyal güvenlik ve sağlık politikaları protesto edildi. Taksim’i şiddet alanına çeviren Vali ve Emniyet Müdürü sık sık yuhalandı ve istifaya çağrıldı. İskele Meydanı’nda yapılan mitingin sonunda konser verildi, halaylar çekildi. Sonunda miting olaysız sona erdi.
Aynı gün DİSK’in Taksim’de düzenlediği kutlamalar ise yine bir başka ve ilginç gelişmelere tanık oldu. Bu kutlamalara hazırlık döneminde DİSK, Taksim alanında gövde gösterisi yapılacağı görüntüsünü yansıtmaktaydı. Bu gün için beklentiler en üst düzeye çıkartılmıştı. Gerçekten da kutlama günü gözlenen yığınsal katılım bunun bir göstergesiydi. Kitleler çağrıya cevap vermişti. Ama sonuç tam tersine kaos oldu.
Bu kutlamalarda işçi sınıfı düşmanlarının beklentisi her türlü olumsuzluk vardı. Sözüm ona işçiler geleneksel 1 Mayıs gösterilerinin tarihine sahip çıkacaklardı. Ama 1 Mayıs günü polis DİSK’e tarihini dar ettirdi. Kutlamalar meydanda polis ve göstericilerin köşe kapmacası biçiminde geçti. Polis, göstericilere tahrikli su sıktı, biber gazı kullandı. O gün polis kutlamalara özellikle şiddete başvurmada kararlı ve bunun için her türlü fırsattan yararlanma niyetindeydi. Üstelik bunun için çok iyi bir fırsat da yakalamıştı. Kutlamaların kaos içinde geçmesinin başlıca nedeni, eski 1 Mayıs etkinliklerine özgü gösteri düzeninin olmayışıydı. Alanda yapılacak kutlamalar için hemen hemen hiçbir güvenlik önlemi alınmamıştı. DİSK yöneticileri, katılanları göz göre göre polisin şiddeti ile yüz yüze bırakmıştı. Polis DİSK başkanlar kurulunu hemen DİSK genel merkezi önünde adeta faka bastırmış ve kapısının önünden bir adım dahi atmasına fırsat vermemişti.
Gün boyunca şiddet gösterilerinde baş rolü alan ve her nedense burjuva basınında üstüne basa basa “solcu” olarak yansıtılan anarşistler, gün boyunca kutlamaları rezil ettiler ve sonra da ellerini kollarını sallayarak evlerine gittiler. Ama 1 Mayıs coşkusu için orada olan ve bu tür şiddet gösterilere değil katılmak, tersine kutlamaları bu şekilde sabote edenlere karşı çıkanların başına gelmedik kalmadı. Tepeden tırnağa zehirli ve ölümcül olabilen gaza bulandılar. Gün boyunca maruz kaldıkları polis şiddetinden gözlerini açamadılar. Bu yetmedi, yeterli sayıda bir grup yürekli insan cımbızla seçilmişçesine olaylar sonrasında ile polis tarafından nezarete alındı ve çeşitli baskı ve işkencelere maruz kaldılar, dövüldüler, tekmelendiler ve aşağılandılar.
"Her ne pahasına olursa olsun 1 Mayıs'ta Taksim'de olacağız" diyen DİSK yetkilileri, bütün bu olup bitenlere seyirci kaldı. Oysa bir zamanlar durum bundan farklıydı.
Bundan tam 30 yıl önceki 1 Mayıs 1977 tarihinde Taksim Meydanı’nda o tarihe kadar görülmemiş bir yoğunlukta 500 bin kişinin katılımı ile düzenlenen kutlamalara burjuvazinin silahlı saldırı düzenlemiş ve çıkan olaylar sonucunda 34 kişi ölmüştü. Ertesi yıl kutlamalar daha büyük bir coşku ile, ama bu sefer tüm katılanların görevlilerce alınan çok sıkı güvenlik önlemleri ile korunduğu düzenli, disiplinli ve her bakımdan işçi sınıfına yakışır bir biçimde düzenlendi.
Yakın zamanda düzenlenen 1 Mayıslar, bu görkemli kutlamalar ile kıyaslanmayacak düzeyde sahipsiz kalmış görünmekte. Sanki katılımcılara “artık başınızın çaresine bakın” deniyor. Bir taraftan kutlamaları sabote edenlerin, diğer taraftan da burjuvazinin güvenlik güçlerinin keyfi baskı ve şiddet uygulamalarının insafına terk ediliyorlar. Ama her seferinde inatla DİSK yöneticileri ve akıl hocaları bu durumu görmezden geliyor ve ayak diretiyor. 1 Mayıs günü gibi, işçi sınıfının her türlü rekabet, çekişme ve sürtüşme kaygılarından uzak tutulması gerektiği bir günde Türk-İş ile bir araya gelinmesinin önemi üzerinde durulmuyor ve bu tür bir girişim yuhalanıyor.
Sendikal harekette değişen rüzgârlar
Yakın zamanda iki sendika konfederasyonu, Türk-İş ve DİSK içindeki gelişmeler dikkati çekiyor. Bu durum, gerek üye sendika eylemlerinde sergilenen sınıf tavrı ve gerekse konfederasyon yöneticilerinin medya aracılığı ile yaptıkları açıklamalardaki değerlendirmelerde ortaya çıkıyor. Açıkçası, Türk-İş ve özellikle üye sendikalar giderek daha belirgin ve ayakları yere basan sınıf tavrı içine girerken, DİSK’in geleneksel lafazanlığını hala daha sürdürdüğü gözleniyor. Ama bir taraftan da siyasi tutumları malum kesimler ile işbirliği yapılıyor. Türk-İş öncülüğünde yürütülen Emek Platformu tüm ülke çapında ses getirirken, başta Tekel Direnişi olmak üzere, üye sendikaların grev ve direnişleri işçi sınıfının gücünü tüm ülke çapında sergiliyor. Kimi sendika yöneticileri de, sınıf mücadelesinin her platformda sürdüreceklerini açıklıyor. Türk-İş artık geleneksel edilgen konumundan sıyrılıyor.
Gerçekte bu durum, sendikal harekette çok temel ve bir o kadar da önemli değişikliğe işaret ediyor. Türk-İş artık siyasete katılmayı göze alıyor. Kuruluş ilkelerinde belirtilenden farklı olarak artık hükümet ve muhalefet karşısında farklı tutum takınıyor. Hatta tüm ülke ekonomisini hedef alan önlemler paketi öneriyor. Sendikal düzende getirilen yasakları zorlayarak eylemler düzenliyor. Şimdiye kadar bilinen “partiler üstü” tutumlarını açık bir biçimde terk ediyorlar.
Gerçekte bu tutum boşuna değil; tümüyle temsil ettikleri işçi sınıfının canlılığını yansıdan bir durum. Türk işçilerinin sınıf bilinci yükseliyor. Bu durum sendikal hareketin dışına yansıdığı gibi, kendi içinde de etkisini göstermekte gecikmiyor. Herkes gibi, sendikacılar da bu gelişmeye paralel olarak tutum ve davranışlarını buna uydurmak zorunda kalıyorlar. Bu sendikal harekette tabandan yükselen bir süreç olarak yaşanan büyük değişimi de ifade etmektedir aynı zamanda.
Ama bu değişimin Türk-İş ve DİSK açısından aynı yönde olduğunu söylemek mümkün değil. İlkinde gelişme ibresi olumlu ve ileriye doğru olurken, ikincisinde ise uzun bir dönemden bu yana gözlenen bir yorgunluk emareleri dikkati çekiyor. Yorgunluk kırılmalara ve firelere yol açıyor. Çünkü mücadele uzun soluklu ve bu nedenle bunun getirdiği yılgınlıktan olsa gerek, bir zamanların atak, coşkulu ve umut dolu söylemlerin yerini emin limanlara sığınma dürtüsüne bırakıyor. Ama bu durum dün ve bugün arasında ciddi bir kopuşu da sergilemekte gecikmiyor.
Sadece bununla da kalmıyor. Dün ve bugün arasındaki geleceğe bakma ile günü kurtarma anlayışları arasında kapanan fark soru işaretlerine neden oluyor. Sendikal harekette bir zamanlar sınıf tavrı birliği bozmak mazur görülebilir bir durum olarak kabul edilmişken, şimdi gelinen durum bu mazereti ortadan kaldırıyor ve hatta geriye dönüp bu o zamanki tutumun kesinlikle yanlış olduğu sorgulamasının behemehal yapılmasını gerektiriyor.  
Bugün, “Peki DİSK’in sendikal bütünlüğün bozulması pahasına kuruluşunun amacı neydi” sorusunun sorulması zamanı gelmiş görünüyor. Her ne pahasına olursa olsun sendikal hareketi bölünmemesi gerektiği üzerinde bir kez daha durulması gerekiyor. Çünkü birlik en büyük silah. Hiçbir biçimde akla ve mantığa uygun olmaması bir yana, bu durum aynı zamanda burjuvaziye için kolay hedef oluşturma açısından da çok ciddi sakıncalar içeriyor. (1)
Tarihten ders almak
Geleneksel değerlendirmeye bakılırsa, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sınıf siyasetinin 60'lı ve 70’li yıllardaki canlılık geride kaldı. Ama bu gerçeği tam yansıtmıyor. O günlerde ABD’den Avrupa’ya sadece Marshall yardımı değil, ama CIA ve onun yer altı örgütü Gladio ile yoğun bir antikomünizm ihraç edildi. Yükselen sadece öğrenci hareketleri idi ve geride özgürlük, demokrasi, vs. adına sınıf hareketini derinden etkileyen ve onları örokomünizmin batağına saplanmalarına yol açan yıkıntılar kaldı. Bu dönemi bir yükselişten çok çöküşe benzetmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. (2)
Ama sendikal hareketi için durum bundan daha farklıdır. Görece uzak geleceğe ilişkin hedefleri öngören siyasi mücadeleden farklı olarak sendikal mücadele günlük yaşam ile yakından ilgilidir. Bu nedenle sendikalar her zaman ekonomik mücadelede olması gereken yerde durmak durumundadırlar. Bunun şakası yoktur. Hayat sürekli akıp gitmektedir ve bu nedenledir ki, sendikal hareket, her türlü baskı ve yıldırmaya karşı her geçen gün daha da ileri gitmektedir. Gerçekten de daha yakından bakıldığında, Türkiye’de sendikal örgütlenme için her geçen gün yeni güçlükler yaratılmasına karşın hak arayışı mücadelelerinin yoğunluğu ve bunun için daha tutarlı ve enine boyuna çalışılmış siyasi hedeflerin konması açısından olumlu bir gelişme seyrinin yaşandığı söylenebilir.
Türkiye’de sanayileşme ve buna bağlı olarak işçi sınıfı ve onun siyasi ve ekonomik örgütleri yüz yılı aşkın bir geçmişe sahip. Geçen yüz yılın başlarında İstanbul ve Selanik’te yoğun bir işçi sınıfı, bu sınıfın sendikaları ve II. Enternasyonal üyesi partileri faaliyet göstermektedir. (3)  Ama cumhuriyet dönemi ile birlikte imparatorluktan kalan enkaz sanayileşmede ciddi çöküşü beraberinde getiriyor ve belli bir olgunluğa gelmesi için neredeyse bir yarım asır daha beklemek gerekiyor. Cumhuriyet’in ilk dönemine özgü ve 5018 sayılı ilk Sendikalar Kanunu ile çizilen bu ilk dönem, 1963 yılında sendikalara grev ve toplu sözleşme haklarının sağlanması ile geride kalıyor. Bir taraftan sanayileşmenin hızlı bir tempo kazanması ve buna koşut ekonomik ve siyası sınıf mücadelesinin artışı ile kendini gösteren bu dönem 12 Eylül faşist darbesi ile sonlandırılıyor ve bundan sonra bir duraklamanın gözlendiği günümüze kadar süren son dönem başlıyor.
Sendikal mücadele tarihinin bu bekleyiş, yükseliş ve gerileme dönemleri bile çok açık bir gerçeği, yani “hak verilmez alınır” gerçeğini göstermeye yetiyor. Bekleyiş döneminde, sendikacılar bekliyorlar, kendilerine grev ve toplu sözleşme hakları verilmesi için. Ama bu bekleyiş hep sürüyor. Hiç kimse bu bekleyişi umursamıyor. Ama sendikacılar ve işçiler sadece beklemiyorlar. Tarih onlara derslerini öğretiyor ve bekleyişin yerini 1960’lı yıllardan sonraki sınıf hareketlerinde patlama alıyor. Bundan sonra burjuvazi, beklentileri karşılamak zorunda kalıyor.
Ama su uyur, düşman uyumaz. Bu da bir başka önemli ve öğretici bir ders. Ecevit’in 274 ve 275 sayılı yasalarla verdiği söylenen sendikal haklar, gerçekte hak değil, ama yasaklamalar manzumesinden başka bir şey  değil. Çünkü sendikacılık hak arayışı için deveye hendek atlatmaktan daha zor bir dizi yasal işlemlere boğuşmaktan ibaret değil. Bundan çok öte bir şey. Ecevit’in yasasında hak ihlalleri yapılması durumunu düzenleyen hükümler yok. Dahası grev ve toplu sözleşme düzeninde işçilerin ortak haklarını sağlamaya yönelik her türlü eylem biçimi ve bu arada  siyasi grev yok, genel grev yok, dayanışma grevi yok, sempati grevi, iş yavaşlatma, işi bırakma, fabrika işgali gibi. tümüyle alın teri ve göz nurunu savunmaya yönelik haklar yok. Ecevit’in işverenlere tam bir keyfilik getiren yasası, işçilerin verilmiş gibi gösterilen hakkın sınırlanması için olmadık dalavereler içeriyor. İşte bu nedenledir ki, günümüzde işçilerin gelecekleri için bir ve tek ağza çalınan bal gibi olan kıdem tazminatı bile onlara çok görülüyor.
Şurası çok açık bir gerçek ki, dün olduğu gibi, kabahati ne sermayeye ne de onun işçi düşmanı yasa getiren adamları ve sisteminde bulmanın bir yararı var. Bugün gelinen aşamada kabahatin kimde olduğu çok açık. Türk sendikacılığı, beklemenin işe yaramadığını yaşayarak öğrendi ve bu bilinçle harekete geçti. Siyasi parti kurdular. Kitlesel eylemler düzenlediler. Sonunda grev silahı elde ettiler. Ama burjuvazi bunu bile çok gördü. Bunu geri almaya kalktı. Ama o dönem işçilerin siyasi bilinçliliği henüz bastırılamamış olmalıydı. 15-16 Haziran kalkışması burjuvaziye geri adım attırdı.
Birlik için gösterilen çabalar
Sendikal mücadele tarihi, sendikacılığın temelinde bir araya gelerek güç birliği yapmak ve böylelikle elde edilen güç ile sermayeye karşı mücadelede haklı konuma geçmek olduğunu öğretiyor. Çünkü tarih boyunca güçlü olan hep haklı olmuş, tersine, güçsüz olan ne kadar haklı olsa bile halini anlayan olmamıştır. Oysa bugün dünya sendika hareketinde çok yönlü bölgesel ve uluslararası birlikler oluşturulması için azami gayret gösterilmektedir. Bunda amaç güçlü olmaktır. Sendikaların birliği sadece ulusal düzeyde değil ama uluslararası düzeyde de olması gerekir. Çünkü artık dünya küreselleşme ve bir ülkede herhangi bir işkolundaki durum etkisini uluslararası düzeyde gösterebilmektedir. Bir işkolunda yapılacak sendikal mücadelenin başarısı, o iş kolunda uluslararası örgütlenmeden geçmektedir.
Ulusal ve uluslararası birlik sürecinin sendikal hareketin ilk ortaya çıkışından bu yana başladığını söylemek yanlış olmaz. Çeşitli ulusal siyasi hareketlerin birliğini simgeleyen I. Enternasyonal bile gerçekte sendikaların bir araya gelerek  birlik oluşturma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle, uluslararası sendikal birliği çabaları dünya sınıfı siyaseti belirleyecek düzeyde birleştirici ve toparlayıcı etki yaratabilmektedir. 
O dönemde Londra işçileri patronların kıta Avrupa’sından ucuz işçi getirmelerinden şikayetçidir. Bu konuda Paris işçilerinden destek isterler. Parisliler bu çağrıya birlik için görüşme yapmak üzere bir heyet göndererek yanıt verirler. Sonrasında Alman sendikacıları da bu birliğe katıldılar. Görüşmeler mücadelenin sadece sendikal düzeyde değil, ama aynı zamanda birlikte siyasi mücadele verilmesi gerekliliğini ortaya koyar. Çünkü patronları böyle yapmaktadır. Bu bilinçlilik çeşitli ülkelerden sendikacıların katılımı ile düzenlenen bir işçi kongresi ile somutlaşır. Daha sonra bu  kongre 1. Enternasyonal adını alır.
Uluslararası sendikal hareketin birliğinin kaçınılmaz olduğunu bilen sınıf hareketi, I. Enternasyonal deneyiminde sonra da meslek ve işkolu düzeyinde somut birlik arayışlarını sürdürdü. Bunun için 20. yüzyıl başlarında, örneğin şapkacılar, eldivenciler, yer altı maden işçileri, boyacılar, vs. gibi çeşitli ülkelerde farklı işkollarında sendikalar bir araya gelerek uluslararası düzeyde birlik oluşturmaya başladılar. 20. yüzyıla gelindiğinde uluslararası birlik hareketi dünya çapında yaygınlaşacaktı. 1913’te hala daha çok güçlü sendikalar olan İngiltere’den TUC, ABD’den AFL, Fransa’dan CGT, İspanya’dan UGT gibi sendikaların öncülüğünde Uluslararası İşçi Federasyonu - USF kuruldu. Ekim Devrimi, sendika mücadelesine yepyeni bir boyut getirecek ve sınıf sendikacılığı dönemi başlayacaktı. Ama böyle olmasına karşın bu yeni anlayış, uluslararası birliğinin sağlanması temel hedefinin önüne konmadı. Çünkü bir araya gelerek birlik oluşturma ilkesi temel alınmıştı. Bun anlayış, son paylaşım savaşından sonra da sürdürülecek ve bu sefer dünya çapında oluşturulacak sendikal birlik Dünya Sendikalar Federasyonu - DSF içinde komünist olan ve olmayan sendikalarla bir arada ortaya çıkacaktı.
Her ne pahasına birlik anlayışının sürdürülmesi ve bunun sağladığı kazançlar emperyalistler için ciddi bir tehdit niteliğini almıştı. Sağlanan olağanüstü imkanlarla harekete geçen CIA, İngiliz TUC ve Amerikan AFL-CIO öncülüğünde güçlü bir sendikal birlik UHSK oluşturarak DSF’nin parçalanmasını sağladı.
Ümit verici açılımlar
Türk sendikal hareketinde birlik için umut verici gelişmeler sadece ülke içinde yaşanan gelişmeler ile sınırlı kalmıyor. Uluslararası düzeyde de sendikal birliğinin kaçınılmaz olduğu bir kez daha öne çıkıyor. Onca çabaya karşın sermaye tarihin akışını durduramıyor ve özellikle emperyalist ülkelerde sistemin ayrılmaz parçası niteliğindeki sendika üst yönetimleri yükselen sınıf hareketi içinde tutunamıyor.
Dünya kapitalist sisteminin derinleşen bunalımı sonrasında işçi sınıfının uluslararası tekellere karşı dayanışması daha da önem kazanmaya başladı. Bu durum uluslararası sendikal birliğin derhal sağlanmasını isteyen tarafların öne çıkması ve bu arayışların yoğunlaşmasına yol açtı. DSF’nin istikrarlı genişlemesi ve güçlenmesi uluslararası birlik karşıtları UHSK yöneticilerinin kasıtlı ve temelsiz propagandasını etkisizleştirdi. DSF’nin sürekli sendikal birlik sorununu gündeme getirmesi, birçok UHSK sendikasını duyarlı hale getirdi.
UHSK’nın antikomünist iki yüzlü politikası işçiler arasında giderek daha fazla duyarlılık oluşması ile sonuçlandı. DSF, Latin Amerika, Arap ve Afrika sendikalarını bir araya getirdi. Bu durum, kaçınılmaz olarak sendikaların tabanda birleşmeleri ile sonuçlanıyor. Uluslararası sendikacılık hareketi birlik yolunda hızla ilerliyor. Bu gelişmeler UHSK’yı olumsuz etkilemekte gecikmedi. Bu kuruluş içinde yer alan 10 milyon üyeli İngiliz TUC zorunlu olarak birlik yanlısı tavır almaya başladı. Bu uluslararası sendikal harekette çok önemli bir gelişmedir. (4)
Geriye dönüp bakıldığında, işçi sınıfı hareketinin onca dayatmalara ve engellemelere karşın her zaman birlik ve dayanışma arayışı içinde olduğu görülüyor. Ama 21. yüzyıl kapitalizmi yepyeni koşullar altında işçi sınıfına yeni dayatmalar getiriyor ve sendikal hareketin de tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de bu dayatmalara karşı koyması, aksi takdirde yok olmaya veya tümüyle etkisiz hale gelmeye mahkûm edildiğini görmek gerekiyor.
Günümüz dünyasında küreselleşme olgusu, işçi sınıfı hareketinin karşı karşıya kaldığı en büyük tehditlerin başında geliyor. Küreselleşme esas olarak sermayenin çok uluslu nitelik kazanması anlamında değerlendirilmesi gerekiyor ve artık metropol ülke sermayeleri, oluşturulan bu küreselleşme hareketi çerçevesinde işgücü maliyetleri çok düşük olan ülkelere gidebiliyor. Bu durum, metropol ülkelerde sermayenin işçi sınıfına karşı giderek daha katı ve pervasız bir tutum takınmasına yol açıyor.
Bunun en belirgin sonucu, gelişmiş ülkelerde sendikalı işçi sayılarında olağanüstü düşüşlerle kendini gösteriyor. Avrupa’da ülkelerinde sendikal hak ihlallerinin bulunmamasına ve yürürlükteki mevzuatın sendikalaşma önünde bir engel oluşturmamasına rağmen sendikalaşma oranlarındaki bu gerileme dikkat çekiyor. İngiltere’de 25 yıl içinde sendikalı işçilerin oranı 55,1’den yüzde 30,4’e geriledi. Sendikal hak ve özgürlükler konusunda hiçbir önemli sorun yaşamayan Almanya ve Avusturya’da aynı oranlarında gerilemeler yaşanmakta.
Ama artık durum ortada ve geleceğe bakmak gerekiyor. Türk-iş ve DİSK yöneticilerinin Türk sendikal hareketinin bugün içinde bulunduğu dağınıklığa çözüm doğrultusunda ilk adım olarak güçlerini birleştirmeleri gerekiyor.
Uluslararası sermaye var gücü ile sendikaların ekonomik ve siyasi örgütlerine saldırıyor. Sendikal birliğin parçalanması için başta CIA olmak üzere, en ehliyetli örgütlerini bunun için harekete geçiriyorlar. Ama görünen o ki, dünyanın dört bir tarafında sendikalar sermayenin oyununa geldiklerini görüyor ve yakınlaşma ve birleşmenin sağlanmasının zamanının geldiğini belirtiyor. Bunu Türk-İş ve DİSK yöneticilerinin de görmesi gerekiyor.
____________
(1) DİSK yöneticilerinin 12 Mart askeri darbesini alelacele desteklemeleri boşuna olmamıştı. Türk-iş bünyesinde Paşabahçe Grevi’ni yönetememişlerdi, Üst örgüt talimatını göz ardı ettikleri için orada barınamamışlardı. Kendi kurdukları TİP’ten onun bir anda yurt çapında ses getirmesi nedeniyle ürküntüye kapılmışlar ve burjuvazinin saldırılarını yoğunlaştırması sonucu selameti partiden ayrılmakta bulmuşlardı. Kısaca hem sendikal, hem de siyasi hayatta dışlanmış gibiydiler ve burjuvazi için çok kolay yem haline gelmişlerdi.
Bu söylenenler, bir zamanlar işçi sınıfı hareketindeki duruşuna bakarak DİSK’i karalama gibi değerlendirilebilir. Oysa asıl olan sonuçtur; bugün gelinen noktada hem sendikal hareketin bölünmüşlüğü ve hem de siyasetteki yoksunluğu  bakmak ve buna göre değerlendirme yapmak daha doğru olacaktır.   
(2) 1968 öğrenci hareketlerinin grusu H. Marcuse’nin son paylaşım savaşı sırasında CIA’nın öncü kuruluşu adına çalıştığı, savaş sonrası ile Dış İşleri Bakanlığı Avrupa İşleri’nin başına getirildiği biliniyor. Savaş sonrasında Marcuse’nin ABD’ye çok başarılı hizmet vermiş olduğu açık ki savaş sonrası tek kaygısı Avrupa’da koalisyon ortağa olan komünist partilerin çökertilmesi olan ABD onu bu en prestijli görevin başına getirerek ödüllendirmiş. Bu görevini de çok başarıyla yerine getirdiği görülüyor, zira ülkelerinin yeniden imarı için burjuvaziye omuz veren komünist partiler şimdi yerlerde sürünüyor. Savaş bitse de mücadeleyi sürdüren Yunan direnişçileri ise başı dik ve iyice yakın görünen yeni görevlere hazırlanıyorlar. Bunun için, bkz: H. Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, Çev. Seçkin Çağan, May Yay. Eylül 1968. 
(3) G. Houpt, P. Dumont, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist Hareketler, Gözlem Yay.
(4) Taner Tekin, Uluslararası Sendikal Hareket ve Türkiye - DSF 9. Kongresi, Konuk Yay. Kasım 1978, İstanbul. s. 45.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder