
15-16 Haziran kalkışması, başlangıçta sendika özgürlüklerin
kısıtlanmasına karşı başlatılmıştı. Ama giderek polis, hükümet ve askeri
karşısına alarak siyasi harekete dönüştü: Olaylar sırasında işçiler çeşitli
kesimlerden yürüyüş kolları oluşturarak merkezi konumdaki yerlerde bir araya
gelmeye çalıştılar. Polis ve askeri birlikler, onların bu hareketini engellemek
için barikatlar oluşturdular. İşçilerin düzenli yürüyüş kolları, bu
barikatların üzerine yürür ve onları aşar. Bu ilerleyişi polisler ve askeri
birlikler karşı koymalarına rağmen artık engel olmak mümkün değildir. Kolluk
kuvvetleri, işçi liderlerini yürüyüş kolundan ayırabilmek ister; ancak düzenli
ve disiplinli işçi yürüyüş kolu, bu taktiklerin bilincindedir. Öncü işçilerin
yürüyüş kolundan ayrılmasına izin verilmez. Kent merkezine doğru ilerleyen
işçiler, kurulan iki barikatı da aştıktan sonra, en üst hükümet yetkililerin
kesin talimatlarına aldırmaksızın kent merkezine girilir. Bu sırada işçi
öncülerinden birinin işçinin polis tarafından gözaltına alındığı haberi gelir.
İşçilerden bir kısmı polis merkezine doğru yürür. Bunun üzerine gözaltına
alınan işçi hemen serbest bırakılır. İşçiler daha sonra kentin merkezinde
ilerleyerek Atatürk anıtı çevresinde toplanırlar. Burada yapılan konuşmalardan
sonra Kolordu Komutanlığının önüne giderler Ordu lehine gösteri yapılır. Daha
sonra yeniden bir araya gelen işçiler, ertesi gün yapılacak eylemler için kent
merkezindeki Maden-İş Sendikası önünde buluşmak üzere ayrılırlar.
İşçi sınıfı, 15-16 Haziran’da kendi gücünü test eder. Bu
güç, egemen kesimlerin polisi, askeri ve her türlü caydırıcı taktik ve
manevralarına rağmen bu testten geçmiştir.
İşçi sınıfının yığınları kucaklayan düzenli ve disiplinli
sınıf hareketi ile egemen sınıfların yüreklerine böylesine korku salması, S.
Demirel’i rejim kaygılarına düşürecek kadar kapsamlıydı. Bir kere bu hareket,
işçi sınıfının ekonomik mücadele ile ilgili olmasına karşın, nitelik olarak o
zamana kadar yapılanlardan tümüyle farklıydı. Bu hareket yasal sınırlar içinde
başlatılmış ve sonlandırılmıştı. Böyle olmasına karşın, egemen kesimleri rejim
kaygısına düşürecek düzeyde tehlikeli hal almıştı. Meşruiyet içindeymiş gibi
görünmesine rağmen, rejimi koruyan bütün kollu
k kuvvetleri, polisi ve askeri dahil önüne çıkan ne varsa
umursamamıştı.
Hiç kimse sınıf hareketinin böylesine yığınsal ve güçlü bir
boyutta olacağını düşünmemişti. Hareket, en alt kademedeki işyeri
temsilcilerinden başlayarak merkezi ve örgütlü bir düzen içinde başladı, ama
belli bir noktadan sonra, hareketin öncülüğünü işçi sınıfının kendiliğinden
inisiyatifi ele almış oldu. Bu inisiyatif, tümüyle kitlesel sınıf hareketine
özgü, anlık gelişmelere yöneltilmiş gibi görünse de tümüyle sınıfa özgü bilinç
ve irade ile şekillendirilmiş olarak gelişti ve yükseldi.
Yürüyüş protesto niteliğinde, bir gösteri biçiminde
planlanmış ve başlatılmıştı. Ama hareketin yığınsal nitelik kazanması ve
boyutlarının bölge içinde bulunan fabrikalarda çalışan neredeyse bütün işçileri
kucaklaması nedeniyle, öyle sıradan protesto gösterisi niteliğinin ötesine
geçti. Kitlesel güç dalga dalga yayılıyor, önüne çıkan her türlü engelleme
girişimlerini, barikatları, askeri, polisi, vs. silip süpürüyordu.
Kuşkusuz bu ilk başta kontrolsüz ve çığ gibi büyüyen bir
dalga gibiydi. Ama bu dalganın sanki kendiliğinde oluşan bir kontrol sistemi
vardı. Kitlesel hale gelen güç, oldukça düzenli biçimde hareket halindeydi.
Düzen ve bilinçlilik at başı gidiyordu.
Gerçekten de kalkışmasın yapıldığı iki gün boyunca, sendika
haklarının korunması ana ekseni çevresinde dile getirilen talepler, tümüyle
siyasi niteliktedir artık. Bu yönüyle, 15-16 Haziran olayları, bilinçli olarak
yapılan bir ekonomik mücadelenin, kendiliğinden siyasi niteliğe dönüşmesi
olarak değerlendirilmelidir. Hareketin başından beri düzenli ve disiplinli,
kısaca örgütlü biçimde yürütülmesi ve bunun sağladığı güç birliği egemen
sınıflar için tehlikenin asıl kaynağını oluşturuyordu. Kendisine yönelen bu
tehdidi gören egemen sınıflar, buna karşı mümkün olan her türlü önlemi almaktan
geri durmayacaktı.
Hükümet, olayların önüne geçilmesi için harekete geçer. DİSK
ve hükümet yetkilileri bir araya gelirler. Olayların ikinci günü K. Sülker ve
K. Türkler, işçilere seslenir. Tahripkâr olayların uygun kabul edilmeyeceği,
bunun anayasaya aykırı olduğu söylenir. Aynı gün akşama doğru DİSK’e bağlı
sendikaların merkez ve bölge temsilciliklerinde polisçe aramalar başlar ve
birçok sendikacı ve işçi gözaltına alınır. Bu arada da Bakanlar Kurulu,
İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim kararı alır. Gece 21.00’dan başlayarak gece
sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Bakanlar kurulunun bu kararı, ertesi gün
Mecliste görüşülerek onaylanır. Karar, olayların ertesi günü, hiç bekletilmeden
Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer.
Egemen kesimlerin endişesi had safhaya varmıştır. DİSK
yöneticileri el ele vererek adeta akan kanı durdurmak isterler. DİSK
yöneticileri işçilere seslenir:
“...İşçi kardeşlerim... Anayasal haklarınız için
direniyorsunuz. Anayasamız, her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve
saldırısız olacağını emreder. Bizler, Anayasaya sımsıkı bağlı olduğumuz için
hiçbir hareketimiz aykırı olamaz. Ne var ki, bizim aramıza çeşitli maksatlar
güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta kötüsü, göz
bebeğimiz şerefli Türk Ordusunun mensubuna kötü maksatlarla taş atabilir,
tahrikte bulunabilirler... Genel Başkan olarak sizleri uyarıyorum...” Kemal
Türkler, 16 Haziran 1970 Öğleden Sonra.
Sendika yönetiminin en yetkili ağzından dile getirilen bu
endişeler ibret vericidir. İşçi kalkışması halen daha sürmektedir. Ama şimdi
Anayasa gerekçe gösterilerek bu hareket engellenmek istenmektedir. Oysa işçi
sınıfı, uzun yıllar yasal engellemeler ile sendikal haklarından mahrum
edilmemiş midir? Öte yandan Türk Ordusu ile çatışma, bu doğrultuda tahrik,
kışkırtma olasılığı, vs. ile işçi sınıfı hareketinin ne bağlantısı olabilir?
Yurt savunması görevini üstlenen ordu, anayasal olduğu ileri sürülen bir
hareketin neden karşısına konmaktadır?
Bu noktada, DİSK’in en üst yöneticisinin ayaklanmanın ikinci
günü işçilere yaptığı çağrı ve bunun ardından egemen kesimlerin sıkıyönetim
ilanının düzeni korumak için olduğu söylenebilir. O zaman akla şu soru
gelmektedir: düzen tehlikede midir? İşçi sınıfı hareketi bir fiili müdahale
amacını mı gütmektedir? İşçi sınıfının en meşru haklarını gasp etmeye
çalışanlar düzeni mi temsil etmektedir? Toplum neden kendi işçisinden neden bu
denli kuşku ve panik içine düşecektir?
Egemen kesimler kendilerini toplumun yerine koymak
eğilimindedir. Bu bakış açısı ile işçi sınıfı hareketini öcü olarak görenler bu
uyanış ve kalkışmayı bastırmak, kötülemek, göz ardı etmek ve aşağılamak için
her türlü yollara başvurmaktadır. Vakit geçirmeksizin sıkıyönetim ilanını bunun
en belirgin kanıtıdır.
Ama DİSK üst yönetimi de en az egemen kesimler kadar sınıfın
böylesi kararlı kalkışmasının kesinlikle toplum için değil, ama toplumun egemen
ayrıcalıklı kesimi için bir tehdit olduğunun farkındadır. Böylesine kararlı ve
düzenli ve siyasi içerik taşıyan bir hareketin, bu elit kesim için kabul edilemeyecek
kadar tehlikeli ve ağır olduğu açıktır. DİSK yöneticileri, birkaç gün önce
başlattıkları bir hareketin kendiliğinden kazandığı siyasi içeriğe bakarak
duydukları endişe ile bunun Anayasaya aykırı olduğunu söylemekte ve geri adım
atmaktadırlar. Oysa işçi sınıfının bu haklarını uzunca yıllar gasp edenlerdir
asıl Anayasa hükümlerini çiğneyenler. Toplumda yer alan bütün sınıf ve
tabakaların en azından seslerinin duyurulması gerektiğine inanan ve bu bağlamda
işçi sınıfına grevli ve toplu sözleşme hakkı sağlayan anlayış hiç vakit
kaybetmeden yerini yasakçı zihniyeti terk etmiştir. Asıl anayasal suçlu olanlar
egemen çevrelerdir.
Egemen güçler ise, bağlı oldukları DİSK örgütü ve onun
önderinin sesine kulak vererek harekete son vermiş olmalarına karşın işçi
sınıfının kendilerine karşı oluşturduğu tehdidi görerek buna uygun önlemler
almışlar ve tüm güçleri ile karşı saldırıya geçerek 12 Mart ve sonrası baskı
rejimlerini oluşturmuşlardır.
Şimdi de sıkıyönetim ilanının ardından işçi önderlerinin
peşine düşmekte hiç vakit geçirilmemiştir. DİSK merkez ve şubelerinde yapılan
arama ve tutuklama girişimlerinden sonra, sıra bütün ilerici ve devrimci
kuruluşlara gelir. Bütün bu kuruluşların yerleri aranmaya başlandı. Bütün
devrimci ve ilerici kuruluşlar, öğrenci dernekleri, TÖS ve İşçi Birlikleri
binaları aranır. Devrimci olarak tanınan kişilerin evleri baskınlar
düzenlenerek aranır. Geniş bir tutuklama hareketine girişilir. Kalkışmaya
katılan bütün işyerlerinin çevresi askeri kordon altına alınır. Sıra tutuklama
faaliyetleri ile birlikte, 15-16 Haziran hareketine katılan işçilerin işten
atılmalarına gelir. Bunun sonucunda, işçi sınıfının öncülerinden oluşan
5.000’in üzerinde işçi işinden edilir. Bu arada gericiler, her türlü araçlarla
sendikalar ve ilerici kuruluşlara saldırılara geçtiler. Sendika binalarına
saldırırlar, tahrip ederler.
Direniş Sürüyor
Olaylar, tam olarak iki gün sonunda bitmedi. Direniş
hareketine katılan işyerlerinde asker kordonu altında direnişler devam etti.
Olaylar, yurt içinde ve yurt dışında çok geniş bir yankı buldu. Almanya’da
işçiler, direniş hareketini desteklemek üzere yürüyüşler yaptılar. Fabrikalarda
yapılan direnişlerin yanı sıra, hiçbir Konfederasyona bağlı olmayan bağımsız
sendikalar, bir direniş komitesi oluşturuldu. Komite, direniş biçimini saptamak
için bir forum düzenledi.
15-16 Haziran olaylarında 150 bin işçi katıldı. Yürüyüşlerde
yalnız DİSK üyesi işçiler değil, onlarla omuz omuza Türk-İş üyesi işçiler de
yer aldı. Yürüyüş sırasında oluşturulan çeşitli barikatlarda işçiler, polis ve
askerlerle sıcak çatışmaya girdiler. Bu çatışma sırasında işçilerden iki kişi,
bir polis ve bir vatandaş yaşamını yitirdi. Yüze yakın kişi yaralandı.
Sendika yöneticileri, olayların ikinci günü tutuklandılar.
Bunun dışında tutuklanan işçi ve öğrenciler için ayrı ayrı davalar açıldı.
Sıkıyönetim sırasında sürdürülen davalar, sıkıyönetimin kalkması ile sivil
mahkemelere aktarıldı. Burada verilen yapılan duruşmalarda bütün tutuklular
serbest bırakılır. Bu arada 1803 sayılı af yasası yürürlüğe girdi ve bütün
davalar düşürüldü.
15-16 Haziran olaylarını başlatan ve bu kalkışmanın görünür
en önemli nedeni, sendika haklarının düzenlendiği 274 ve 275 sayılı yasalarda
yapılmak istenen değişikliklerdi. Görüşmeler sonucunda mecliste kabul edilip
yasalaşan değişikliklerin önemli bir kısmı, Anayasa mahkemesinde TİP ve CHP
tarafından açılan davalar önemli ölçüde iptal edildi.
15-16 Haziran olayları ardından Türkiye’de sınıf hareketi ve
onun ekseninde olaylar hızlı bir seyir izler. Bunda kuşkusuz işçi sınıfının bu
hiç beklenmedik kalkışmasının rolü belirleyicidir. O zamana kadar Türkiye’deki
Marksist hareketin içindeki dağınık yapı, artık bu ayırt edici gelişme
sonucunda iki ana kesim etrafında kümeleşir. İşçi sınıfının yanında olanlar ve
olmayanlar. Sınıf hareketinin gücünün böylesine net bir biçimde ortaya çıkması,
işçi sınıfına karşı olanların yüzündeki maskeleri düşürmüştür. Marksist
hareketin önü bundan sonra açılmıştır.
Aynı durum, egemen kesimler için de geçerliydi. Son on yıl
içinde dünya çapında gelişmelere koşut çok kapsamlı dönüşüm yaşanmıştı. Bu
gelişmeler, savaş sonrası ekonomik büyüme ve buna karşılık gelen uluslararası
iş bölümünün yaygınlaşması ile bağlantılıdır. Ama savaş ekonomisine dayalı bu
genişleme süreci artık sona ermeye yüz tutmaktadır. Sözü edilen büyümenin en
doruk noktasında tüm dünya çapında etkili olan ve kapitalizmin refah dönemine
özgü bir süreç yaşanmıştır ve bu sürecin şimdi de neredeyse aynı şiddette inişi
yaşanmaktadır. Bu koşullar, sermayenin yeni daralma dönemine uyum gösterme sorununu
beraberinde getirmektedir.
Egemen çevrelerde yaşanan kuşku budur. 1968 öğrenci olayları
olarak bilinen ve yaşanan canlılık ve coşkunun içinin boşaltıldığı süreç acaba
yeterli olmayacak mıdır? Avrupa ülkelerinde bu yüzeysel coşkuya işçiler soğuk
bakmışlardır. Yoksa bu patlama bir periferi ülke olan Türkiye’de mi
yaşanmaktadır?
Gerçekten 15-16 Haziran olayları böylesi bir yükseliş ve
olayların yön değişimi olarak gözlenmektedir. Oysa Avrupa’da "siyasi
gerilimin köpüğünün alınması" anlamına gelen 68 olayları başarılı bir
biçimde yönetilmiştir. 15-16 Haziran olayları, gelişmelerden kuşku duyulacak
ölçüde kapsamlı ve bilinçli bir seyir izlemiştir.
Sınıf Hareketinin Yükselmesi
1961 Anayasasının 46’ncı maddesi uyarınca yapılan düzenleme
ile 1963’te 274 ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu kabul
edilir. Şimdi ise siyasi grev ve genel grev yasaklanmakta, ayrıca devlet, il
özel idaresi ve belediye kararlarına etki amacıyla grev ve lokavt
yapılamayacağı benimsenmektedir.
Ama asıl kısıtlama sendika eylemine yöneliktir. 1960’lı
yılların başından başlayarak Türk sendika eylemi tipi sendikacılık eksenine
oturtulması istenmektedir. Bunun için Türk-İş’e Amerikan kuruluşları tarafından
geniş çapta teknik ve özellikle parasal yardımlar yapılmaktadır. Bu dönemdeki
on yıl süre boyunca, Türk sendikacılığının böyle bir eksene getirilmesi için
600’ün üzerinde sendikacı, Amerika’ya beyin yıkamaya gönderilmiştir.
Grevli ve toplu sözleşmeli sendikalı yaşama geçiş, işçi
sınıfının nicelik olarak büyümesi ile birlikte onun sesini çok daha güçlü
duyurabilmesine yol açmıştır. Bu arada esas olarak tutarlı sendikal haklar
peşinde olanların girişimi başarı ile sonuçlanmış ve Türkiye İşçi Partisi
TİP’in kuruluşu gerçekleştirilmiştir. Gelişen sınıf hareketi, bir taraftan
egemen kesimleri, diğer taraftan da “partiler üstü politika” safsatasını
savunan Türk-İş’in sahte sendikacılığını zorlamaya başlamıştır.
TİP’i destekleyen sendikalar, Türk-İş’ten ayrılmak zorunda
bırakılır. Paşabahçe’de Kristal-İş tarafından yürütülen grevi destekleyen
sendikaların 1966 yılı sonlarında Türk-İş’ten geçici olarak ihraç edilir. Bu
gelişme DİSK’in oluşumunu hızlandırır. Ertesi yıl 12 Şubat’ta DİSK kurulur.
DİSK, kuruluştan başlayarak Türkiye İşçi Partisi ile doğal
bir dayanışma içindedir. DİSK yöneticilerinin çoğu, partinin kuruluşuna
katılmıştır. Partinin yönetiminde görev almışlar, milletvekili olarak
parlamentoya girmişlerdir. Parlamenter R Kuas, hem DİSK genel başkan vekili,
hem de parti genel sekreteridir. Organik ilişki bu kadar yakındır.
“...Bizler, Büyük Atatürk’ün daha 1921’de ilan ettiği gibi,
“bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve buzu yutmak isteyen kapitalizme
karşı” savaşmaya ant içmiş sendikacılarız ...” DİSK kuruluş Bildirgesi.
DİSK’i oluşturan sendikaların Türk-İş içinden tasfiye
edilmeleri kuşkusuz bilinçli bir strateji doğrultusunda yürürlüğe sokulmuştu.
Ama tasfiye edilen sendikacıların bu tasfiyeye her ne pahasın olursa olsun
direnmiş oldukları söylenemez. DİSK’in daha sonraki dönemde izlediği yol bunu
açıklıkla ortaya koymaktadır. TİP’in kuruluşu başta çok tepki çekmişse de,
zamanla söylem ve eylemlerinde legaliteyi sağlamıştı. Öte yandan parlamenter
yapı içinde ses getirdiği çalışmalar adında ‘devrimci' tanımlamasının yer
aldığı DİSK için yararlı olabilirdi.
Sınıf sendikacılığı ilkeleri ile yola çıkan DİSK’in böyle
bir siyasi söylemi kısa bir süre sonra ekonomizm düzeyine indirgemeyi
başaracaktı. Hemen ardından gelen darbe ve TİP’in kapatılması da zaten yolunu
epeydir çizmiş olan DİSK yöneticilerinin işini bir hayli kolaylaştırmıştı.
Sendika Hakların Gasp Edilmesi Girişimleri
Toplu Sözleşme ve Grev Yasasının değiştirilmesi için adım,
1969 yılından önce atılmış, Türk-İş tarafından hazırlanan bir tasarı meclise
gelmişti. Ancak bu tasarı yasalaşamadı.
1969-70 yasama döneminde CHP ve AP tarafından meclise iki
yasa tasarısı verildi. Komisyon, bu yasa tasarıları büyük bir gizlilik içinde
yürütülmekteydi. Tasarıların gerekçesi olarak daha önce yürürlüğe giren yasada
zamanla bazı eksiklik ve boşlukların ortaya çıktığı iddiasıydı. Yasanın bu
biçimde uygulamasının, Türkiye’de sendikaların çok fazla artmasına, bunun iş
hayatı için engelleyici ve emekçilere zarar verici olduğu belirtilmekteydi.
Ülkede güçlü sendikaların kurulması için bu değişikliklerin yapılması gerektiği
söyleniyordu.
Değişiklik tasarısı, Adalet ve Güven Partisinin oyları ile
kabul edildi. Tasarıya karşı çıkan tek CHP’li milletvekili Ş. Bakşık oldu.
Diğer CHP’liler, oylamaya katılmadılar.
Komisyondan geçerek mecliste görüşülen tasarı 11 Haziran
1970 tarihli oturumda kabul edildi. Tasarı daha sonra görüşülmek üzere Senatoya
gönderildi. Bu arada DİSK yöneticileri, bu değişikliklere karşı işçi sınıfının
harekete geçmesi kararını alıyorlardı. Senatoda yapılan tartışmalar sonucu,
meclisten gelen yasa tasarısı üzerinde birkaç değişiklik yapılarak kabul
edildi.
274 ve 275 sayılı yasa değişiklik tasarıları, 27 Mayıs
rejimi tarafından Anayasanın 46’ıncı maddesinde yer alan sendika haklarına göre
yapılan zorunlu bir düzenleme niteliğindeydi ve Anayasal haklar gereği bu yönden
herhangi bir kısıtlamaya gidilmemişti. Bu durum, Temsilciler Meclisinde yapılan
görüşmeler sırasında dile getirilmişti.
“...Hiç şüphe yok ki, sendikalar esas itibarıyla kendi
meslek erbabının iktisadi ve sosyal menfaatleri için de mücadele edeceklerdir.
Ancak tahdidi mahiyette konacak bir takım hükümler ileride sendika hürriyetinin
tahribine yol açabilir...” 17 Nisan 1961 tarihli Anayasa komisyonu sözcüsünün
konuşması
Anayasa komisyonu Anayasada sendikal faaliyetlerin
kısıtlanamaz olduğunu teslim etmekteydi. Sendika çalışmalarının aynı zamanda
üyelerin sosyal çıkarlarına da yönelik olabileceğini öngörüyordu. Kısıtlayıcı
hükümler getirme sendika özgürlüğün tahrip edilmesine yol açabilirdi. Ancak
1963 yılında düzenlenen yasa ile devlet, il özel idaresi ve belediye
kararlarına etkilemek amacıyla grev ve lokavt yapılamayacağı yönünde hüküm
öngörülmüştü. Bu hükümle de belli bir anlamda siyasal grev yasaklanmıştı.
Ayrıca aynı yasada genel grev hakkı da verilmemişti.
Şimdi yasada yeni kısıtlamalar getirilmesi amaçlanıyordu.
Üyeliğin sendika onayına tabi kılınması ve istifanın noter kanalıyla bildirimi
gibi değişiklikler Anayasa’nın ruhuna aykırıydı. Amaç, sendika seçimini
zorlaştırmaktı. Gerçekte bu düzenlemeler faşist ülkelere özgüydü. Öte yanda
sendika kurma hakkı bir takım ilave kısıtlamalara tabi olacaktı. Konfederasyon
üyeliği yeni zorluklar içeriyordu. Yeni yasada “birlik” kavramına yer
verilmeyişi, grev ve lokavtın eşit ve karşılıklı haklarmış gibi düzenlenmesi,
sendikaların ticaret ve yatırım yapmalarına olanak tanınması, üyelerine ticari
ilişki içine girebilmeleri, konfederasyonların, sendikalara daha fazla
müdahaleci olabilmeleri, vs. gibi özünde Anayasanın amir hükmüne kesin
aykırılıklar taşıyan değişiklikler getirilmek isteniyordu. Nitekim bütün bu değişiklikler,
TİP’in başvurusu sonucu Anayasa mahkemesince büyük bir çoğunlukla iptal
edilecekti.
Getirilen değişikliklerle lokavtın bir hak kabul edilmesi
gibi işveren ve sahte sendikacılık lehine düzenlemeler ekleniyordu. Grev veya
lokavt öncesi ihtiyari yerini zorunlu tahkim ve bağıtlanmış sözleşme
uyuşmazlıklar için yargı yolu düzenlemeleri de bu amacı taşıyordu. Böylelikle
kazanılan haklar sürüncemeye bırakılacaktı. Öte yandan genel grev ve sempati
grevlerine olanak tanınmıyor, yetki saptanmasına ilişkin kurallar
netleştirilmiyor ve işçileri temsil etmeyen sendikalara toplu sözleşme olanağı
açılıyordu. Bu uygulamalar ile işverenlerin önündeki her türlü engel
kaldırılmak isteniyordu.
“...Kimileri bu düzenlemenin sendika özgürlüğün katledilmek
olduğunu söylüyor. Bu müsamahalı görüştür. Aslında Türk toplumunu işçisi ile
memuru ile yani bütün çalışan kitleleri ile ve nihayet, müsaadenizle arz
edeyim, ordusuyla gittikçe kapitalistleştirilmek istenilen bir düzenin gittikçe
haksızlaşan, sömürü oranının ameliyesinin bir küçük parçası oluyor...” Prof.
Bahir Savcı 24 6. 1970.
Getirilen değişiklikler ile sendika kurma hakkını önemli
ölçüde kısıtlamakta, işçilerin istedikleri sendikaya üye olma özgürlüğünü
ortadan kaldırmakta, siyasi iktidarın çıkar ve görüşlerine ters düşen
sendikaların güdümlü sendikal örgütler aracılığı ile baskı altında
tutulmalarına imkân hazırlamakta, grev ve toplu sözleşme hakları işlemez duruma
getirilmek istenmekteydi.
İşçi sınıfının buna ses çıkarmayacağını hesaplamışlardı. Ama
yanıldılar. Sınıf hareketinin buna yanıtı her türlü beklentiyi de aşmıştı.
Böylesine kazanılmış hakların gasp edilmesi girişimi, gerçekten egemen sınıflar
için onulmaz bir basiretsizlikti. Sınıf hareketi tüm ülke çapında büyük bir
bunalıma yol açmıştı kuşkusuz; ama Türk işçi sınıfı aynı zamanda sorumluluk
bilinci ile davranmıştı. Ama gücünü dosta düşmana sergilemişti artık.
Yürüyüş Kararı
DİSK Yürütme Kurulu, 28 Mayıs 1970 günü topladı. Bu
toplantıda 3 Haziran günü, yapılmak istenen değişlikler üzerine daha ayrıntılı
çalışma kararı alınır.
İkinci toplantı, 3 Haziran günü yapılır. Bu toplantıda konu
hakkında bir inceleme kurulu ve ayrıca eylem kurulu oluşturulur. 5 Haziran
toplantısında kurul görüşleri ile basın ve çeşitli yetkili kişiler ile temasa
geçilmesi, DİSK sendikalar temsilcileri ile bir kapalı salon toplantısı
düzenlenmesi gibi eylem kurulunun belirleyeceği eylem biçimlerinin uygulaması
kabul edilir.
Ankara’ya gönderilen heyet temasları sonuç vermemiş olacak
ki, Anayasal haklar kullanılarak direnme yapılması için gerekli hazırlıkların
yapılmasına karar verilir. Bu arada heyeti B. Ecevit ve bazı senatörler ile
görüşür, ancak Başbakan ile görüşme imkânı sağlamaz. Aynı gün, tasarının
meclisten geçtiği haberi gelir.
“...Sendikalar kanununu değiştiren yeni tasarı, mecliste 3,5
saat gibi çok kısa bir süre içinde görüşülüp kabul edildi. AP, CHP ve GP
oylarının birleştiği yeni tasarı işçilerin serbestçe sendika seçme özgürlüğünü
yok etmektedir. Faşist sendikacılığı getirmenin temelleri atılmaktadır... Amaç
DİSK’i bertaraf etmektir...” Kemal Türkler 12 Haziran 1970
Heyet, temaslarını tamamlayarak geri döner. 12 Haziran günü
Kemal Türkler bir basın toplantısı yapar ve yeni tasarının, işçilerin özgür
sendika seçme haklarını yok edeceğini açıklar. Açıklamada, asıl amacın, DİSK’in
bertaraf edilmek istendiği belirtilir. 13 Haziran günü yapılan toplantıda,
sendika yetkilileri ile görüşmeyi kabul eden Cumhurbaşkanı ile görüşecek heyet
belirlenir.
14 Haziran Pazar günü DİSK’e bağlı sendika yöneticileri,
işçi ve işyeri temsilcilerinin katılması ile bir toplantı düzenlenir. 15-16
Haziran kalkışmasının bir gün öncesinde, işçi sınıfının işçi ve işleri
temsilcileri bir araya gelirler.
Bütün bu gelişmeler, ekonomik mücadele için de olsa, tümüyle
önceden tartılıp biçilmiş örgütlü bir mücadelenin hazırlama aşamasını yansıtır.
Kozlu grevleri gibi işçi sınıfının sömürü ve baskı uygulamaları karşısında
gösterdiği tepkinin giderek kendiliğinden oluşan sınıf eylemine dönüştüğü
duruma kıyasla sınıf hareketinin bir üst düzeyine gelinmiştir. Örgütlü eylem,
sınıf hareketinin anlık bir tepkiye dayalı değil, ama sürekli var olan sınıf
bilinçliliğine dayanmaktadır. Bu açıdan kalkışma çok anlamlıdır.
İşçi temsilcileri toplantısında yapılan konuşmalar da ayrıca
sınıf bilincinin olaştığı yeri sergilemesi açısından dikkate değerdir.
“... Arkadaşlar, patronları ezmek için yaptığımız en küçük
bir harekette fabrika kapısına devletin askeri, jandarması ve polisini
yığıyorlar. Oysa bunlar bizin askerimiz, jandarmamız ve polisimizdir. Bizlerin
alın teri ile kazanmış olduğumuz hakkımızı yiyen işveren ve sarı şebekelere
karşı koyacağız. Arkadaşlar, ben yarın sabahtan itibaren şalterleri
basıyorum...” Haymak işçi temsilcisi başkanı. 14 Haziran 1970.
“...Türkiye’de ilk defa işçi sınıfının gücünü ortaya koymak
üzere toplanmış bulunuyoruz. Bugün en mutlu günümüzdür...” Arçelik işçi
temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Türk işçi sınıfı olarak Büyük Millet Meclisinde 32
namussuzun çıkartmış olduğu kanunu, eğer kendileri geri almazsa, onlara yalata
yalata, böyle sürüngen tabiiyetine girecek şekilde yalatacağız. Kanımın son
damlasına kadar 118 Rabak işçisi adına ant içiyorum ...” Rabak baş temsilcisi.
14 Haziran 1970.
“...Yalnız sendikalar kanunu değil, bizim aleyhimize Meclisten
birçok kanun çıkabilecektir. Ama biz işçi olarak el ele vereceğiz ve
işyerlerinde çalışan bizim kardeşlerimizle beraber meseleleri ele alacağız.
Gerekirse buradan Ankara’ya kadar yürüyeceğiz...” 6. Bölge işyeri baş
temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...2500 kişi olarak bizler yarın sabahtan itibaren savaşa
hazırız. Bugün alınan bu Türk İşçisinin Kurtuluş Savaşı kararını sabırsızlıkla
bekleyen Arçelik işçisine ilk müjdeyi vermeye ahız ve yarından itibaren ölümse
ölüm, direnme ise direnme, yürüyüş ise yürüyüş, hükümet basma ise hükümeti
basma, Türk-İş’i ortadan kaldırmaksa... Hazırız arkadaşlar ...” Arçelik
temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Bu 32 mebus Anayasada olmayan bir şeyi yürürlüğe
sokmuşlar. Madem onlar, Anayasaya aykırı olarak hareket edebiliyorlar, bizin de
umumi ir grev yapmamız bu Anayasada olmasa bile yapabiliyorlar, o halde biz de
yapabiliriz. Genel grev yapalım ve kanunu geri alıncaya kadar direnelim. Bütün
gücümüzü ortaya koyalım....” AEG-Eti temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Sayın proletarya sınıfı... İki yaşındaki çocuğumuz yarın
sabah evden çıkarken baba bana ne getireceksin dediği vakit, oğlum ben akşama
eve gelmeyeceğim, savaşa gidiyorum demesi lazım. Çünkü bu savaş babasının
değil, oğlunun gelecekte oğlunun savaşıdır...” Türk Demir Döküm temsilcisi. 14
Haziran 1970.
“...Bizim için çıkartılan kanunları tek tek izlediniz. Madem
öyle ise, kanunlar bu kadar basit ise, biz de kendimize göre kanunlar yapmaya
çalışacağız. Arkadaşlar, kanun dediğiniz zaman bunu nasıl yapacağız? Biz Millet
Meclisinde olmadığımıza göre, kendi kanunlarımızı yapacağız. Oy birliği ile
karar alacağız. DİSK’in bünyesinde olan tüm işyerlerinde Pazartesi günü, Salı
günü, işe şalterleri indireceğiz, işte size bir kanun ...” Kimya İş Kolu
Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Türk işçisinin namus ve şerefine bir leke atılıyor.
Mücadelemizi vereceğiz, ama bu mücadelede her türlü meşakkate göğüs gereceğiz,
aç kalacağız, yoksul kalacağız, icap ederse öleceğiz. Çünkü bizden evvel şehit
olan arkadaşlarımızın da amaçları aynıydı. Türk işçisinin bugünkü hakları için
şehit olmuşlardı. Biz onların kemiklerini sızlatmayacağız ...” Sungurlar Kazan
Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“... Hakkımızı alıncaya kadar savunacağız, kanımızın son
damlasına kadar savaşacağız, hakkımızı alacağız diye söz verdir. Onlar da bize
söz verdiler, hakkınızı alacağız diye. O halde şimdi ne yapacağız? Şimdi, yarın
sabah erkenden saat 07.00’de işbaşı yaptığımız taktirde, çalışmıyoruz
diyeceğiz, icap ederse, öldüreceğiz, öleceğiz. Savaşacağız, uğraşacağız. Türk
işçisinin tarihini kanımızla duvara yazacağız...” Beşiktaş Un Fabrikası
Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
“...Türk işçisini davar sürüsü mü sanıyorlar? Artık eski
devir geçti. Davar sürüsü öldü. Artık karşınızda bir aslan sürüsü vardır. Artık
hepimiz ne yapacağımızı biliyoruz. Sendikacılarımızın vermiş olduğu emirden
çıkmayacağız. Ölüm kalım. Ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz... Bu gibi kanunlar
bundan sonra yürümeyecek. Çünkü devrimci sendikamız bizleri artık bilinçli bir
işçi durumuna getirmiştir. Sendikamızın vereceği emirleri bekliyoruz. Grev,
yürüyüş, her harekete hep beraber katılacağız ...” Kimya-İş Temsilcisi. 14
Haziran 1970.
“... Çoluk çocuğumuzla yürüyüş yapalım. Topluma mal edelim
bunu. Çünkü Türkiye’de bilinçli, gerçek yolda olanlar hep eziliyorlar. Mevcut
düzenin kapitalistlerin elinde olduğunu biz halka, bilmeyenlere bildirmeliyiz.
Hareketimizi buna göre düzenlemeliyiz. İş yerinde grev yapmışız. Zaten şimdi
sendikacılık nedir? 50 lira zam alıyorsunuz, hayat yüzde 200 pahalanıyor. Böyle
sendikacılık bir yana dursun, 50 lira zam sendikacılığı yapmayacağız.
Arkadaşlar, toplum kalkınıncaya kadar mücadelemizi devam ettireceğiz. Biz bu
halkın gerçek iktidarını buluncaya kadar her ne yolda olursu olsun mücadelemize
devam edeceğiz ...” Basın İş Temsilcisi. 14 Haziran 1970.
Bütün bu konuşmalar, işçilerin şimdiye kadar yapılmakta olan
sendika mücadelesinin sınırlarına gelindiği düşüncesinde oldukları, bundan
sonra atılacak adımın, yasaların çizdiği sınırlar dışına taşıyor olsa bile
çünkü bu yasalar, işçi sınıfının düşmanı olan kesimlerin temsilcileri
tarafından, kendi deyişleri ile işçi sınıfının düşmanları tarafından
çıkartılmıştır ve artık işçi sınıfı u yasaları tanımamaktadır – sendika
mücadelesinin bir üst seviyesi olan siyasi mücadele olması gerektiği, bunu için
her işçinin, canı ile kanı ile her ne pahasına olursa olsun harekete geçmeye
hazır olduğunu gösteriyor. İşçi sınıfının öncülerinin yaptığı konuşmalarda,
ertesi günkü hareketlerinin ne anlama geldiğinin bilincinde olduğu görülüyor.
Bu hareket, derhal burjuva sınıfını polisi ve askeri ile jandarması ile
karşısına dikeceğini biliyor. İçlerinden tutuklanacak olanların olacağının
farkındalar. Bu bilinçten hareketle, yapılması gerekenler de söyleniyor.
Kesinlikle tutuklamalar üzerine gidilecek, karakol olsun, valilik olsun
basılacak ve bu tutuklu arkadaşlar kurtarılacaktır.
Kuşkusuz, sınıf bilincinin bu düzeyi, tam olarak olgunlaşmış
sayılamaz. Gerçekte bu mücadele egemen sınıfların yasalarına yönelik olması
dolaysıyla siyasi niteliktedir. Ancak bunu ekonomik örgütleri aracılığı ve
öncülüğü ile yapmaktadırlar. Kuşkusuz, DİSK yöneticilerinin büyük çoğunluğu,
Türkiye İşçi Partisi kurucuları ve yöneticileridir. Ancak bu kişiler, işçi
sınıfının karşısına bir Partili kimlik ile değil, ama sendikacı kimliği ile
çıkarlar. Bu, toplantıda yapılan konuşmalarda da açıklıkla belli olmaktadır.
“...Çok değerli arkadaşlar, biz işçiyiz. Dünyada her şeyi
yapan işçiler amma işçiler durduğu zaman ve geçen sefer bir arkadaşım söyledi.
Dünyada her şeyi yapan işçiler durdukça dünya durur arkadaşlar. Uçak durur,
gemi durur, fabrikalar durur, bütün vasıtalar durur. Çünkü biz işçiler buna
hakim olduğumuz müddetçe her şeyde o zaman kendiliğinden halledilmiş olur.
Benim söyleyeceklerim bundan ibarettir...”
Öyle anlaşılıyor ki, K Türkler’e göre işçi sınıfı işte esas
olarak budur. İşçiler, her şeyi yaparlar. O nedenle herkes işçilere muhtaçtır
ve işçilerin elindeki en büyük güç budur. K. Türkler, buradan hareketle bir
genel grevin etkili olacağını düşünüyor. İşçi sınıfının yapacağı bir genel
grevin, siyasi anlam taşımış olduğunu, bu hareketin artık burjuva sınıfının
egemen konumunu sarstığını, artık yönetici olma meşruluğunu yitirdiği anlamına
geldiğini düşünmüyor. Veya düşündürmek istemiyor. Belki böylesine bir anlayışın
işçi sınıfının bilinç düzeyi için henüz çok fazla olduğunu düşünüyor. Gerçekte
de, temsil ettiği sınıfın bilincini kestiremiyor. Toplantı gününe kadar
yapılacak etkinliğin çerçevesi çizilmiş değil. En azından bir teklif
getirmiyor. Direniş hareketinin biçimi, tümüyle bu toplantıda belirleniyor.
K. Türkler’in düşündürmek istemediği bellidir. Düşündürmek
bir yana, işçi sınıfının bilincinin ekonomik mücadelenin ötesine gitmemesini
ister gibidir. Belki bunu bilinçli bir sendika lideri olarak bilinçli yapar.
Ona göre, işçiler üretim sürecinde çalışma veya çalışmama konusunda karar
sahibi olurlarsa, o zaman her şey kendiliğinden halledilmiş olur. Bunun
ötesinde herhangi bir şeye gerek yoktur. Bu kadarını söylüyor. İşçi sınıfını
böylelikle dizginlemiş oluyor. Bundan başka da bir şey söylemiyor ve sözlerini
bitiriyor. Kesinlikle bir hedef göstermiyor. Hedef, sadece üretimdir. İşçilerin
üretime katılmaları veya katılmamalarıdır bütün gerekli olan.
“...Direnme hareketlerine başlandığı takdirde, çünkü yazılı
tekliflerde var, onları hepsini toparlayarak söylüyorum, fabrikalarda oturarak
vakit geçirmekte gereksiz. Fabrikalarda nöbetçi bıraktıktan sonra, kendi
muhitlerindeki yollarda, sokaklarda, halk arasında pankartlarla yürüyüş yapmak.
Buna gene işçilerin kendisi karar verecek. Bir yandan bir fabrika işçileri
yürüyüşe katıldıktan sonra önünden geçen fabrikadakiler onlara katılacak.
Yürüyüş ve mitingleri biz düzenleyeceğiz. Tahminen çarşamba sabahtan itibaren
İstanbul’un muhtelif yerlerinde yürüyüşler yapmak şartı ile Taksim veya bir
başka meydanda saat 17.00’den sonra miting yapacağız... Bu işler için hemen
yarın mı diyelim, daha yakım mı diyelim genel grev mi? Ben bunları teklif
ediyorum. Bu kararlar sizindir...”
15-16 Haziran Kalkışması
15 Haziran Pazartesi günü, işyeri temsilcileri, işyeri
yetkililerine işi bırakacaklarını söylerler. İşyeri yetkilileri, işçi
temsilcilerine bu hareketin kanunsuz olduğunu hatırlatır. Ancak temsilciler,
haklarını almak için iki gün direnişe geçeceklerini, bu nedenle bütün işçilerin
işi bırakacaklarını söylerler. İşyeri yetkililerinin yaptıkları teklifleri
kabul etmezler ve iki gün işe gelmeyecek olanların işlerine son verileceği
konusundaki uyarıyı dikkate almazlar. Direnişe katılmayacak olanları döve döve
götüreceklerini söylerler. İşyeri baş temsilcisinin çaldığı düdük ile işçiler
fabrika önlerinde toplanır, yürüyüşe geçerler. Eli sopalı işyeri temsilcileri,
çağrıya katılmayanları fabrikadan dışarı çıkartır.
“...Yapılmak istenen değişiklikleri protesto etmek amacı ile
bütün gücümüzü ortaya koyup yürüyüş yapacağız. Karşımızda Arçelik işçisi var.
Diğer fabrika işçileri de bizlerle birlikte yürüyecektir. İcap ederse,
Ankara’ya kadar yürüyüp Meclise girip kendi kanunlarımızı kendimiz yapacağız.
Bizin işverenle hiçbir ihtilafımız yoktur. Fabrikamıza en ufak bir zarar
gelmeyecektir. Burası bizim ekmek yediğimiz yerdir..” Otosan Fabrikası. 15
Haziran 1970.
“...Anayasal haklar işçilerin elinden alınmaktadır. Bu
nedenle direnişe gececeğiz ve bütün değerleri yaratan işçilerin haklarını
Amerikan emperyalistleri ve onların yerli işbirlikçileri tarafından alınmasına
müsaade etmeyeceğiz...” Kavel Kablo. 15 Haziran 1970.
Baş temsilciler, işçilerin toplandığı fabrika önünde yüksek
bir yere çıkarak işçilere yapacakları eylemin amacını anlatırlar. Bütün
fabrikada çalışanlarla bir olup yürüyeceklerini söylerler. İşçiler, daha sonra
fabrikanın güvenliği ve giriş çıkışlarının kontrolü için birkaç nöbetçi
bıraktıktan sonra yürüyüşe geçerler.
İlk günkü olaylara çeşitli işlerlerinden 70 bin işçinin
katıldığı sanılmaktadır. Pazartesi sabahı işyerlerine gelen işçiler, önce
işyerlerinde sessizce direnişe geçerler, daha sonra fabrikadan çıkarak yürüyüşe
başlarlar. İstanbul’da yürüyüş, birkaç koldan olur. Kadıköy bölgesinde, Ankara
yolu üzerindeki fabrikalardan çıkan işçiler Kartal yöresine doğru yürüyüşe
geçerler. Eyüp yöresindeki fabrikalarda çalışan işçiler, Topkapı’ya doğru
yürürler. Bakırköy’deki fabrikalarda çalışanlar ise Londra asfaltından yürüyüşe
geçer ve şehir içinde özellikle Taksim, Gümüşsuyu ve Şişli yönüne doğru
yürürler. Tuzla ve Çayırova yörelerindeki fabrikaların işçileri ise Gebze’ye
doğru yürürler.
Yürüyüşlerin başlaması ile işçilerin yürüdüğü yollardaki
trafik kesilir. Yürüyüşün başlangıcında, yürüyüşe katılmayanlar çıkar. Bunlar,
işyeri temsilcileri tarafından zorla fabrikadan çıkartılır. Yürüyüşe
başlandıktan sonra, çeşitli noktalarda polis barikatları ile karşılaşılır.
Polisin yürüyüşe katılanları gözaltına alması üzerine, işçiler, karakollara
doğru yürür, gözaltına alınan arkadaşlarının serbest bırakılmalarını ister.
Polisler, bu işçileri serbest bırakmak zorunda kalır.
Yürüyüş sırasında işçiler, Ulus Basımevi ve Ulus gazetesine
girerler. Burayı iki saat süre ile işgal altında tutaklar. Yürüyüş boyunca,
bazı fabrika önüne gelen işçiler, buradaki işçilerin da yürüyüşe katılmaları
için çağrıda ve tezahüratta bulunur. Ancak bu fabrikalardaki Türk-İş
yöneticileri, işçilerin yürüyüşe katılmalarını engeller. Bir başka fabrikada,
işçiler, yabancı sermayeli şirketin yabancı müdürü tarafından yürüyüşe
katılmaları yönünde teşvik edilir. Ama aynı şirketin Türk müdürü, bunların
yürüyüşe katılmalarını engellemek için elinden geleni yapar, ama başaramaz.
15 Haziran günü yapılan yürüyüşler, DİSK bünyesinde
oluşturulan bir komite tarafından yönetilmiştir. Yürüyüşe 100’ün üzerinde
işyeri katılmıştır. Bunların çoğunluğu DİSK’e bağlı sendikalara üye işçilerdir.
Ancak Türk-İş’e bağlı sendika üyesi olan işçilerin de direnişe katıldığı
görülür.
16 Haziran Günü
İlk günkü direnişte önemli bir olayla karşılaşılmamış
olmasına karşın, 16 Haziran günü direniş olaylı geçer. İşçiler, ikinci gün de
çeşitle kollardan sabahın erken saatlerinden başlayarak yürüyüşe geçerler.
Topkapı’dan yürüyüşe başlayan işçiler, buradan çeşitli kollara ayrılarak devam
ederler. Cağaloğlu'na gelen bir grup, buradan vilayetin önüne gelmek ister.
Zırhlı birlikler, yolda barikat kurmuştur. Bu barikatı aşan bir kısım işçiler,
yan sokaklardan vilayetin önüne gelir, buradan Eminönü’ne iner. Bu sırada,
İstanbul ve Beyoğlu yakasındaki işçilerin birleşmesini önlemek amacı ile
köprüler açılır. Köprüden geçemeyen işçiler, sandal ve motorlarla karşı yakaya
geçer, Beyoğlu’na çıkar. Bu yürüyüş kolunun diğer kısmı, geriye, Topkapı yönüne
döner. Sur dışından Fındıkzade’de ikiye ayrılan yürüyüş kolu, Fatih üzerinden
Saraçhane’ye, orandan da Unkapanı köprüsüne gelir. Ancak köprü açılmıştır.
İşçiler, geri dönmek zorunda kalır.
Levent ve Mecidiyeköy yöresinden gelen işçiler, Levent’te
bir polis barikatı ile karşılaşır. Barikattaki işçiler, yürüyüş kolunun
önündeki kadın işçileri coplar. Bunun üzerine çatışma başlar. Çatışma sonucu
işçiler barikatı aşar ve yürüyüşe devam eder.
Yoğurtçu Parkı Çatışması
Kadıköy bölgesindeki en büyük çatışma, Yoğurtça Park
civarında olur. Bu çatışma sırasında bir polis ölür. Çeşitli yerlerden gelen
işçiler, buradaki barikatı da aşarak Kadıköy iskelesinde toplanır. İskele
civarındaki olaylarda polis silah kullanır. Çatışmalar çok şiddetli olur.
Kaymakamlık binasında yangın çıkar. Bazı polis arabaları ve sivillere ait
birçok araba ile Adalet Partisi binaları tahrip edilir.
Kadıköy yakası ve özelikle Ankara asfaltı üzerindeki
işlerlerinde çalışan içiler, Üsküdar ve Kartal yönünde iki koldan yürür. Kartal
köprüsüne gelen yürüyüş kolu, burada kurulan barikatla karşılaşır. Bu sırada
Çayırova’da çalışan işçiler, Kartal’a doğru yürür. Yol boyunca yer alan
fabrikada çalışanların katılması ile bu yürüyüş kolu, çok büyür. Bu yürüyüş
kolu, Bağdat caddesi üzerine gelir. Burada karşılaşılan barikatlar, kolaylıkla
aşılır.
İzmit Yürüyüşü
İzmit’te, 16 Haziran günü işçiler, Maden-İş Sendikası Bölge
temsilciliği önünde toplanır ve yürüyüşe geçerler. İlk gün sendika
temsilcilerinin engellemesi ile yürüyüşe katılamayan fabrikalardaki işçiler, iş
yerlerini terk ederek yürüyüşe katılırlar. Kent merkezine doğru yürüyüşe geçen
işçiler, yolda art arda kurulan iki komando barikatı ile karşılaşır. İşçiler bu
barikatı aşarlar ve yeni işçilerin aralarına katılmalarını sağlarlar.
Buradan kent merkezine doğru yönelen işçiler, yolda yine iki
barikatla karşılaşır. Bu sırada İçişleri Bakanı kenttedir ve yürüyüş kolunun
kente girmesine engel olunması için kesin emir vermiştir. İşçiler, kurulan iki
barikatı aştıktan sonra, kente 12
km kala kurulmuş üçüncü bir barikatla karşılaşırlar.
Burada bazı görevliler, işçi liderlerini yürüyüş kolundan ayırabilmek için sizi
kolordu komutanı görmek istiyor der. Ama işçi önderleri bunu kabul etmezler. Bu
arada bir işçi temsilcisinin polis tarafından gözaltına alındığı haberi gelir.
İşçilerin polis merkezine doğru yürümek istemeleri sonucunda bu işçi temsilcisi
hemen serbest bırakılır.
İşçiler, kurulan son barikatı da aşar, kent merkezindeki
cadde boyunca yürür ve Atatürk anıtına gelir. Burada yapılan konuşmalardan
sonra Kolordu Komutanlığının önüne gelinir. Ordu lehine tezahüratta bulunurlar.
Buradan çocuk parkına gelinir. Erkesi gün yapılacak eylemler için kent
merkezindeki Maden-İş sendikası önünde buluşmak üzere ayrılırlar.
TİP’in Görüşleri
Türkiye İşçi Partisi, olaylarla ilgili gelişmelerin
içindedir. Sınıf hareketinin niteliği, TİP basın bülteninde şu şekilde dile
getirilir.
“...Sıkıyönetim ilanı, iktidarın sermayeden yana ve
işçilerin karşısında olduğunun yeni bir kanıtıdır. İstanbul ve Kocaeli’nde
sıkıyönetim ilanı, Anayasaya aykırıdır. Anayasada, sıkıyönetimin ancak bir
savaş hali, ayaklanma ve vatan ve cumhuriyete karşı bir eylemli kalkışma
olduğunda ve bununla ilgili kesin delillerin ortaya çıkması ile ilan
edilebileceğini gösterir. Oysa işçilerin dünkü yürüyüş ve direnişleri, hükümet
ve yerel yöneticilerin basiretsizliği yüzünden kana bulanmıştır. Bu durum,
yukarıda belirtilen hallerin hiç birine girmez. Hükümetin sendika özgürlüğünü
kısıtlayan tasarıyı geri çekeceğini açıklayarak olayların önünü alabilirdi.
Bunu yapmayıp sıkıyönetim ilan etmesi, onun sermayeden yana olduğunu bir kere
daha gözler önüne sermiştir. Türkiye İşçi Partisi, daima demokratik haklar ve
işçi ve emekçi sınıfların yanındadır.”
Aynı gün yayınlanan ikinci bir bildiride, şu ifadelere yer
verilir:
“...Sıkıyönetim ilanı, iktidarın sermayeden yana ve
işçilerin karşısında olduğunun yeni bir kanıtıdır. İstanbul ve Kocaeli’nde
sıkıyönetim ilanı, Anayasaya aykırıdır. Anayasada, sıkıyönetimin ancak bir
savaş hali, ayaklanma ve vatan ve cumhuriyete karşı bir eylemli kalkışma
olduğunda ve bununla ilgili kesin delillerin ortaya çıkması ile ilan
edilebileceğini gösterir. Oysa işçilerin dünkü yürüyüş ve direnişleri, hükümet
ve yerel yöneticilerin basiretsizliği yüzünden kana bulanmıştır. Bu durum,
yukarıda belirtilen hallerin hiç birine girmez. Hükümetin sendika özgürlüğünü
kısıtlayan tasarıyı geri çekeceğini açıklayarak olayların önünü alabilirdi.
Bunu yapmayıp sıkıyönetim ilan etmesi, onun sermayeden yana olduğunu bir kere
daha gözler önüne sermiştir. Türkiye İşçi Partisi, daima demokratik haklar ve
işçi ve emekçi sınıfların yanındadır...”
Türkiye İşçi Partisi, 19 Haziran 1970 tarihinde bir bildiri
yayınlar. Bildiride, işçi sınıfının sendika yasasında istenen değişikliklerin
ne amaçla yapılmak istendiğinin farkında olduğu, buna karşı harekete geçen
işçileri parti olarak tamamen desteklediğini duyurur.
Türkiye İşçi Partisi Genel Yönetim Kurulu, 11 Ekim 1970
tarihinde yaptığı toplantıda 15-16 Haziran olaylarını görüşür ve bir rapor
hazırlar. Bu Rapor, ayrıca 2931 Ekim 1970 tarihlerinde yapılan Büyük Kongreye
sunulur.
Parti, 15-16 Haziran olaylarını son zamanlarda işçi sınıfının
yükselen genel sınıf eylemi perspektifinden değerlendirir. İşçi sınıfının
eylemi, özellikle 1965 yılından sonra nitelik değiştirmektedir. Bu eylemler,
her ne kadar temel olarak ekonomik çıkarlar doğrultusunda olsa da, 1968
yılındaki Derby lastik fabrikası işgali ile yeni bir düzeye ulaşır ve
böylelikle ilk defa yasal sınırların zorlanır. Bunun ardından 1969 Alpagut
linyit işletmesi işgali ile ilk defa bir işlerinde işçi yönetimi uygulamasına
tanık olunur. Son olarak da 15-16 Haziran olayları ile işçiler, ilk kez belirli
bir işyerini ve belirli bir işvereni aşarak doğrudan genel grev niteliğinde bir
direniş şeklinde gelişen politik eylem yapar.
Eylemlerin yeni boyut kazanmasının başlıca nedenleri, egemen
sınıfların sınıfsal nitelikleri gereği kapitalist kalkınma yolunda ısrarlı
olmaları, buna karşılık emekçe ve özellikle işçi sınıfının örgütlü olmayan
bölümünün yaşam koşullarının kötüleşmesi ve sanayi işçilerinin ekonomik
mücadele deneyimlerinin artması sonucu grev ve işgal gibi yığın eylemlerine
yönelmesidir.
Sendikalar kanununun iptali için Anayasaya başvuran Türkiye
İşçi Partisi, aşağıdaki açıklamayı yapar:
“...Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Şaban. Yıldız,
yürürlüğe giren 274 sayılı sendikalar kanununun I. Maddesinin iptalinin ham
usul, hem de esas yönünden bozulması istemi ile Anayasa mahkemesine
başvurmuştur...”
“...Esas hakkında iddiada, özellikle sendika birliklerinin
men edilmesinin, işverenlere lokavt hakkının tanınmasının, sendika
üyeliklerinin yetkili organ onayına bağlanmasının, üyelikten çıkışların noter
huzurunda olmasının, bir sendika veya federasyonun faaliyette bulunabilmesi
için o iş kolundaki sigortalı işçilerin 1/3’ünü temsil etmesi koşununun, bu tip
sendika ve federasyonlardan en az 1/3’ünün ve sendikalı işçilerin en az
1/5’inin üye sıfatı ile bir araya gelmesine bağlanmasının, Anayasa ve Evrensel
İnsan Hakları Beyannamesi ile Uluslararası çalışma sözleşmelerine aykırı olduğu
açıklanmaktadır...”
Dilekçede, ayrıca, yasa uygulamasının telafisi imkânsız
sonuçları açısından bir an önce yeniden ele alınması gerektiği
belirtilmektedir.
Türkiye İşçi Partisi Kongre Kararlarında işçi sınıfının
ekonomik mücadelesi şu şekilde dile getirilir:
Sendikalar, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin örgütlü
biçimidir. Ekonomik mücadeleler, zamanla genel grev, sempati grevleri, direniş,
gösteri ve yürüyüş biçimini alarak politik nitelik kazanır, bugün bu politik
oluşum, Türkiye sendikacılığının ayırt edici özelliğidir. Toplu sözleşmelerin,
işçilerin bütün sorunlarını çözeceğini ileri süren anlayış, egemen sınıflara
hizmet eder. Oysa işçi sınıfı sorunlarının son ve kesin çözümü politik
iktidardan geçer. Mevcut kapitalist sistem çerçevesinde işçi sınıfı için taviz
koparma düşüncesi sosyal demokrat bir anlayıştır ve bu anlayış, işçi sınıfının,
müttefiki emekçi sınıflarla iktidara gelmesi görüşüne karşıdır. 274 ve 275
sayılı yasalarda yapılmak istenen değişiklikler, sendika özgürlüğünü sınırlamak
ve bu doğrultuda işçi sınıfının devrimci sendikalarının gelişmesini önlemek
amacını taşır. Türkiye İşçi Partisi, işçi sınıfının kendi haklarını savunması
mücadelesinde yer alır. Sendika örgüt ve hareketi, kendi sınıf partisinden
bağımsız, ama onun paralelinde ve onun destekleyicisidir. Bu amaçla, işçi
sınıfının ve emekçi kesiminin iktidarı kaçınılmazdır.
«Liberal ve sevimli kimseler(den)» Prof. Osman Okyar’ın aslında tam bir ‘yavşak’ olduğunu yine bir TiP ağır topundan öğreniyoruz [bkz: (1) Dr. Yahya Kanbolat, “Olduğu gibi”, Bayır Yayınları, Anı dizisi 1, Birinci basım Nisan 1979, Akademi Matbaası Tel. 25 15 14 - Ankara, s.69 ve (2) Oya Baydar & Melek Ulagay, “Bir dönem iki kadın”, Can Yayınları 1948, © 2011 Can Sanat Yayınları Ltd. Şti., ISBN 978-975-07-1273-9, 2. Basım Mart 2011 Ekosan Matbaası, s.152].
YanıtlaSil