
Bütün bu süreç tek bir amaç;
sermayenin kendini yeniden üretebilmesine imkân sağlayacak oranda kârlılık
arayışı çerçevesinde geçekleştiriliyor. İşte uluslararası sermaye, bu süreç
içinde karşı karşıya kaldığı bir başka dönüşümü de gerçekleştirmeyi hedefliyor.
Bir zamanlar zorunlu olarak terk ettiği liberal ekonomiyi yerleştiriyor. Bunun
için kapitalist ulus devletleri ile olan tarihi ittifakını bozuyor: Kapitalizm,
artık dünya işçi sınıfı hareketinin yükselişi karşısında, zorunlu olarak
gerçekleştirdiği tekelci devlet kapitalizminin kabuğunu kırıyor, uluslararası
sermaye, artık ulusal sınırlar içinde tüm toplumsal hayatı düzenleme işlevini
üstleniyor.
Devlet, ilk aşamada burjuvazinin
egemenlik aracı olma işlevi görmüştü.[vii] Bu işlevi, sermayenin ulusal düzeyde
başta işçi sınıfı olmak üzere diğer sınıf ve tabakalara karşı baskı ve sömürü
aracı olarak kullanmak, ulusun bağımsızlığını korumak, kapitalist emperyalist
ülkeler arası çelişkilerde ulusal sermayenin çıkarlarını savunmak, uluslararası
düzeyde ulusal sermaye yararına emperyalist fetihler sağlamak, vs. gibi
biçimlerde kendini göstermekteydi. İlginçtir; kapitalizmin ortaya çıkışı
aşamasında kapitalist devlet, burjuvazinin işçi sınıfı dışındaki diğer
sınıflara karşı egemenliğini temsil etmiş, hatta kimi zaman bu doğrultuda
burjuvazi, işçi sınıfı ile işbirliğine bile girmişti.
Ancak, zamanla işçi sınıfının
bilinç düzeyi ve örgütlülüğünün yaygınlaşması ve enternasyonal sınıf
hareketinin Ekim 1917 devrimi ile birlikte sınıfsal tehdidinin yükselmesi ile
birlikte burjuvazi, Buharin’in de isabetli bir biçimde çözümlemiş olduğu
gibi,[viii] devlet ile tarihi ittifaka girişmiş ve bu şekilde kapitalizmin
tekelci devlet kapitalizmi haline dönüştürülmesi ile onun işçi sınıfı
mücadelelerine karşı ulusal ve uluslararası düzeyde karşı durabilmesi mümkün
olmuştu. Tekelci devlet kapitalizmi, burjuvazi için zorunlu, kaçınılmaz ve
bunun karşılığında da, devlet aygıtına verilmiş çok kapsamlı tavizleri içeren
bir işbirliğini içermekteydi. Çünkü K. Marx’ın 19. Yüzyılın ortalarında ileri
sürdüğü kehanet, 20. Yüzyıl ile birlikte gerçekliğe dönüşmüş, özellikle Rus
proletaryasının başarısından sonra, tüm Avrupa’yı içine alan devrim dalgası
burjuvazinin kapısına dayanmıştı. Bilindiği gibi, tüm Avrupa’da işçi sınıfı,
Ekim devrimi ile yükselen enternasyonal devrim dalgası ile iktidarı almaya
ramak kalmıştı. Ama tekelci devlet kapitalizmi, onu son aşamasını niteleyen
faşizm altında yol açtığı iki dünya savaşı ile insanlığın o zamana kadar karşı
karşıya kalmadığı ölçüde ağır bir bedel de ödeme pahasına işçi sınıfının
enternasyonal yükselişini durdurma başarısını gösterdi.
Kapitalizmin, 20. Yüzyılın ilk
yarısında geçirdiği derin bunalımdan bu yana değişen ne oldu, ya da, bir başka
deyişle; iki dünya savaşı sonrası aradan geçen 50 yıllık “sakin” dönem,
insanlığın yüzyıllar süren tarihi açısından ne kadar uzun bir süre sayılabilir?
Bunların yanıtını vermek güç, ama şu kadarı söylenebilir ki, bu dönem içinde
sermaye dünya çapında güçlerini toparlama ve varlığını sürdürebilme
doğrultusunda elinden gelen çabayı gösteriyor. Geçen zamanı daha iyi
değerlendirecek bedeli insanlığa ödetti ve bunun meyvesini şimdi topluyor.
Merkezinde ABD’nin metropol ülke olarak yer aldığı tek merkezli bir kapitalizmi
yerleştirme çabası içinde. Şimdi, kapitalizmin tüm tarafların uyduğu bir
orkestra şefi var ve bu alanda hızla önlemlerini bir yürürlüğe sokuyor.
Eski tekelci devlet kapitalizmi
süreci çerçevesinde, tek tek her ülkede devletin burjuvazi adına kapitalist
uygulamalardan hemen hemen tek sorumlu olduğu devir geride kaldı. Sermayenin
yürürlüğe koyduğu tekelci devlet kapitalizmi ile, esas olarak bir orta sınıf
oluşturma amaçlanmıştı. Bu şekilde toplumda kapitalizmin çıkarlarından
yararlandırılacak orta sınıfın, onun işçi sınıfı ile olan çelişkisinde bir
tampon işlevi üstlenmesi, sınıfsal çelişkilerin yumuşatılması, dolaysı ile işçi
sınıfından gelen tehditler önlenmesi düşünülmüştü. En önemlisi de orta
sınıflar, burjuva ideolojisinin tabanını oluşturacaktı. Orta sınıfların
varlığı, zaten tekelci devlet anlayışının özünde yer alıyordu. Toplumsal
işlevlerin büyük bir çoğunluğu, kapitalizmin, “görünmeyen eli” yerine devlete
verilecekti. Bu işlevi üstlenenler, yani yeni biçimiyle devlet içinde yer alan
kesimler, tümüyle orta sınıfı oluşturuyordu
Tekelci devlet kapitalizmi,
yükselen uluslararası sınıf hareketi karşısında aynı zamanda bir şekilde
“sosyal devlet” imajı oluşturarak meşruiyet kazanma amacını da taşıyordu. Buna
göre, kapitalist sistem, esas olarak insanlara demokrasi ve sağlık, eğitim,
barınma, vs. gibi sosyal sorunların çözümlendiği sınıflar üstü bir merkezi
devlet yapısı oluşturabilecekti. Aynı şekilde, kamu etkinliği ve kamusal
mülkiyetin kapitalist işleyiş içinde kalınarak belli ölçüde yaygınlaştırılması,
sistemin kronik bunalımları için bir güvence niteliği taşıyacaktı. Bu model
zamanla çok yaygınlaşacak ve özellikle sermaye birikimini yeterince
oluşturamamış fakir kapitalist ülkelerde yeni bir kalkınma modeli olarak
sunulabilecekti.
Tekelci devlet kapitalizmi,
yarattığı sınıflar üstü kamusal devlet imajı, ne kapitalist, ne de işçi
sınıfına ait olan orta sınıflara dayandığı iddiasından kalkarak özellikle
zengin kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketini durdurmada başarılı olmuştu.
Ne var ki, “orta sınıflar” esas itibarı ile kapitalist sisteme “yabancı”,
kapitalist sisteme zorunlu olarak sokulmuş bir kategori niteliğindeydi.[ix]
Zorunlu olarak oluşturulan ve ayakta tutulan bu orta sınıfların günümüz
kapitalizminde gelinen son aşamada bu yabancı niteliği çok daha belirgin olarak
kendini hissettirmeye başlıyordu. Bir taraftan devletin, tekelci devlet aşamasından
miras kalan “sosyal devlet” anlayışı ve diğer taraftan da tekelci devlet
kapitalizmi içinde devletin, oluşturulan toplumsal sözleşmede göreceli
bağımsızlık kazanır hale gelmesi, başlı başına ekonomik ve siyasi bir kambur
haline geliyordu. Uzunca bir zamandır artık kapitalist sistem bu kamburu
taşıyamaz hale gelecekti
Kapitalizm, son yüzyılın bütün
bir çeyreğinde içine düşmüş olduğu bunalımdan kurtulmak için her türlü yolu
denemektedir. En son çare olarak da, metropol ülke ABD örneğinde, bütün kapitalist
ulus devletlerin bu sosyal devlet niteliğinden sıyrılması istenmektedir.
Uluslararası sermayenin temsilcisi niteliğindeki kurumlarda, sürekli olarak bu
doğrultuda önerilerde bulunmaktadır. Deregülasyon olarak tanımlanan bu model
içinde uluslararası sermaye, kısaca tekelci devlet kapitalizmi dönemine ait
devlet ile olan kutsal ittifakını sona erdirmek istemektedir. Deregülasyon,
yani tekelci devletin, ulusal düzeyde tüm kapitalizm adına yaptığı regülâsyon-ayarlama
işlevine son verilmektedir. Devlet her alanda küçültülmekte, orta sınıf giderek
ortadan kalkmaktadır. Buna bağlı olarak kapitalist sistem içinde yabancı ve
gerçekte asalak orta sınıf çözülmekte, hızla proleterleştirilmektedir.
Küreselleşme ve Ulusal Devlet
Tekelci devlet kapitalizmi,
ABD’de daha en başta yaşlı kıta ülkelerinden farklı nitelendirilebilecek bir
yol izledi ve bugüne geldi. ABD’de hemen hemen hiç bir zaman devletin bir
“sosyal” işlev üstlenmesi gerekliliği göz önünde bulundurulmadı. Ama daha çok
kendine özgü tarzda bir profesyonellik ve faydacılık işlevi üstlenerek ABD’nin
önde gelen sermaye kesimlerinin doğrudan hizmetinde ve ondan çok daha az
bağımsız nitelik kazandı. Esas olarak da, kapitalist egemenliğin
pekiştirilmesinde ve emek sermaye çelişkisinde sermayenin yanında yer alan bir
güç oldu. Bunun yanı sıra, sermayenin Avrupa’ya kıyasla çok daha yoğun bir
birikim düzeyine ulaşmış olması ile, ekonomi veya sanayide devlet tekelleri, ya
da istihdam yaratma açısından kamusal alanların oluşturulmasına hiç
rastlanmadı. Bu profesyonelce yaklaşım sayesindedir ki devlet, sermaye için çok
daha yararlı oldu. Bu niteliği ile sermayenin işçi sınıfına uyguladığı baskı ve
şiddet, bütün Avrupa ülkelerinde olduğundan çok daha kapsamlı ve emeğin
sömürüsü ise çok yoğun oldu. Bu bakımdan ABD’de insan hakları ihlallerinin
sıradan olay olması hiç rastlantı değil.
ABD kendi modelini tüm diğer
kapitalist “alt-metropol” ülkelere öneriyor. Avrupa’da bunu Teacher döneminde
çekilen büyük sancılar pahasına uygulamaya sokan ilk ülke İngiltere oldu. Şimdi
İngiltere, aynı uygulamayı tüm Avrupa ana karası içindeki uygulamalar için
öğreticilik yapıyor. İngiltere’de olduğu gibi, Fransa ve Almanya’da da (ve
diğer gelişmiş kapitalist ülkeler ile birlikte Türkiye’de de) deregülasyon
uygulamasının öncülüğünü sosyal demokrat hükümetler yaptı. Ama hiç kuşku yok
ki, onlar da İngiltere gibi şimdiden yürürlüğe soktukları sosyal devlet
uygulamasına son verecekler. Aksi taktirde, bunalımdan kurtulamayacaklar veya
kapitalizmin dünya çapındaki savunucusu ABD’yi karşılarında bulmaya devam
edecekler.
Devlet Niteliğinin Değişmesi
Deregülasyon ilk bakışta devletin
küçültülmesi aracılığı ile sosyal devlet niteliğinden arındırılması ve gözden
düşürülmesi olarak algılanabilirse de, bu tür bir değerlendirme yanıltıcı olur.
Devlet küçültülmektedir; bu kesin ve ayrıca devletin sosyal işlevine son
verilmekte, bu tür işlevler esas olarak sermayenin egemenliğine açılmakta ve
onun kâr amaçlarına alet edilmektedir. Bunlar doğru, ama devletin gözden
düşürülmesi kesinlikle söz konusu olmamaktadır. Deregülasyon ile yalnızca
devletin sermaye tarafından daha yakın kontrol ve hâkimiyet altına alınması
sağlanmakta, bunun için de onun zaman zaman kendisine karşı olabilecek
bağımsızlığına, yani esas olarak devleti oluşturan asalak orta sınıfların kendi
ekonomik çıkarlarını diledikleri gibi savunma özgürlüklerine son verilmektedir.
Böylelikle sermaye, devletin tekelci devlet kapitalizmi dönemindeki işlevleri
nedeniyle çok fazla büyüyen bu kesimin sahip olduğu görece siyasi bağımsızlık
aracılığı ile elde ettiği artı değer de el koymuş oluyor.
Tabii burada sosyal devletin işlevinin
yeri nasıl doldurulacağı akla geliyor ve gerçekte de kara Avrupa’sı ülke
yöneticilerin de hala daha ayak direttiği hususların başında bu geliyor.
Doğallıkla devletin küçültülmesi, kendi gerekçesini tekelci devletin bu şekilde
serbest rekabetçi anlayışta bile ekonomi düzenleyici rol alacak seviyede
büyümesinde bulabiliyor ki, kimi zaman bu büyüme sermaye için artık dayanılmaz
seviyelere çıkabiliyor. Bu tür büyüme, çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerde
güdümlü, korporatist ve hatta faşist yönetimlerle birlikte en üst düzeye
çıkabiliyor. Bu gibi durumlarda kapitalist sistem doğal mecrasından çıkıyor ve
çok tehlikeli gelişmelere gebe hale gelebiliyor. Bu mantık, devletin
küçültülmesi gerekçesi olarak yaygın bir biçimde kullanılıyor. İkinci olarak, tüm
dünya çapında kâr oranlarında azalma eğilimi, tekelci devlet içinde sayı ve
etkinlikleri giderek artmakta olan geniş bir “asalak” kesim ile artı değerden
pay vermeye temellendirilmiş tarihi ittifakın için yolun sonunu gösteriyor.
Deregülasyon, bu sınıfların önemli ölçüde çözülmesini içeriyor.[x] Orta sınıf,
tanımı gereği sermayenin el koyduğu artı değere ortak oluyor. Bugün
deregülasyon konusunda tereddüt geçiren, ama içinde bulunduğu ekonomik
bunalımda kuşkusuz devletin sosyal hizmet işlevleri için çok büyük fonlar
ayırmasını gerektiren ülkelerde bu ortaklığın eninde sonunda bitmesi kaçınılmaz
oluyor. Yoksa bir bütün olarak kapitalist sistem, tarihi nitelikte durgunluktan
çıkma başarısını gösteremiyor.
Üçüncü, ama önemli bir faktör
olarak, sermayenin uzunca bir dönemdir içine girdiği, ama artık toplumun her
alanında insan yaşamının bir parçası haline gelen sonuçlara yol açan
uluslararasılaşma sürecinde ulusal devletin göreceli bağımsızlığının kabul
edilemez düzeye geldiği görülüyor. Bunu en açık bir şekilde, “yabancı
sermayenin yatırım yapmak istediği bir ülkede karşılaştığı bürokratik engeller”
tanımlamasında görmek mümkün. Burada engel, tümüyle çıkar yerine geçiyor.
Yabancı sermaye, bir ülkeye girmek istediğinde, karşısında pay alma çabası
içine giren muazzam bir ulusal devlet ile karşı karşıya kalıyor. Oysaki bu
yatırım içinde ulusal devletin hemen hemen hiç bir işlevi kalmamış durumda.
Örneğin, Türkiye’de, yabancı sermayenin ulusal devletten beklediği hiç bir
hizmet yok. Ama yığınla bürokratik engel ile uğraşması, bir başka ifade ile,
ulusal devleti oluşturan “asalak” kesimlere pay vermesi gerekiyor.
Orta Sınıfın Çözülme Süreci
Ulusal devlet, kimi zaman
küreselleşme, yani sermayenin uluslararasılaşmasına engel nitelik
kazanabiliyor. Çok uluslu şirket, McDonals’a karşı, Fransız “ulusal sermayesi”
ünlü çiftçileri J. Bove öncülüğünde mücadele veriyor. Tüm Avrupa’da yükselen
neo-faşizm, uluslararası sermayenin işgücü ordusunu oluşturan göçmen işçilere
karşı saldırıya geçebiliyor. Avrupa'da neo-nazizm, devletten, daha doğrusu
devleti oluşturan “orta sınıftan” destek görüyor. Çünkü çıkarları, kendi
varlığına kasteden uluslararası sermayeye kaşı. Avrupa’daki neo-nazizmin Alman
Nazizmi ile uzaktan yakından ilişkisi yok. Alman veya İtalyan nazizmi, tekelci
devlet kapitalizmini temsil ediyordu. Şimdiki naziler ise, uluslararası sermaye
karşı direnen orta sınıfı temsil ediyorlar.
Orta sınıf, uluslararası
sermayeye karşı direniyor. Sermayenin azalan kâr oranları, artık sermayenin
elde ettiği artı değerden işçi sınıfına karşı ayakta kalması için bir başka
sınıf ile işbirliği yapmasına olanak vermiyor. Uluslararası sermayenin tekelci
devlet kapitalizmi çerçevesinde orta sınıfı oluşturan bürokrasi ile artık
yolları ayrılıyor. Eskiden geniş bir orta sınıf içinde yer alan ve orta
sınıflar gibi, bir üretim aracı sahibi olmamasına karşın, çıkar ve beklentileri
kapitalist sermaye ile çakışan ve bu nedene “küçük burjuva” olarak da
tanımlanan ve bizde bilinen şekliyle, küçük esnaf, serbest meslek sahibi, vs.
gibi ara sınıf ve tabakalar da bu değişimden payını alıyor ve hızla işçi sınıfı
ile aynı koşullar altında proleterleşmeye yüz tutuyor. Eskiden kendi küçük
mülkiyeti içinde çıkarları kapitalizmin genel çıkarları doğrultusunda olan,
bakkal, kasap, manav gibi küçük esnaflar, artık işyerlerini kapatıp büyük
marketler zincirinde, tekstil veya konfeksiyon sektöründe, proletarya sınıfına
katılıyor.
Sermayenin, artık kapitalist
toplum içinde üretilen artı değerin-rantın hiç bir şekilde bir başka sınıf ile
paylaşmak istememesi ya da, paylaşmasının mümkün olmaması ve bunun sonucunda
orta sınıfın hızla çözülmesi, işçi sınıfının yakın ve uzun vadeli çıkarları ve
onun yeni bir toplumun kuruluşu hedefi açısından ne gibi sonuçlara yol açar?
Bu soruya daha somut bir biçimde
yanıt vermek için, Türkiye ile ilgili bir örneği ele almak yararlı olacak:
Türkiye’de yüksek fırın ile demir cevherinden demir üreten üç ayrı entegre
tesis var. Bunlar, Erdemir, İsdemir ve Kardemir. Bu tesislerin gerek ekonomik
açıdan ve gerekse sağlanan istihdam açısından ülke ekonomisi ve kamu sektörüne
çok tipik örnekler. Erdemir özel yasa ile kurulmuş. Yabancı hissedar döneminde
etkin ve özerk yönetimin olduğu bu kuruluş, daha sonra tümüyle kamu etkisi
altına giriyor. İsdemir’in kuruluşunda işyerinde “sınıf sendikacılığı”
sloganını şiar edinmiş bir sendika, işveren-devlet ile mücadeleye giriyor. Uzun
süren grev, asker müdahalesi ile çözülüyor; bunun yerini sarı sendikalar alıyorr.
Kardemir ise ülke kalkınmasına onca katkısı sonrasında eskir yenileme olmadığı
için ve uzun yıllar önce verimli olmaktan çıkıyor.
Her üç örnekte de devlet, esas
olarak salt onu oluşturan –orta sınıf- çıkarları doğrultusunda her üç tesisi de
adeta içini boşaltarak yok olmanın sınırına getirir. Erdemir’de, sahip olunan
görece özellik, yüz milyonlarca dolar borcun ödenmesi koşuluyla, tesisin ayakta
kalmasını sağlayabilir, İsdemir’de halkın vergileri ile karşılanan onca zarar
sonrası özelleştirilir ve Kardemir’de ise devlet, aynı kaçınılmaz son ile
yüzleşmek durumunda kalır, 15 bin olan ve tümüyle siyasi çıkarlarla işe alınan
çalışan sayısı hala daha yüksek olan 4 bin seviyesine düşer. Karabük ve
İskenderun tesislerinin devlet bütçesi için kara delik olduğu zaten biliniyor.
Erdemir’in de kapsamlı bir yenileme yatırımları nedeniyle çok büyük bir yabancı
borç yükü altında bulunmaktadır ve ciddi bir kriz bu tesis için çok ciddi
sorunlara yol açabilecektir. Ama zengin ülkelerden çevre ve insanlık için çok
pis olan bu tür tesislerin tasfiye edilmesi süreci sayesinde bu tesislerin bir
nebze olsun ayakta kalma şansı vardır.
Devleti oluşturanların kendi
çıkarları doğrultusunda tüm ülke için tam bir bela haline getirilen bu tesisler
örneğinde devletin göreceli bağımsızlığının hangi düzeye varabileceği ve hatta
tüm ekonomi için bir felakete yol açılabileceği açıkça görülmektedir.[xi] Bu
tesislerin özelleştirilmesi, tek başına işçi sınıfına saldırı olarak
nitelenemez. Bir saldırı varsa, bu esas olarak işçi sınıfının ekonomik
mücadelesi ile elde ettiği haklara yapılan bir saldırıdır. Ama bu saldırı durup
dururken yapılmadı. Gerçi, işçi sınıfının böyle bir saldırıya açık
bırakılmasında en büyük günah, bir zamanlar sınıf sendikacılığını savunarak
ekonomik mücadelenin aynı zamanda sınıf mücadelesi ile birlikte yürütülmesini
gerektiğini savunan, zamanla bu elde edilen başarılardan başı dönen ve sınıf
mücadelesini terk ederek ekonomist sapma içine girenlere ait. Ama bu saldırının
aynı zamanda burjuvazinin orta sınıfa karşı saldırısının bir sonucu olduğunu da
görmek gerek. Çünkü özelleştirme kapsamına alınan kuruluşlar tümüyle ya kamu
kuruluşu niteliğinde, ya da kamu ortaklığında olan kuruluşlar.
Bu kuruluşlar, zamanında
Türkiye’de kapitalizmin oluşturulması ve yaygınlaştırılması amacıyla kuruldu.
Esas olarak Türk sermayesi yararına hammadde, enerji, vs. sağlama işlevini
başarıyla gerçekleştirdi. Kamu iktisadi kuruluşları, bu asli işlevlerine
karşın, her zaman bir devlet kuruluşu olma niteliğini kaybetmedi. Türkiye’de
kapitalizm için kaynak oluşturma niteliklerinin yanı sıra, aynı zamanda devlet
ricalinin hizmetinde oldu. Bu kuruluşlarda yer alan bütün çalışanlar, kimi
zaman doğrudan, kimi zaman da siyasi amaçlarla devleti oluşturan orta sınıflara
hizmet verdi. En alt kademelerdeki çalışanlarına kadar patronaj sistemine tabi
oldu.
Ama zamanla, Türkiye burjuvazisi
gelişti, serpildi ve artık uluslararası sermaye ile iç içeliğini geliştirdi.
Kamu kuruluşlarının hizmet verdiği, esas olarak büyük sermaye yatırımları
gerektiren enerji, hammadde gibi faaliyet alanlarına girebilecek olgunluğa
erişti.
Kuşkusuz, sermayenin artık
kendisi için kar getirecek her alana girme durumunda oluşu, bütün bu süreci
başlatan temel unsur olmuştur. Başlangıçta tekelci devlet kapitalizmi, devlete
tümüyle burjuvazi adına görevler yüklerken, aynı zamanda da bunun karşılığında
görece özerkliğe kavuşmuş olmaktaydı. Ama ne var ki, azalan kârlar yasası
acımasız bir biçimde kendini daha da belirgin bir biçimde gösteriyor ve sermaye
artık tedbiri elden bırakıp, orta sınıfla kurduğu bu ittifakı bozma pahasına,
orta sınıfla olan birlikteliğine son verme durumunda kalıyor.
Bütün bu gelişmeler karşısında,
işçi sınıfının uluslararası sermayenin devlet ile tarihi ittifakını bozması
konusunda takınacağı tavır, yine en başta belirtilmiş olduğu gibi, esas olarak
orta sınıflara karşı takınacağı tavır ile belirlenmelidir. Ama bir farkla ki,
orta sınıfın esas olarak sermaye sınıfına karşı konumunda temelli bir
değişiklik yaşandığı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Tarih boyunca orta
sınıflar, burjuvazinin iktidarı için temel oluşturmuştur. Ama öyle anlaşılıyor
ki sermaye, içinde bulunduğumuz küreselleşme aşamasında ulusal sınırlar
içindeki iktidarını orta sınıf ile yapacağı kaçınılmaz uzlaşmaya temellendirmek
istemiyor. Bu işbirliğine katlanamaz duruma geldi. Bu ittifakın getirdiği
sınırlamalara katlanmak, maliyetini karşılamak istemiyor. Bu gelişme karşısında
orta sınıflar, sermeyenin sınıf egemenliğini oluşturma karşılığında elde
ettikleri rantı kaybediyor, ya bir üst sınıfa atlama çabası içine giriyor ya da
kaçınılmaz sonuna doğru adım atarak hızla proleterleşiyor. Son zamanlarda, orta
sınıfın işçi sınıfını aratmayacak kararlılıkla sokaklara dökülmesi bunun bir
kanıtı niteliğinde.
Sınıf tavrı, eskiden olduğu gibi,
ama işçi sınıfının uluslararası sermayenin izlemiş olduğu yolda kendisine artık
ihtiyacı kalmadığı, kendisine ayak bağı olan ve ondan kurtulmak istediği bir
müttefikine karşı takınacağı tavır olmalıdır. En azından işçi sınıfının takınacağı
tavır ne olursa olsun, devletin küçültülmesi ile bağlantılı olarak,
uluslararası sermaye ile artık onun kurtulmak istediği devlet ve onun
çevresinde kümelenen orta sınıf arasındaki bir hesaplaşma olduğunu
bilmelidir.[xii]
Son olarak devletin küçültülmesine
karşı olarak kamusal mülkiyetin korunması gerekçesini ileri sürenlere şunu
hatırlatmak gerek: Sosyalizmin kuruluşunun daha sermayenin egemenliği altında
başlayabileceği görüşünden hareketle kapitalist devlet eliyle yapılmış olsa
dahi, her türden devletleştirmenin olumlu sayılabileceği, bunun aksine
gelişmelere karşı çıkmanın gerektiği ham hayal olduğuna ilişkin Marksizm
klasikleri arasında sayısız örnekler var. Lasssale’cı devlet sosyalizmi görüşü
ile ilgili olarak Engels, “Sosyalizmin Ütopyadan Bilim Haline Gelişimi adlı
yapıtında şöyle yazıyordu: “... Devlet mülkiyeti biçimine dönüşüm, üretici
güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırmaz... Modern devlet yine yalnızca
gerek işçilerin, gerekse münferit kapitalistlerin saldırısına karşı kapitalist
üretim biçiminin genel dış koşullarını devam ettirmek için burjuva toplumu
görünümünde bir örgüttür. Biçimi ne olursa olsun modern devlet, esasta
kapitalist bir aygıttır, kapitalistlerin devletidir, düşünsel olarak adeta bir
kapitalistler bütünüdür. Ne kadar çok üretici gücü kendi mülkiyetine aktarırsa,
o kadar daha vatandaşı sömürür. İşçiler, ücretli işçi, proletarya olarak
kalırlar. Sermaye ilişkisi kaldırılmış olmaz, tam tersine daha ziyade
belirginleştirilmiş olur...”
Devlete karşı çıkan her türlü eylemin
kınanması, kamusal alanların korunması, toplumsal mülkiyetin savunulması gibi
devletin sınıfsal niteliğini göz ardı ederek her ne şekilde olursa olsun
savunanlara da Lenin şu yanıtı verir: “...bürokratik aygıtın çeşitli burjuva ve
küçük burjuva partiler arasında her “yeniden dağıtımında” burjuva toplumunun
tümüyle olan ertelenemez düşmanlıkları daha açık bir biçimde kendinin
gösterir... Devrimci proletaryaya karşı baskıyı artırma, bastırıcı aygıtı, yani
devlet makinesini güçlendirme zorunluluğu bundan doğar. Olayların bu akışı
devrimi, devlet iktidarına karşı bütün tahrip güçlerini toplamaya zorlar; ona
devlet makinesini düzeltme değil, tersine kırma, parçalama görevi
yükler.”[xiii]
___________________
[v]
Özellikle Afrika’da ulusal kurtuluş mücadelesinde ayrılmaz parçası olarak kabul
edilen ulusal sermaye, günümüzde etnik sorun ile bağlantılı olarak bir kez daha
gündeme geliyor. Ulus devlet içindeki etnik hareketleri körükleyen, bu harekete
öncülük eden, hareketi örgütleyen ve uluslararası bağlantılar aracılığı ile
meşrulaştırılmasını sağlayan kesimlerin niteliği önem kazanıyor. [vi] E.
Hobsbawn, Batı dünyasının Sovyetlerin silahlanma yarışına zorunlu olarak
katıldığı, bunun doğal bir savunma içgüdüsü olduğunu, yoksa Sovyetlerin ne
niyet olarak, ne de bunu kaldıracak askeri ve ekonomik güçte olmadığını uzunca
zamandır bildiklerini yazmaktadır. Ama kuşkusuz, ABD’nin devletin işlevinin
asgariye indirildiği yeni liberal ekonomi anlayışını dünya çapında
yaygınlaştırmak için Sovyetlerin çözülüşü, fiili güç olarak değil, ama
ideolojik amaçlarla beklemiş olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa, bu tür
liberal ekonomik anlayışın refah toplumları için şok edici olabilir. Ama ABD,
çok önceden ele geçirmiş olduğu fırsatı değerlendirmek ve bunu ekonomik
bunalımdan çıkmak için bir çıkış yolu yapmaya kararlı görünüyor ve dünyanın
büyük çoğunluğu tarafından içilen acı ilacı refah Batılı toplumlarına da
tattırmak istiyor.
[vii]
F. Engels’in salt kapitalist devlet değil, ama daha çok devlet kavramı üzerinde
çok ayrıntılı inceleme yaptığı biliniyor. Engels, yaptığı çalışmalarda
devletin, temsil ettiği veya egemenliği sağladığı sınıftan bağımsızlığını
kazandığına değinir. Burjuva adına gücü temsil eden devlet, bunu burjuvaziye
yöneltmese bile, en azından kendi bağımsızlığını için bir araç niteliğini
taşıyabiliyor. Engels, devletin bu bağımsızlığının kimi zaman bir ulusun
çökmesine bile yol açabileceğini söylüyor. Aynı durum, K. Marx’ın devlet ile
ilgili tüm yaklaşımlarında da geçerli. Marx’ın yeni toplumun hiç bir aşamasında
devleti zorunlu bir kurum olarak görmediği gibi, ona sadece işçi sınıfının
düşmanı ile mücadelesi dışında herhangi bir aşamada hiç bir toplumsal görev
vermiyor. Tam tersine, Paris Komünü'nden sonra da devletin parçalanması
gerekliliğine işaret ediyor.
[viii]Emperyalizm
aşamasında ulusal sınırların genişletilmesi sorunu ile bağlantılı olarak
Buharin, Savaş ve Ekonomik Gelişme başlığı altında finans kapitalin güçlenmesi,
devlet müdahalesinin artması, Devlet kapitalizmi ile ulusal tröstler ve devlet
kapitalizmi ve sınıflar alt başlıkları ile tekelci devlet kapitalizminin ana
hatlarını çizer. Buharin, Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm, Özgün Yay., Temmuz
1975, s. 150.
[ix]
Orta sınıf, Marksist teoriye içinde en çok tartışılan kavramlardan biridir.
Bunun nedenini anlamak mümkün değil, çünkü K. Marx’ın bu konuda çok açık ve net
bir tanımlaması var: “Ülkenin dört bir tarafına dağılmış halde, kalıcı ordusu,
polisi, bürokrasisi, ruhban sınıfı ve yargı organları ile merkezi devlet gücü,
sistematik ve hiyerarşik bir işbölümü içinde mutlak monarşi döneminde ortaya
çıkmış ve tarih sahnesinde boy gösteren orta sınıf toplumunun hizmetinde (onun
temsilcisi niteliğinde), onun feodalizme karşı mücadelesinde güçlü bir silah
niteliğindedir”. Üretim aracı sahibi olmadığı gibi, üretim faaliyetlerine de
katılmadığı halde kapitalistin – ve işçi sınıfının- hayatı pahasına ortaya
konan “artı değerden” bir pay alan orta sınıfın bu misyonu ve bu misyonunun
sermaye için taşıdığı önem, bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Sermayenin,
tekelci devlet kapitalizmi içinde, kapitalizmin tümü adına devrettiği egemenlik
işlevini üstlenen, bu egemenliği paylaşan kesim olan orta sınıf, burjuva
devletin çatısını oluşturması nedeniyle aynı zamanda ona hayat veren kesim
olduğu da söylenebilir. Biraz ileride, K. Marx şunları söyler: “Yeni ortaya
çıkan orta sınıf, emperyalist devlet içinde feodalizme karşı kendi kurtuluşunu
sağlamak amacıyla alçakça kullandığı en son biçimini alır.”
[x]
Öteden beri söylenen, Avrupa işçi sınıfının kapitalizmin emperyalist kârlardan
pay aldığı masalının tutarsız olduğuna bir kere daha değinmek gerekiyor.
Avrupa’da genel olarak ücretlerin yüksek olduğu görüşü, Avrupa işçi sınıfının
mücadele düzeyi ve görecelilik kavramlarını dışlıyor. Avrupa’da işçi sınıfının
çok daha örgütlü ve mücadeleci olmasına karşın, örneğin, Türkiye’dekinden daha
yoğun bir sömürü oranı olduğunu söylemek mümkün. Ama, sınıf hareketinin
burjuvazi için yarattığı tehlikeyi değerlendirirken, Avrupa sermayesinin bu
mücadelede kendisine yandaş olan orta sınıfların varlığına değinmek gerekiyor.
İşte Avrupa sermayesinin emperyalist kârlarını asıl kullandığı yer burası
olmalıdır. Avrupa sermayesi, boşuna devlet kadrolarını oluşturan bu ara sınıfı
beslemiyor: böylelikle sınıf hareketi, sermayenin işçi sınıfından duyduğu korku
yüzünden oluşturduğu devlet içinde kümelenmiş geniş bir “orta sınıfı”
karşısında buluyor. Bu karşıtlığın, temelde “ideolojik” olduğunu, orta sınıf
toplumu anlayışının tüm sınıf ve tabakaları olduğu kadar, işçi sınıfını da esas
olarak bir ideoloji olarak kuşatmakta olduğunu da eklemek gerek.
[xi]
F. Engels, hakim sınıfların çıkarlarının temsilcisi konumunu üstlenen devletin
zamanla bu konumu itibarı ile hakim sınıflardan göreceli bağımsızlık elde
ettiği, bu göreceli bağımsızlık ile artık neredeyse tümüyle kendi
taraftarlarına orta sınıfa hizmet eder hale geldiğini, bunun zaman zaman bütün
bir ülke ekonomisini iflasın eşiğine getirebilecek kadar ciddi seviyelerde
olabileceğine işaret ediyor.
[xii]
Lenin, bürokrasi ve sürekli ordunun burjuva toplum gövdesi üzerindeki
“asalaklar” olduğunu söyler (V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Bilim ve Sosyalizm,
Yay., 3. Baskı, s. 35.) Lenin, devleti oluşturan kesimlerin (biraz ileride,
büyük burjuvazinin yanına çekilmiş ve onu bağımlılaştırılmış küçük burjuvazi
olarak tanımlıyor) asalak olduğu görüşünü kabul etmeyen ve bunu anarşist görüş
olduğunu ileri süren oportünistlerin (Kautsky), yurt savunması adı altında
“sosyal şovenizm” batağına saplandıklarını belirtir. Lenin, bu tavrın, küçük
burjuva kesim için son derece elverişli olduğunu söyler. Aynı durum burada da tamamen
doğrudur: Zarar eden ve bütçeye muazzam yükler getiren devlet kuruluşlarının
kapatılması ile sermaye partilerinin yandaşlarından oluşan “asalak” kesimlerin
işinden olmasını “sınıfa saldırı” adı altında isyan edenlerin, Lenin’in dediği
gibi, “yurt savunması” adı altında emperyalist savaşı haklı gösterenlerle aynı
kaba koymak gerekir!
[xiii]
V. İ. Lenin, a.g.e., s. 36.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder