
Sürdürülebilir ekonomi, insan ihtiyaçlarının sadece bugün
için değil, ama gelecekte de doğa ve çevre koşullarının korunduğu bir ortamda
yürütülmesi gerçeğini dile getiren bir kavram. Bu doğrultuda, eğer bir iktisadi
faaliyet kapsamında yenilenebilir kaynakların kullanımına yönelik yöntemler
geliştirilebiliyor ve bu faaliyet sorumluları, faaliyetlerini insan ve çevre
üzerinde etkileri göz önünde bulundurur biçimde yürütebiliyorlarsa, o
faaliyetin sürdürülebilir nitelikte olduğu belirtiliyor.
Paul Burkett, Monthly Review’de yer alan kapsamlı
çalışmasında, Marksist sürdürülebilir iktisadi faaliyetler konusunu ele alıyor.
Burkett’in bu yazısı, Marksizm’in modern yorumu bağlamında oldukça ilginç ve bu
nedenle üzerinde ayrıntılı olarak ele alınmaya değer nitelik taşıyor.[i]
Marksizm’in modern yorumu dendiğinde, onun aradan geçen bir
buçuk asır sonrasındaki koşullara uyarlanması akla gelmemeli. Sürdürülebilir ekonomi
kavramı, günümüz koşullarında, dünya nüfusunun muazzam artışı sonrasında, insan
ihtiyaçlarının karşılanması için de aynı ölçekte iktisadi faaliyetleri
gerektirir olması ile ortaya çıkmış bir kavram. Ölçeklerin bu denli artışı,
temel enerji kaynağı olan fosil yakıt kullanımını olağanüstü artırdı ve oluşan sera
gazları nedeniyle küresel ısınmaya yol açtı. ısınmanın yol açtığı iklim
değişiklikleri, üretimde kullanılan kimyasalların olağanüstü artışı ve güneşin
zararlı etkilerini önleyen ozon tabakası ile birlikte bu yüzyılda kendini
gösteren belli başlı sorunlar oldu ve ulaştığı boyutu ile de artık insanlık
için tehdide dönüşmüş durumda.
Burkett’in bu bağlamda konuyu ele alışı, sürdürülebilirlik
açısından Marksizm’in getirdiği yorum veya çözüm önerilerinden daha farklı bir
amaca yönelik. Sürdürülebilirlik kavramını günümüzde yansıdığı biçimde görünür
etkileri bağlamında ele almıyor. Ama gerçekte sürdürülebilir ekonomi kavramı,
Marksist artı değer kuramı ile yakından ilişkili ve Burkett konuyu bu açıdan
ele alıyor. Marksizm’in orijinal ilkelerini bir kez daha hatırlatarak onu
sürdürülebilir ekonomi kavramı ile ilişkilendiriyor.
Aşırı üretim ve
sürdürülebilirlik
Artı değer, adı üzerinde; üreticilere gerekli olanın
üzerinde ve ötesinde olan bir artık toplumsal ürün. Bu artı ürüne sermayedar
sahip çıkıyor ve bu onun kârını oluşturuyor:
Bir toplumda esas olarak sermayedar dışında, herkes bir biçimde üretim faaliyetine
katılıyor. Çünkü sermayesi olmadığına göre, başka türlü geçimini sağlaması
mümkün değil. Üretim faaliyeti sonucu üreticiler, emeğinin karşılığında eksiği
ile fazlası ile kendisine layık görülen ücret karşılığında yaşamlarını
sürdürecek ürünlere sahip oluyorlar. Ama ürettikleri üründen kendilerine ödenen
ücret dışında kalan kısım olan artı değer, tümüyle sermayedarın oluyor. İşte
toplumsal üretimin sermayedarın el koyduğu kısmı, eğer tek başına kapitalist
sınıf tarafından tüketilmemiş ise,
kapitalistler dahil, tüm toplum için aşırı ve gereksiz oluyor.
Sürdürülebilir ekonomi bağlamında karşılaşılan sorunların
doğrudan bu aşırı ve gereksiz toplumsal üretim ile bağlantılı olduğunu görmek
gerek. Eğer, üretimin artı değeri yaratan kısmı engellenirse, bu ölçüde
iktisadi faaliyetlerin doğa, çevre ve insan yaşamı üzerinde etkileri
azaltılabilir ve belki de, yaşanan sorunlar tümüyle ortadan kalkabilir.
Sermayenin el koyduğu artı değeri-aşırı ve gereksiz üretim
biteviye artırma çabası nedeniyle gündeme gelen sürdürülebilir ekonomi
tartışmalarına karşı savunmaya geçen burjuva ideologları, buna karşı Marksizm’i
dünyada var olan kaynakların sınırlı olduğu gerçeğini görmemekle suçlamaktalar.
Böyle bir yargıya nasıl vardıklarını anlamak mümkün değil, ama Burkett’in bu
bağlamda getirdiği Marksist bakış açısı üzerinde enine boyuna durulmaya değer
nitelikte.
Denetimsiz piyasa ile
yaşanan riskler
Bilindiği gibi, piyasa için üretim mantığında, her türlü
denetimin dışlanması yatar. Piyasada nasıl işlediği belli olmayan görünmeyen
elin dışında, hiçbir denetim kabul edilemez. Denetimin sadece ve sadece
piyasanın görünmez güçleri yapıyor olmalıdır. Bu mantık, öylesine tabu haleni
getirilmiştir ki, 1929 bunalımı iyice derinleşip dal budak saldığı halde bile
hiç kimsenin aklına piyasalara müdahale etme fikri gelmemiştir. Bu durum bir
taraftan piyasalar tümüyle çöker, insanlar işlerini kaybeder ve sefalet içine
düşerken diğer taraftan da ürünlerin satılamadığı için denize döküldüğünde bile
bozulmadı. Ama sonunda müdahale geldi; çünkü artık piyasalar dahil kapitalizm
adına sıkı sıkıya sarılacak ilke, vs. kalmamıştı. Sonunda bizzat müdahale
kavramının serbest piyasa mantığı ile bütünleştirilebilir olduğu düşünüldü. Bu değerlendirme
ile ortaya çıkan Keynesçi anlayış,
gerçekte yine serbest piyasayı kollamak mantığı ile ve piyasacılık çizgisini
terk etmiyordu. Her ne ise, bu yaklaşım işe yaradı ve kapitalizm uçurumun
kenarından döndü.
Günümüzde, sürdürülebilir iktisadi faaliyet tartışılıyorsa,
akla ilk gelen piyasanın denetimi olmalıdır. İlk aşamada kapitalist üretim faaliyetlerinin
denetlenebilir olması esastır. Bu sadece ne olup bittiğini anlamak için gerekir.
Ancak böylelikle durum masaya yatırılabilir ve doğal çevre için tehlikeli nitelik
taşıyan faaliyetlerin belirli sınırlar içinde kalmaları, bunu sağlayacak
gerekli filtreleme, geri kazanma, yeniden işleme yada farklı bir teknolojik
süreç uygulama yöntemi ile küresel ısınmaya neden olacak sera gazlarının
oluşumunun engellenmesi yöntemleri geliştirilebilir.
Oysa piyasa ekonomisini esas alan mantık, bu tür
kirleticilerin denetlenmesine geçit vermez. Gerçekten de ABD, sera gazlarının
yayınımının engellenmesini öngören Kyoto Protokolü'ne taraf olmamakla
direnmektedir. Oysa ABD, dünyanın en büyük çevre kirleticisi ülkedir.
Planlı ekonominin
erdemleri
Tersine komünist sistem, planlı ekonomiyi esas alır. Burada
denetim işlevi artık tümüyle gereksiz hale gelir. Çünkü planlı ekonomilerde
denetim daha ilk adımda gerçekleştirilmekte ve bundan sonra bir daha denetim
yapılmasına gerek kalmamaktadır. Bir üretim faaliyeti ile bağlantılı olarak,
toplumun ihtiyaç duyduğu üretim miktarı, bunun için gerekli tesis sayısı ve bu
tesislerden kaynaklanacak kirlilik miktarı ile ilgili tüm veriler daha masa
başında plancının karşısındadır. Bu koşullarda, araya hiçbir piyasa, vs.
müdahalesi veya maliyet/karlılık ölçütleri söz konusu olmaksızın, ihtiyaç
duyulan üretim ve bunun sürdürülebilir iktisadi faaliyet bakımından toplum ve
çevreye olan maliyeti ortaya konur. Artık bundan sonra, bu bedelin kabul
edilebilir, yani sürdürülebilir düzeye getirilmesi için hiçbir engel
kalmamaktadır. Toplum eğer bir ihtiyacının giderilmesi için karşı karşıya
kalacağı mahzurlara karşılamaya hazır ise, onu karşılar. Eğer değilse, onun
insan ve çevreye olan külfetini göze alır.
Piyasa ve planlı ekonomiler kıyaslaması açısından ele
alındığında, kapitalist toplumun artık miadının dolduğu, toplumların behemehal
planlı ekonomiye geçme zorunluluğu olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Gerçekte, Kyoto Protokolü gibi, küresel çaptaki düzenlemeler de, bundan başka
bir şey değildir. Kyoto Protokolü’nün ana mantığı böyle bir denetimdir.
Üretimden kaynaklanan kirleticiler ve sera etkisi yapan karbondioksit
yayınımının aşağı çekilmesi doğrultusunda denetim talep edilmektedir. Bu
bağlamda Kyoto Protokolü, şimdiye kadar küresel piyasalara yapılmış en büyük
müdahalelerden birini oluşturmaktadır. İlk defa bu denli kapsamlı bir düzenleme
ile piyasa mantığı dışına çıkılmakta ve piyasa için yabancı nitelikte bir
müdahale yapılmaktadır.
Ama kapitalist üretim için artık böylesi kapsamlı
müdahalenin yapılması kaçınılmaz hale gelmiştir. Aksi taktirde, her yıl küresel
iklimin ısınması tüm dünya iklim dengelerini alt üst etmeye adaydır. Kapitalizm, artık tüm dünya için yıkıcı
olmaya başlamıştır ve insanlığın geç kalması halinde bunun nereye varacağı
bilinmemektedir.
P. Burkett, doğa ve doğal kaynaklar konusunda Marx’a
yöneltilen eleştirileri özetliyor. Kimilerine göre, Marx’ın yeni sosyalist insan yaratma kaygısı,
onu insanın her türlü ihtiyacını karşılama anlayışına götürmüştür. Bu durum her
ne pahasına ekonomik büyümeyi toplumun önüne vazgeçilmez hedef olarak koyar.
Oysa çevre konusunda var olan sınırlamalar, Marx’ın ileri sürdüğü tarihsel
zorunluluk ile çelişmektedir. Kimi Marx’ı bilimsel ve teknolojik devrimin
yararları abartmakla suçlar. Güya ona hakim olduğu ölçüde insanoğlunun
özgürlüğünü kazanacağını söyleyen Marx, bu konuda doğaya haksızlık yapmıştır.
Kültürel çevreci olarak bilinen V. Ferkiss, “Marx ve onun günümüz izleyicileri,
bir bakıma modern teknolojiye tapıyor gibidirler” demektedir. Ferkiss’e göre bu
nedenle, Marksistler, modern toplumların teknoloji esasında oluşturulması eleştirilerine
katılmayan liberaller ile aynı safta yer almış oluyorlar. Bir başka çevreci
bilim adamı “Komünist üretim tarzı, olası ve fiili kaynak yetersizliğini göz
ardı etmiş görünmektedir” demektedir. Bir başkası ise, Marx’ın komünizm
öngörüsünü “yoğun enerji ve çevresel yıkım anlayışı ile anti-çevreci otomasyon
cenneti” olarak değerlendiriyor.
Herkese ihtiyacı kadar
Doğa ve insan ilişkileri bağlamında Marksizm’i tümüyle insan
ihtiyacı esas almakla suçlayan bu eleştiriler inanırlığını abartılı olmaya dayandırmış
gibidir. Sanki gerekçe olarak insan ve toplum dışında bir amaç olabilirmiş,
yada çevre de en az insan kadar önem taşırmış savını öne süren bu görüşler,
temel bir gerçeği göz ardı ediyor: İnsan
topluluklarının var oluş amacı insan ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Eğer çevre
sorunu bir önem taşıyorsa, bunun nedeni, insan için kaçınılmaz olmasıdır.
Kimilerinin determinist olarak değerlendirdiği bu görüş,
gerçekten de Marksist anlayışın en temel varsayımlarından biri, belki de
birincisidir. Marksizm’in bütün çabası, bunu en kabul edilebilir biçimde
yapmaktır. Yani, herkese ihtiyacı kadar; ne eksik ne de fazla. Bu amacın
hedeflenmesi bugün olduğundan daha fazla üretim ve dolaysı ile daha fazla çevre
kirliliği anlamına gelebilir. Ne de
olsa, dünya yüzeyinde hatırı sayılır ölçüde temel beslenme, barınma ve insanca
yaşama ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlar bulunmaktadır.
Marx’ı doğal kaynakların sınırlı olduğunu görmemekle
eleştirenler bunu kasteder gibidir: Eğer komünizm, bütün bu insanların
ihtiyaçlarını karşılamak iddiasındaysa, o zaman doğa bugün olduğundan çok daha
fazla tahrip edilecektir!
O zaman soru, herkese
ihtiyacına göre ilkesi uyarında insanlığın tüm ihtiyacının karşılanması hedefi
pahasına da olsa, çevrenin tahrip edilmesine göz yumulabilir mi olarak
sorulmalıdır.
Ama bu durumda sürdürülebilirlik tartışmalarından çıkılmakta
ve insan topluluklarında insan ihtiyaçlarının ne ölçüde karşılanabilir olduğuna
gelmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Marx’ı eleştirenler, bugün kapitalist sınıflı
toplumu veri olarak kabul etmektedir. Buna göre, belli sınıflar tüm
ihtiyaçlarını karşılayabilir olacak, kimileri ise bu ayrıcalıktan çevre
sorunları nedeniyle yararlanamayacaklardır.
Demek ki, sorun dönüp dolaşıp kapitalizmin ilk ortaya çıkışı
ile birlikte yaşanan tarihsel süreci de içine alan sınıflı toplum ve sınıflar
arası mücadele gibi temel soruna indirgenmektedir.
Devam etmeden önce bir hatırlatma yapmakta yarar var.
Marksist herkese ihtiyacına göre ilkesi, zımnen doğal kaynakların sınırlı
olduğu gerçeğini göz önünde bulundurur. Bunun aksini düşünmek mantıksızdır;
çünkü insanın doğada olmayan bir kaynağı talep etmesi düşünülemez. Söz konusu
ilke, ihtiyacı kadar anlamı yanı sıra, “mümkün olduğu kadar” anlamını da
taşır. Bunun aksi anlamsızdır. Öte yandan, tüm toplumun ihtiyacını belirlerken,
esas alınacak olan ihtiyaçlar listesi değil, ama bir toplumda zorunlu
harcamalar ve çalışamayacak durumda olanların ihtiyaçlarının karşılanmasından
sonra, geri kalan ürünün ortak paylaşımı anlamındadır. Eğer bu tüm ihtiyaçları
karşılamıyor ise, buna razı gelinecektir. Yoksa ihtiyaç listesinin
belirlenmesinde, sınıflı toplumlarda hakim sınıfların yaşam tarzları esas
alınmayacaktır.
P. Burkett de, doğal kaynakların sınırlı olduğu gerçeği ve
buna yönelik eleştirileri kabul ediyor ve bu husus hariç olmak üzere, Marksist
sürdürülebilir iktisada yönelik eleştirilerin tersine Marksist komünist
toplumun sürdürülebilir olduğu gerçeğini üç ayrı başlıkta ele alıyor. Şimdi biz
bunu yazının bir sonraki sayıda yayınlanacak ikinci bölüme bırakarak, doğal
kaynakların sınırlılığı konusu üzerinde bir değerlendirme yapalım.
Doğal kaynakların sınırlılığı
Burada doğal kaynaklar derken, başta insanların beslenmeleri
için gerekli temel besin maddeleri, kısaca doğada mevcut gıda kaynakları ve bu
bağlamda, gıda kaynakların temin edebilirliği ile ilgili esas olarak Malthus’un
ortaya koyduğu liberal görüşler değerlendirilecektir.
T. Malthus’a göre, dünyada nüfus artışı, gıda kaynakları
artış hızından daha büyük bir hızla olmaktadır. Buna göre dünya nüfusu 2, 4, 8,
16 gibi katlanarak artar; oysa gıda kaynaklarında artış temposu, 2, 3, 4, 5 gibi yavaştır. Malthus’un 19.
yüzyıl başlarında kehanet niteliğindeki bu karamsar öngörüsü günümüzde
gerçeklik kazanmış gibidir. Şimdi, nüfus artış hızının denetim altına alınması
zengin fakir bütün ülkelerin birinci endişe kaynağı haline gelmiş ve bu konuda
aile planlaması tüm hükümetlerin gündeme aldığı bir sorun olmuştur.
Ancak T. Malthus nüfus ve doğal kaynaklarla ilgili
değerlendirmesi ve vardığı sonuç bilimsel olmaktan çok bir gözlem
niteliğindedir. Oysa bir yargıya varmak için gözlem yeterli olmaz; bu gözlemin
bilimsel esası olabilmesi için, bu yargıda söz konusu olan nüfus ve doğal
kaynaklarla ilgili tarihsel verilere dayanması gerekir.
Marx ve Engels, başından beri Malthus’un nüfus hakkında
söylediklerini sınıflı ayrımını esas alan kapitalist toplumun için bir özür
niteliğinde tam bir ironi olarak gördüler. Malthus’un nüfus hakkında
söyledikleri, burjuva ekonomistlerinin toplumsal ilişkileri maddeleştirme
çabasından başka bir şey değildi. Marx’ın meta fetişizmi bağlamında
söyledikleri tam da buna uyuyordu: “Toplum hayatının veri görüntüsüne ilişkin
insan zihninde oluşan biçimler, onun nedeni ve oluşumu değil, ama tümüyle onun
sonuçları ile bağlantılıdır ve bu formlar üzerinde ne ölçüde bilimsel araştırma
yapılmış olursa olsun, varılan sonuç, gerçek tarihsel süreci yansıtmaz. Bir gelişme
süreci ile bağlantılı olayın sonuçları ile yola çıkıldığında, olgunun bu
görünen biçimlerinden oluştuğu kategorize edilir.”
T. Malthus, kapitalizmin neden olduğu, örneğin yaygın
yoksulluk, açlık, işsizlik, vs. olguları veri (post festum) kabul ediyordu. Bu
durumu kapitalizme özgü değil, ama doğa yasası olarak değerlendirmekte, işçinin
kapitalist tarafından sömürüsünü adeta bir yazgı olarak görmekteydi.
Yoksulluk, işsizlik ve açlık veri ve kaçınılmaz kabul
edildiğinde de, buna yönelik, örneğin nüfus kontrolü ve aile planlaması,
kapitalist ülkelerin yoksul ülkelerde gerçekleştirdiği sömürge siyaseti için
bir bahane olarak ileri sürülür ve kalkınma için nüfus kontrolünün kaçınılmaz
olduğu savunulur hale gelir.
Aile planlamasının yoksul ülkelerin sömürüsünü gizlemek için
bir araç olarak kullanıldığı gerçeği, bunun zorunlu bir durum olmadığı anlamına
gelmeyeceği gibi, doğal kaynakların sınırsız olduğu düşüncesini savunmak da
aynı ölçüde mantık dışı bir durumdur.
Çoğu zaman Marx’ın öngördüğü komünist toplumun ekonomik
uygulanabilirliği üzerinde kuşkular dile getirilir; ama her nedense onun toplum
projesinin insanın gelişimi üzerine yaptığı vurgu göz ardı edilir. Bunun
nedenini anlamak için fala bakmaya gerek yok. Ama kazara böyle bir boyut
üzerinde durulmuş bile olsa, bu daha çok doğal kaynakların sınırlı nitelik
taşıdığı gerçeğine kulak asılmadığı veya insanın ön plana çıkartılırken doğanın
unutulmuş olduğu suçlaması için gerekçe amacıyla yapılır. Nitekim bir önceki
bölümde, burjuva ideologlarının çevre konusunda Marx’a yönelttiği suçlamalarda
ağırlıklı tema olarak bunun ileri sürülmekte olduğu görülür. Bir bakıma Marx’ın
“kaş yapayım derken göz çıkarmış olduğu, insanı düşünürken doğayı mahvettiğini
görmediğini” söylenmektedir.
Gerçekte bu eleştirilere karşı söylenecek ilk söz, çevre
konularının kapitalist ve komünist toplumlarda farklı nitelikte ortaya çıktığı
ve yaşandığını söylemek olmalıdır. Burjuva ideologlarının iddia ettiklerinin
tam aksine, insan boyutunun öne çıktığı komünist toplumlarda çevre sorunu bir
hedef olarak ele alınması daha olasıdır; çünkü insanı ve toplumları yaşadığı
çevreden soyutlamak mümkün değildir ve eğer gerçekten Marx’ın önerdiği toplum
biçiminde insan boyutu öne çıktığı kabul ediliyorsa, o zaman aynı biçimde onun
yaşam kalitesine katkı açısından ayrılmaz nitelikteki çevre sorunu da dikkate
alınıyor demektir.
Ama aynı vurgunun, yani üretim sürecinin ana hedefinin
kapitalist toplumda insan (gereksinimleri) değil, ama sermaye sahibinin kârını
azami kılması olduğu, bunun çoğu zaman (teorik olarak belki de her zaman) insan
değerlerini göz ardı ettiği rahatlıkla söylenebilir. Kârını azamileştirme
gayreti içinde olan sermaye sahibi, kimi zaman insan gereksinimleri,
beklentileri ve yaşamı için aykırı ve ona zarar veren faaliyetler içine
girebilmektedir. Kapitalist üretim tarzı içinde öne çıkan kimi ürünlere
bakılarak bunun sayısız örneğini vermek mümkündür.
Ama çevre koruma, sermaye sahibinin böylesi bir
(insanlık-dışı) hedefi doğrultusunda çaba göstermesi, kaçınılmaz olarak çevre
sorunlarına yol açmakta, bu da çevre konusunun çok ciddi ve hatta günümüzde
olduğu gibi hayati nitelik kazanacak düzeyde artmasına neden olmaktadır.
Ancak burada ele alınan sorun kapitalist toplumda çevre
sorunları olmadığına göre, kapitalist toplumları insanlığı olası bir küresel
ısınma ve küresel felakete sürükleyen işleyişini bir kenara bırakalım ve
komünist toplumlarda gözlenen biçimi ile çevre sorunlarının ne düzeyde ele
alınır olduğuna bakalım.
Burada bir kez daha, çevre sorunlarının üç farklı düzeyde
ele alındığı hususunun altını çizen P. Burkett’e dönelim. Burkett, bunları şu
şekilde sıralıyor: (i) Komünist toplumun doğal kaynakları kullanmada üstlendiği
sorumluluklar, (ii) Özgür zamanın artırılmasının çevreyle ilgili sonuçları ve
(iii) Üretim maliyetinin ölçütü olarak zenginlik artışı ve emek zamanı
kıstaslarının kullanılması.
Komünist toplumun yönetilmesi sorumluluğu
Komünist toplumda, doğal kaynakların korunması ve
geliştirilmesi için özel çaba gösterilmesi gerekliliği üzerinde durulması ve bu
durumun kapitalizm-sonrası aşamada doğal kaynakların iyileştirilmesi
gerekliliğini açıklıkla ortaya koyması hiç şaşırtıcı değildir. Çünkü Marx,
kapitalizm üzerinde ayrıntılı olarak yaptığı incelemelerde, kalkış noktasını Komünist
Manifesto içinde de belirttiği gözü dönmüş kâr hırsı içinde burjuvazinin bu
amaçla her türlü olanağı sonuna kadar sömürmeye hazır olarak değerlendirdiği şu
gerçeğe dayandırmış gibidir: "…Kısaca burjuvazi, dinsel ve siyasal
gözbağları ile üstü örtülü (feodal) sömürü yerine apaçık, utanmaz, dolaysız ve
çıplak sömürüyü geçirmiştir…"
Böylesi bir utanmaz kâr ve daha fazla kâr elde etme amacıyla
burjuvazinin önüne gelen her şeyi, insan onuru, emeği ve hayatı yanı sıra, onun
içinde yaşadığı doğayı da gözü dönmüş bir biçimde tahrip edeceği açıktır.
Ancak burjuvazinin daha fazla kâr amacına yönelik bu
susamışlığı, sadece onun hırsı, vs. ile açıklanamaz. Gerçekte kapitalist olsun
olmasın, bir üretim sürecinde, doğal kaynakların girdi olarak çok yönlü
kullanımı söz konusu olmaktadır. Bu sadece canlı ve cansız emek (hammadde, sarf
malzemeleri, vs. biçiminde olmaz. Ama onun dışında, üretim sürecinde yatırılan
sermayenin para-sermayeye dönüştüğü aşamada, herhangi bir para harcaması
karşılığı olmaksızın doğal kaynakların da üretim sürecine katılmaktadır. Marx
bu konuda şunları söyler:
“…Ama üretim süreci, sadece para biçimine dönüşmüş
sermayenin tüketilmesini içermez. Bunun yanında para-sermaye konusu olmayan ve
üretim sürecine giren doğal kaynaklar, örneğin, toprak, denizler, maden
cevherleri, ormanlar, vs. de geniş biçimde üretim sürecine katılmakta ve
değerlendirilmektedir...” (Karl Marx, Kapital, II. Cilt, sayfa 397).
[i] Paul Burkett, Marx’ Vision
of Sustainable Human Development, Monthly Review, Vol. 57, No. 5, October 2005. P. Burkett, Indiana Eyalet
Üniversitesi’nde ekonomi dersleri veriyor. Bu çalışma, daha önce Havana’da
Marksizm üzerine düzenlenen konferansa sunulmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder