2 Mart 2011 Çarşamba

Marksist Siyaset ve Kürt Sorunu – II

Kürt sorununa Marksist bakış açısı ile ilgili bir önceki sayıda yayınlanan ilk bölümde, Kürt halklarının emperyalistlerin gözünü diktiği bir coğrafyada yaşadığı belirtildi. Kürtlerin bu gerçeği göz ardı ettiği, oysa bölgede yaşanan gelişmelerin kaçınılmaz olarak emperyalist yönlendirmeler sonucu ortaya çıkacağı ve çözümleneceği ve bunun da en çok bizzat Kürt halklarının zararına olacağı söylendi. İlk bölüm içinde keza Türklerden ayrılarak ulus olmanın hayal olduğu; zira ulusun coğrafik konum, kültürel yakınlık ve benzeri demografik özellikleri birbirine yakın halkların bir arada olabildiği bir yapılanmayı anlattığı, dolaysıyla etnik kökene dayalı siyasi hedeflerin göstermelik olduğu; oysa kesin çözümün ancak Marksizm bağlamında ulusal sorun ile ilgili getirilen ilkeler ışığında olabileceğinden söz edildi.

Yazının ilk bölümünde dikkati çeken bir değerlendirme, PKK ile başlatılan hareketin devrimci nitelik taşıdığı, ancak zamanla bunun sağa kaydığı ile ilgilidir. Bu değerlendirmenin doğru olmadığı ortadadır. Kürt etnik yapısına dayalı uluslaşma hareketi hedefi, bir tarafta gelişmiş ülkelerde ulusu oluşturan parçaların tüm siyasi haklarını yok eder biçimde her türlü ademi-merkeziyetçi vasıflarını yitirerek katı merkeziyetçi nitelik kazanır ve diğer tarafta zayıf ulus devletlerinin parçalanarak minyatürleştirildiği bir dönemde çağın gerçeklerine uygun değildir. Demek ki, bu esas itibarı ile emperyalizmin ulusları minyatürleştirme stratejisine alet olmaktan başka bir anlam taşımıyor demektir.

Kuşkusuz bu özetlenenler ile ilgili bir gerçeği belirtmek gerekiyor. Bu söylenenler eski feodal yapıdaki konumlarını hala daha sürdürebilen ayrıcalıklı beyler ve ağalar için geçerli değildir. Halklar sorunu Kürt veya Zaza halklarının değil, ama daha çok Osmanlı ve Türk merkezi hükümetin basiretsiz tutumları nedeniyle günümüzde hala daha ayrıcalıkları sürdürenlerin ilgi konusunu oluşturmaktadır. Bugün sorunun sadece terör örgütünün korku saldığı ülkenin doğu ve güneydoğusu için geçerli olduğuna bakılarak bunu anlamak hiç de zor değildir.

Marksizm ile bağlantılı yapılacak değerlendirmelerin de körü körüne değil, ama günümüz gerçekleri göz ardı edilmeksizin yapılmalıdır. Başlangıçta Kürt hareketi, bir zamanlar Lenin’in Rus proletaryasına gösterdiği burjuva demokrasisi hedefini esas almıştı. Ama Lenin’in dönemindeki Rusya’da feodalite hakim olan güçtü ve buna karşı siyasi mücadele ve bu mücadelenin silahlı güç kullanımı da dahil her biçimi meşru olarak kabul edilebilirdi. Ancak, PKK için eğer bir meşruiyet sorunu sadece bir bahane ile ilişkilidir. Feodalite söylemi sadece silahlı örgütlenme ve silahlı mücadele etme savı için bahane oluşturmak içindir.

PKK için silahlı mücadelenin kaçınılmazlığı iki nedenden kaynaklanıyor. Birincisi, örgütlenmesinin ayakta kalabilmesinin tek çıkar yolu silahlı güç oluşturmaktır. Bunun dışında ideolojik veya siyasi mücadele yürütmesi olanağı yoktur. Sadece PKK değil, ama ona benzer goşist hareketlerin halkı yanına çekecek ne bir teorisi, ne de bu teoriyi esasında bir siyasi programa esas oluşturabilecek bir söylemi vardır. Uluslaşma süreci 19. yüzyılda tamamlanmış ve onu izleyen yüzyıl, farklı halkların birliğinden oluşan ulus projesinin ne denli tutarlı ve kemikleşmiş bir yapı olduğunu ortaya koymuştur. Öyle ki, ulus ötesi birliklerin karşılaştığı en büyük sorun da, ulus devletlerin bu kemikleşmiş yapısı olmuştur. Ama silah elde olduğunda durum farklıdır. Doğu ve Güneydoğu halkları, silahlı gerillayı elindeki kırbacı ile sağa sola emirler yağdıran feodal ağa profili ile bütünleştirir.

Silahlı güce başvurmanın ikinci ve belki de en önemli gerekçesi, böyle bir örgütlenme ile sahip olunan gücün uluslararası arenada geçerli ve kabul görüyor olmasıdır. Ulusal sınırlar içinde silaha sarılan bir örgüt terörist örgüt olarak görülür. Ama bu örgüt için yabancı ülkeler, açıkça dile getirilmese bile çok makbuldür. Yeter ki, bu silahlı güç ile bir biçimde ilişkide olmak ve ona lojistik destek sağlayarak silahlı örgütün muhalif ettiği ülke karşısında bir koz elde etmek. Batılı toplumlarda insan hakları dahil her şey meta muamelesi görür. Nitekim PKK gerek Avrupa ülkeleri ve özellikte de ABD’den yoğun destek görmektedir. Halen her iki kesimin elinde bulundurduğu bu koz sayesinde, örneğin Kıbrıs’ta Türkiye’yi AB ve Rum yanlısı çözüme evet dedirtmek yada olası bir İran müdahalesi için Irak’ta esirgenen tavizi kopartmak mümkün görülmektedir.

Emperyalist sömürünün küresel nitelik kazandığı günümüzde, ezilen halkların mücadelesi, vs. ile ilgili özgün bir diyalektik süreç olmadığını görmek gerek. Bu sürecin olmayışı, onunla bağlantılı ideolojik bir çerçeve çizilmesini de imkânsızlaştırıyor. Ezilen halklar var, ama bu yine kendinden önceki dönemde olduğu gibi bir sınıflı toplum olan kapitalist sistemdeki sömürünün doğal bir sonucudur.

Bugün Kürt halkının yoksulluğu Kürt halkları ile aynı bölgede ve koşullarda yaşayan Türk kökenli haklar için de geçerli. Hatta Karadeniz’de Orta Anadolu’da ve Türkiye’nin daha birçok yöresinde yaşayan insanlar da eğer Kapitalist sistemin sömürü çarkı içinde uygun bir fırsat yakalayamaz idiyse, Kürtler ile aynı yoksun koşullar altında yaşamak durumunda. Ama Türk halkı da başta işçi sınıfı ve onun ideolojik ve siyasi mücadelesini sürdürenler, daha Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana baskı, zülüm ve yıldırmaya tabi tutuldular, Takrir_i Sükûn kanunu, sanıldığı gibi, Kürt isyanlarını bastırmak için değil, ama işçi sınıfını tutsak etmek içindi. İşçililerin ekonomik ve siyasi hareketini bastırmak ve yok etme amaçlanmıştı.

* * *

Emperyalizm, etnik kışkırtması ile en büyük kazancı belki de sınıf mücadelesinin esaslarını muğlâklaştırması ile elde etmiştir denebilir. Sosyalist sistemin de yıkılması ve bu yüzden işçi sınıfına olan inancın sarsılması da buna katkı yapmıştır.

Sınıf siyaseti için içine düşülecek en acıklı durum budur. İşçi sınıfı sonuçta toplumun sadece bir kesimidir. Oysa işçi sınıfı dışında ezilen, hor görülen, sömürülen, köyleri yakılan, hakları verilmeyen, ay sonunu getiremeyen, siftah yapamayan, esnaf, kamu emekçileri, doktorlar, küçük esnaf, köylüler, yoksullar, vs. vardır. İşçi sınıfına olan inancın sarsılması, insanları öteden beri inandığı kavramları örselemeye, yemeye iter. Sömürü ile yoksulluk karıştırılır. Emekçi ile emek kavramları birbirine özdeş olarak kullanılır. Bilimsel doğruların yerini duygusal, popülist, içi boş kavramlar alır.

Çok haklı nedenlerle, ama sadece aldığı maaşın azlığından şikâyet eden memurlar, doktorlar, vs. esas olarak sınıfsal olarak burjuvaziye göbeğinden bağlı, ama üretken olsun olmasın bir şekilde emek sarf eden ve genel olarak küçük burjuvazi olarak tanımlanan kesimler, ürünü tarlada kalan, üretici pirimi alamayan, mazotu, gübresi, vs. çok pahalı alan köylüler… Bütün bu popülist ve sınıfsal özü ortak kesimler için dile getirilenler bir edebiyattan öte gitmez. Memurların az maaş aldıkları doğrudur; ama onlar burjuvazinin hizmetinde olan kesimdir. Köylülerin çok büyük sıkıntılarla karşı karşı karşıya kaldıkları doğrudur; ama onlar mülk sahipleridirler ve son aşamada gelecekleri mülk sahipleri ile ortaktırlar.

Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan Kürt halkları büyük bir sıkıntı, yoksulluk ve yoksunluk içinedirler. Bu doğrudur, ama Kürtleri Türklerden ayıran onları karşı karşıya getiren pek az unsur bulunabilir. Ama Türklerin Kürt halkları tarafından edildiği, sömürüldüğü, aşağılandığı, hor görüldüğü, dışlandığı, etnik aidiyetleri hakkında söz söylendiği, devlet ve hükümet katında ayrıma tabi tutulduğu, vs. varit değildir.

Etnik kışkırtma ve bununla birlikte işlenen kültürel farklılıklar, dini inanç farklılıkları vs. ile bir arada kullanıldığında, emperyalizm için işçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin engellenmesi, tüm dünya işçi sınıfı kardeşliğinin köreltilmesi ve göz ardı edilmesi, farklı ülkelerde yer alan işçi sınıfının ulusal, etnik, kültürel, vs. ayrılıklarının ön plana çıkartılarak birbirlerine hasım hale getirilmesi için yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.

Bu şekilde, etnik kışkırtmanın işçi sınıfının enternasyonal ruhunu yok etme için işlenmesi, özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde işsizliğin yaygınlaşması, göreceli refah düzeyinin işçiler aleyhine bozulması ile bir araya geldiğinde, çok daha da etkili bir yöntem haline gelmiş görünüyor.

Son yıllarda bir taraftan Batılı ülkelerde işsizlik oranının kapitalist ekonomik bunalım dönemlerine özgü görülmemiş düzeyde artması, diğer taraftan da zengin Kuzey ve fakir Güney ülkeleri arasında gelir uçurumunun giderek daha da derinleşmesi dolaysı ile, fakir ülkelerden zengin ülkelere doğru yoğun bir göçmen işçi akışının ortaya çıkması ve bunun Batılı zengin ülke işçileri için işgücü pazarında yüksek oranlı işsizliğin yanı sıra, ikinci bir tehdit olarak ortaya çıkması, emperyalizmin etnik kışkırtma politikalarının daha da acı sonuç vermesine yol açmaktadır.

Bugün Batı Avrupa’da sayıları giderek artan Müslüman işçiler, bu ülkelerde çalışan işçilerin iş güvenceler yanı sıra, parasal ve sosyal açılardan tehdit olarak gösterilmektedir. Bugün Batılı ülkelerde faşizm eğilimli akımlar açıkça özendirilmiyor olsa da, böylesine yaygınlık göstermesi ve kendine iktidar ortağı olabilecek düzeyde taraftar bulabilmesine bakılarak, en azından kovuşturulmadığı ve engellenmediği açıktır.

Bu şekilde sayıları her geçen gün artan işsizler kitlesine yanlış hedef gösterilmiş olmakta, işsiz, düşük ücretli, zor koşullarda çalışma, sosyal güvenceden yoksun olma gibi, temelde kapitalizmin kaçınılmaz yazgısını sergileyen çalışma koşulları, sanki göçmen ve Müslüman işçiler yüzündenmiş gibi gösterilmektedir. Daha sonra uluslararası düzeyde de ortaya çıkan “medeniyetler çatışması”nın, gerçekte emperyalizmin etnik kışkırtmasının bir sonucu olduğunu görmek gerekmektedir.

Faşizm özentisi ve hatta bizzat faşizmi taklit eden lümpen örgütlenmeler, bugün Batı Avrupa’da yabancı işçilere terör estirmekte, yabancı esas olarak da Müslüman Türk ve Arap asıllı göçmen işçiler saldırıya uğramakta, evleri kundaklanmaktadır. Batılı toplumlarda, ne yazık ki artık bu olaylar kanıksanmış ve hatta halkın belli bir kesimi tarafından sempati ile karşılanır hale gelmiştir. Bir Avrupa ülkesinde, Müslümanların dini inançlarını kışkırtır nitelikte yayın yapan bir gazetecinin Müslüman biri tarafından öldürülmesi ile neredeyse tüm ülkenin galeyana gelmesi, etnik kışkırtma sonucunda çok daha vahim gelişmelerin olabileceğini düşündürmektedir.

Kuşkusuz belki bunun kadar vahim olan, farklı uluslardan işçi sınıfının enternasyonal kardeşlik duygularının yerini, kapitalizmin içine düştüğü bunalımı göz ardı etme ve işçi sınıfını yanlış yönlendirme amacıyla ve içten içe kışkırtılan etnik çatışma sonucu düşmanca duygulara bırakarak birbirine adeta düşman yaptırılması ve enternasyonal birliğin köreltilmesidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder